YAZARLAR

Kabil Havalimanı'nda patlayan stratejik derinlik

Sonuç olarak, CHP-İYİP’in artık yapması gereken, Afganistan’dan çekilme ve Erdoğan’ın NATO müttefikliğini anımsamasından da hareketle, yeni dış politika üzerine gündelik atar-gidere kapılmadan, soğukkanlı biçimde kafa yorması.

11 Eylül 2001’de New York’taki intihar saldırısıyla açılan dönem, yirmi yıl sonra 27 Ağustos 2021’de Kabil’deki intihar saldırısıyla (uluslararası ilişkiler bağlamında) kapandı. Kabaca aynı dönem ulusal zeminde ülkemizde de AKP iktidarıyla örtüşüyor. Öyleyse sözkonusu patlamanın Vaşington’un dış politikası ve küresel stratejisi üzerinde olduğu denli, Ankara’nın da dış politikası ve (geniş-derin) bölgesel stratejisi üzerinde de dönüştürücü etkisi olması beklenir. Aynı doğrultuda, Ankara’nın gizemli Kabil Havalimanı’nın işletmesinin ve güvenliğinin üstlenme ısrarı ve o dolayımla, Türkiye-ABD ikili ilişkileri üzerinde de.

Sözkonusu ikinci saldırıyı “Irak Şam İslâm Devleti” (IŞİD veya DAEŞ) Orta Asya kolu “İslâm Devleti-Horasan” (İD-H) üstlendi. IŞİD, Irak ve Suriye arasındaki Sykes-Picot (+Sazonov) hattını kaldırmakla kendi egemenlik alanını kurmaya girişmişti. Horasan’dan kastedilen de İran-Pakistan-Afganistan ve hatta Afganistan’ın kuzey komşuları Türkmenistan-Özbekistan- Tacikistan. ABD’nin o yirmi yılda 83 milyar dolar harcayarak eğitip-donattığı Afgan ordusu 11 günde derme çatma Taliban milis gücünün devleti teslim alması karşısında yok oldu. ABD’nin çekilme ya da düpedüz teslim kararı küresel terörle mücadele, devlet inşası ve sonsuza dek süren yerel savaşçıklar dönemini de kapattı.

Şimdi, Afganistan özelinde, Taliban’ın İD-H ile tutuşacağı iç savaş ve ABD’nin bir tür vekiline dönüşmesini izleyeceğiz. CIA Direktörü deneyimli büyükelçi Burns’ün Kabil ziyareti bu durumu da gösteriyor. Selefi cihatçıların kendi aralarında tutuştuğu en bağnaz gericilik ve en vahşi idare savaşımı, El Kaide, IŞİD, Taliban ve irili ufaklı diğer yerel örgütler arasında bir iç savaşı da anlatıyor. Afgan halkı kırk yıllık istikrasızlıktan, dış yardım bağımlısı yolsuz enkaz devletten, savaş ağalarının eroin ticaretine dayalı kara düzeninden yılgın. Şeriat da, etnik töre “Peştunvali” ile karşılaştırıldığında kötünün iyisi görülebiliyor.

Havalimanına İD-H’nın yaptığı intihar saldırısı Taliban’ın devletleşmesinin temellerinden olacak şiddet tekelini yerleştirmek iddiasını sınıyor. Ülkeyi ortak bir yönetim altında birleştirecekse Taliban da dış yardıma muhtaç. Birleştirmeyip, değişken geometrili yerel uzlaşılar ve belirli oranda özerklik tanıyarak “dağınık” yönetecekse, o devlet-altı yapılanmanın da yine güvenlik sorunu olacak. Taliban, küresel istikrarsızlık ihraç etme iddiasında değil. Milliyetçi oluşu onun yararına. Ancak kavmiyetçilik ve başta ABD Batı’yla ilişki kurmak İD-H gibi daha koyu renkli islâmcı yapılar için kabul edilemez günahlar.  

Böylece, ABD’nin küresel terörizm ve AB’nin düzensiz göç odaklı (takıntılı, saplantılı?) tek boyutlu dış politika yaklaşımlarının, Taliban’dan (bile) pekâlâ bir perakende işbirliği ortağı çıkarabileceği anlaşılıyor. İslâmcılığın herhangi bir tonundan neden “müslüman demokrat” çıkamayacağı ve neden islâmcılığın hiçbir suretiyle demokrasinin bağdaşamayacağı gibi temel sorunlar ise politikanın ötesine, neredeyse epistemoloji alanına taşınıyor. Bir yanda “intikal ve tahliye” diyerek, “ricat” kavramından kaçınan Akar’ın ve Bosna’da ani bir zihin berraklığıyla “biz de bir NATO üyesiyiz” açıklaması yapan Erdoğan’ın Türkiye’si, diğer yanda hangi başkan başa gelirse gelsin geniş Ortadoğu’dan çekilen ve askeri müdahale iştahını yitirmiş bir ABD var.

Ayrıca daha önce nükleer silâh teknolojisi paylaşımı ve Osama bin Ladin’i barındırmak gibi “herzeleri” yemiş bir Pakistan’ın ABD ile bölgesel ortaklık ilişkisini sürdürmesi boyutu da var. Taliban’ı yaratan da aynı Pakistan’ın istihbarat teşkilatı ISI ve ISI için Pakistan’ın gerçek yöneticisi olduğunu ileri sürmek yanıltıcı olmaz. ISI, Afganistan’ı “stratejik derinlik” olarak görüyor. Hem Peştun nüfustan ve o nüfusun uyandırdığı birleşme/bölünme korkusundan, hem Hindistan’la husumetten ötürü. Afganistan’dan çekilmenin tamamlanmasının ardından bu defa Pakistan’ın ABD yaptırımlarının hedefi olacağını öngörebiliriz. Yaptırımlar, Taliban olduğu denli onun baş destekçisi Pakistan için de ciddi tehdit. 

Nitekim “stratejik derinlik” denilen çakma kavrama biz de Davutoğlu’nun AKP dış politikasına yön verdiği dönemden aşinayız. 1947’de Hindistan’dan koparak kurulan Pakistan’ın dönüşümüne veya içten çürümesine bakarak AKP döneminde ama özellikle 15 Temmuz sonrasında “Türkiye’nin Pakistanlaşması” yönelimini de gözlemleyebiliriz. “Dost ve kardeş” Pakistan, Türkiye’nin Katar’la elele Taliban yönetimindeki Afganistan’da varlık göstermesinin de önündeki başat engel. Gelecek seçimde iktidara hazırlanan CHP-İYİP’in Türkiye’nin Afganistan’da hangi ulusal çıkarı olduğunu sürekli sorgulaması denli, ivmelenen biçimde Pakistanlaşan Türkiye’de hariciye, istihbarat, emniyet, yargı ve silâhlı kuvvetler kadrolarına salt “liyakat” merceğinden bakıp bakamayacağını da kendine sorması gerekiyor. 

Güncel örneklerle savımızı sınayalım. Komşumuz Irak’ı Fransa Cumhurbaşkanı Macron dün ziyaret ediyor. Masada milyarlarca dolarlık Total petrol sözleşmesi ve Fransa’nın eş-düzenleyici olduğu Bağdat merkezli arabuluculuk veya bölgesel işbirliği konferansı bulunuyor. Bağdat’taki uluslararası toplantının katılımcılardan “darbeci” Sisi’nin de, “dostumuz” Putin ile geçenlerde güvenlik işbirliği imzaladığını da anımsayalım. Biz ise Irak deyince PKK gördük. TPIC ve TEC’i “kağıttan kaplan” olmaktan çıkarmak yerine SİHA’lara yatırım yapmayı yeğledik. Sınırötesi harekâtlarla sınırı “düzeltmeye”, önde basmaya, ağaç kesmeye ve yakmaya, askeri varlığımızı genişleterek, yerleşik kılmaya, suikastlere yöneldik. Irak’ta ve onun federe bölgesi Kürdistan’da gözümüzün önünde bir tren daha istasyondan ayrıldı. Biz de ardından bakakaldık. 

15 Temmuz sonrasında islâmcıların, milliyetçilerin, ulusalcıların ve gölgedeki yerli “ISI’cilerin” diyelim tüm ergenlik hülyaları gerçekleşti. Erdoğan da “Türk tipi” başkanlık rejimiyle kendini sağlama aldı. İçeride yapılanları saymıyorum, dışarıda Irak, Suriye, Libya, Sudan, Somali, Katar derken ilk çivi Afganistan’dan söküldü. Rusya’dan S-400 alıp, kendini F-35 programından attırmak sonucuna katlanmak gibi zırvalığa yönelen Türkiye, eş zamanlı olarak NATO’nun Karadeniz, Polonya ve Baltıklar cephelerini Rusya’ya karşı savunmak görevine en ciddi katkı sağlayan müttefiklerden. Kırım Zirvesi’ne de “Türk dünyasından” katılan biricik ülke. Özcesi bunun tanımı “çokboyutlu” değil “tutarsız” hatta “kimlik sorunu yaşayan” dış politika.  

Kurallara dayalı uluslararası ilişkilerden söz edilen bir dünyada Rusya, Avrupa Konseyi ve AGİT üyesi Ukrayna’nın Kırım’ını ilhak ve doğu bölgelerini işgal etti. Bu durum, AB’nin lokomotiflerinden Almanya’nın aynı Rusya ile Kuzey Akım-2 anlaşmasını yürütmesini engellemedi. Yeni ABD Başkanı Biden Çin’i hür dünyanın küresel hasmı olarak belirlerken, o daha koltuğuna oturamadan AB Çin ile karşılıklı yatırım anlaşması imzaladı. Bu ve benzeri durumların da dış politikada “tutarsızlık” yarattığı belirtilebilir. Ancak, bu ülkelerin hiçbirinde bizdeki temel yönelim ve kimlik sorunu yok. Batı içinde özellikle ABD’de kimlikçi siyasetin ve toplumsal kutuplaşmanın aklıbaşında dış politika önüne zorluk çıkardığı söylenebilir. Buna karşılık oralardaki bağımsız yargı, eşit anayasal yurttaşlık, ifade özgürlüğü, erkler ayrılığı vb. bizde yok.        

Sonuç olarak, CHP-İYİP’in artık yapması gereken, Afganistan’dan çekilme ve Erdoğan’ın NATO müttefikliğini anımsamasından da hareketle, yeni dış politika üzerine gündelik atar-gidere kapılmadan, soğukkanlı biçimde kafa yorması. Yaklaşan seçimlerde düzensiz göç konusunu pek çok dosyayı dikine kesen bir sorun olarak CHP-İYİP’in araçsallaştırılması anlaşılır. İşin güç kısmı, semptoma bakarak hastalığa doğru tanı koymak. Uygulanacak tedaviyi belirlemek için ise belki buzdolabından hekim çıkarmak olası değil ama en azından hastane müdürlerini doğru seçmek ve hastalığın yanlış tedavisinde “emeği geçen” bazı hekimlerin önüne yönetsel fatura koymak da o denli kaçınılmaz. Mantar gibi misyon açmakla Dışişleri güçlenmeyeceği gibi, Dışişleri’nin yanı sıra TSK, MİT ve hatta TRT gibi kurumlarla ne yapacağını, nereye varmak, hangi yöne gitmek istediğini CHP-İYİP iyi belirlemeli. Tercihan, mümkünü makulde arayarak ve her koşulda laik cumhuriyeti savunmayı önceleyerek.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.