YAZARLAR

Kadavralarla kavga

Marksizm’in kaba–şematik yorumuna dayanan “toplumcu gerçekçi sanat” anlayışı tarih sahnesinden silinip gitse de Türkiye kültür endüstrisinin psikogenetik kodlarında derin izler bırakmış meğer. Bir Başkadır depremi bunu apaçık ortaya koydu.

Eğrisi doğrusuyla Marksizm’in memlekette bu kadar derin izleri olduğunu düne kadar gerçekten bilmiyordum.

Bu cehaletime bağlı olarak ikinci aydınlanma ve itiraf: Öjenizmin, Türkçesiyle saf ırkçılığın bu kadar koyu, bu kadar köklü ve güçlü olduğunun da farkında değildim.

Ve nihayet üçüncüsü: Hepimiz Frued’un askerleriyiz: Meğer birinin çıkıp “Bir Başkadır” demesi gerekiyormuş topluca ve tek tek terapiye girmek, soyunmak için. Bir Başkadır seansı, Marksizm’in kültürel–estetik gücünü ortaya çıkardığı gibi siyasete de sirayet etti; siyasal psikanalizi ve karşı terapiyi tetikledi.

Bugüne dek bir siyasal partinin “psikogenetik kodları” incelemeye, analize tabi tutulmuş mudur, doğrusu bilmiyorum. Meğer cümlenin malumu olan tarihsel-siyasal gerçeklikmiş psikogenetik kod. MHP Genel Başkan Yardımcısı Semih Yalçın, bütün milletin bildiğini vurgulayarak açıkladı: “Atatürk sonrası CHP’nin psikogenetik kodlarına Marksizm şekil vermiştir.”

CHP’nin “diyalektik materyalizmin laboratuvarında siyasi mutasyona” uğradıktan sonra bir daha iflah olmadığını ve asla olamayacağını olanca bilimselliğiyle kaydediyor Sayın Yalçın: “CHP o gün bugündür … Marksist anlayışın karakteristiğini yansıtan bir politikanın çevrimindedir.” İsyan, ihanet, devlet–millet düşmanlığı bu psikogenetik kodlardan türeyen karakterin başlıca özellikleri. 

Genel Başkanından milletvekiline, belediye başkanlarından il–ilçe örgütlerindeki yöneticilerine, üyelerine, destekçilerine dek hangi CHP’li psikogenetik kodlarından, mutasyon artığı karakterinden haberdardır, bilmiyorum.

Benim bilip bilmemem bir şey değil, memlekette Marksist geçinen kim varsa –ve hâlâ kaldıysa– onların da bu psikogenetik kodların –ve kendi güçlerinin– farkında olduğundan şüpheliyim. Oysa CHP’yi bir yana bırakın, Netflix dizisine kadar sızıp memleketi yerinden oynatan bir etkiye sahip bugün Marksizm!

Marksizm’in kaba–şematik yorumuna dayanan “toplumcu gerçekçi sanat” anlayışı tarih sahnesinden silinip gitse de Türkiye kültür endüstrisinin psikogenetik kodlarında derin izler bırakmış meğer. Bir Başkadır depremi bunu apaçık ortaya koydu. Tabii mutasyona uğramış olarak; post-İslami gerçekçiliğe dönüşerek arzı endam ediyor toplumcu gerçekçilik. Kültürel öjenizme kapı açan bir popülizmi de yedeğine alarak memleket terapisine dönüşüyor karşı yani anti toplumcu gerçekçi estetik.

Köklere bakalım.

SİZİ GİDİ KÜÇÜK BURJUVALAR…

Türkiye’de Marksistler, sosyalistler gerek yasal korkudan, gerek kendi zihinsel, kültürel kodlarından dolayı bu “yabancı” sıfatlardan kaçınırlar. “Sosyalist gerçekçilik” denen estetik-sanat anlayışı bu nedenlerin de etkisiyle bizde “toplumcu gerçekçilik” adını almıştır.

Ahmet Oktay büyük emek ürünü olan çalışması Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları’nda bu anlayışın doğduğu Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye uzanan seyrini ve uygulamalarını inceler (1986).

1960 sonrası edebiyatta öne çıkan toplumcu gerçekçilik, topluma da, gerçekliğe de karşıtlıklar üzerinden yaklaşır: Ezilen–ezen / zengin–yoksul / haklı–haksız / iyi–kötü vb. Bunlar da özellikle roman ve öykülerde temsili karakterler üzerinden tartışılır, anlatılır. Yazarların kendi toplumsal–sınıfsal kökenlerinin; anlatılarına kaynaklık eden gözlemlerin, çevrelerin de etkisiyle 1960’lardan 1980’lere uzanan dönemde vazgeçilmez temsili karakterin kimliği bellidir: Küçük burjuva

Kadını erkeğiyle küçük burjuva demek, toplumcu gerçekçi edebiyatta bunalanlar demektir!

Hem yaş, hem servet itibarıyla henüz “büyük” olamadıklarından aradadırlar. Genç ya da en fazla 40 yaş altı olarak çıkarlar karşımıza. Eğitimli, kültürlüdürler. Geçim derdinden uzak, hatta varlıklı ama mutsuzdurlar. Doğru sınıfsal bilinçten yoksun olduklarından; “bireysellik”ten sıyrılamadıklarından kendilerinden, ana–babalarından, ailelerinden, çevrelerinden sıkılırlar… Dünya görüşüyle gerçekleri, içinde bulundukları durumu gösteren birileri karşısında ya daha derin bunalıma düşer; kendilerinden ve sahip oldukları her şeyden utanırlar ya da o “doğru bilinç” ve taşıyıcısına aşık olur, dünyalarını değiştirirler… Halka sarılırlar.

O zamanlar bu yaban ve yavan Türklerin “beyaz” oldukları bilinmiyordu henüz. Ama Boğaz’daki yalı, sonraları kiralık hale gelse de konak, Lüküs Hayat’taki Şişli’de bir apartman, Harbiye-Nişantaşı havalisi Osmanlı’nın son demlerinden beri bu bunalan halktan kopuk irili ufaklı burjuvaların, şimdiki tabirle “yerli ve milli” olmayanların mekanıdır.

Şimdinin süpervizöre, yoga–cim vb terapilere ve hatta aynı kabilden sekse muhtaç kadınlı erkekli Kürt bile olsa seküler ve “beyaz” takımı, bir zamanların Marksist kökenli toplumcu gerçekçi anlatının bir başka hali olarak zuhur edecektir 2020’de.

***

1980 öncesi yerli –ve toplumcu gerçekçi– edebiyatta iyi, doğru, güzelin temsilcisi “halk”tır. İşçi, yoksul, ezilen, sömürülen halk. Yalıyı, konağı, apartmanı ancak hizmetçi, hizmetli olarak görürler hayatlarında. Gecekonduda yaşarlar.

Yoksulluk, hizmetçilik devam 2020’de de. Fabrika yok artık. Şanslı olan gece kulübünde güvenlik görevlisi. Toplumcu gerçekçi edebiyatın eli nasırlısı, şimdi Şırnak’tan komando tezkereli. Mahalle gecekondu değil. Yine İstanbul’da ama hayli hayli dışarıda, köy. Sendika, öğretmen, okumuş ama emekten, halktan yana şehirli genç vb yok artık bugünün dünyasında, “Hoca Efendi” var. Doğru, iyi, dertlere deva, hakiki hemdert, dayanışma timsali. Kadın–erkek, genç–yetişkin herkes inanç itikat sahibi. Yerli ve milli. Çorabı yırtık bile olsa genç imam Jung’u da yalayıp yutar icabında. Saf iyi.

İnanç aşısı alsa, ana-baba sevgisinden, saygısından başını örtse de kendi cinsinden bir kötü tohumla oynaşmaya, düşüp kalkmaya meyleden Hocafendinin kızı evlatlık olduğundan, biyogenetik kodlarından dolayı bir başkadır! Yoksa, ne münasebet! Saflığa aykırı.

EYYY YABAN TURFALAR…

Hep birlikte Bir Başka terapisinden geçiyoruz 2020 sonlarında. Değişmeyen ve hep aynı terapi.

1860–1880 yılları: Fransa’da eğitimini tamamlayan idealist hekim Mansur, milletine devletine hizmet aşkıyla geldiği İstanbul’un çürümüş, yoz havasından kaçıp Anadolu’ya gider, halkına koşar… Bütün o yoksulluğun ve yozlaşmanın sorumlusunu aslına yabancı “aydın”dır.

Bu anlatı Jön Türkler’in hocası Mehmed Murat, namı diğer Mizancı Murat 1892’de yayımlanan Turfanda mı Turfa mı romanında yeni (turfanda) yerli ve milli aydını anlatır, değersiz, çürük, işe yaramaz takımı ram eder.

Yıl 1918–1921: Paşazade İstanbul çocuğu yedek subay Ahmet Celal Cihan Harbi’nde kolunu kaybedince İngiliz işgalindeki şehrine, İstanbul’a dönmek gelmez içinden. İşgal olmasa da dönecek bir şeyi yoktur aslında. Emir eri Memed Ali alır onu Porsuk Çayı kıyısındaki köyüne götürür. Sakat ve mağlup paşazade halkını, milletini görünce ürker, tiksinir onlardan. Ve muhtaçtır onlara. Birbirleri için “yaban”dırlar…

Yakup Kadri 1932’de yayımlanan Yaban romanında hükmü ilan eder: Bunun sorumlusu sensin ey Türk aydını, yine sensin!

Bunlardan beslenip Marksizm’le mutasyona uğrayan, 1940’larda boy verip 1960–1980 aralığında hüküm süren ideogenetik kod; 2020’de yeniden zuhur ediyor gözleri yaşlı turfa, yabanlar olarak! Yine bunalımlı, işe yaramaz, aslına yabancı.

Her şey iyi hoş da, “beyaz Türk” denen takımdan hayatta kalan var mı hala? Ya küçük burjuvadan, hani o bir vakitlerin Tutunamayanlar’ından haberi olan?

Aydın memleketi de, dünyayı da çoktan terk etti, onu biliyoruz. Köküne kibrit suyu. Peki ama şu Marksizm’in sinsiliğine, derinliğine ne demeli?