'Kadim Uygarlıklar'a göre arkeoloji yalan, uzaylılar gerçek: Geçmiş bükülüyor

Netflix'te yayınlanan 'Kadim Uygarlıklar' adlı diziye arkeoloji dünyası tepkili. Diziyle ilgili değerlendirmelerini Güneş Duru, Ahmet Ümit, Erkan Konyar ve Selim Martin'e sorduk...

Graham Hancock, Netflix'te yayınlanan dizide insanlığın gelişimi hakkında bilim dışı iddialar öne sürmekle eleştiriliyor.
Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Netflix’te yayımlanan “Kadim Uygarlıklar” dizisi arkeoloji dünyasında tepki çekti. Platformda "belgesel" olarak tanıtılarak izleyiciye sunulan diziyi hazırlayan Graham Hancock, "kayıp ve gelişmiş bir Buzul Çağı uygarlığının kanıtlarını sunduğunu" iddia ederek, arkeologların bu konuyla ilgili gerçekleri gösteren kanıtları gizlediğini savunuyor.

2022 yapımı dizi, gazeteci Graham Hancock’un dünyayı dolaşarak, geçmişi son Buz Devri'ne kadar uzanan gizemli kayıp uygarlıkları aramasını konu ediniyor. "Tanrıların Parmak İzleri" (Fingerprints of the Gods) gibi birkaç tartışmalı kitabın da yazarı olan Hancock, “Kadim Uygarlıklar”da "insanlık olarak belleğimizi yitirdiğimizi" ve "geçmişteki medeniyeti unutmuş olduğumuzu" öne sürüyor. Hancock’un bir iddiasına göre Buzul Çağı'nda felaketten kurtulanlar, yok olan gelişmiş uygarlığa ait astronomi, sanat, mimarlık gibi bilgilerini ilkel, avcı-toplayıcı topluluklara aktardı ve insanlık buradan ilerledi.

Türkiye’ye de yolu düşen ve Karahantepe ören yerini ziyaret ederek iddialarına zemin olarak kullanan Hanckok’un “Kadim Uygarlıklar” dizisini Redd grubu üyesi müzisyen ve arkeolog Güneş Duru, polisiye türü romanlarında sıklıkla arkeolojik unsurlara yer veren yazar Ahmet Ümit, eskiçağ tarihçisi Erkan Konyar ve mitoloji alanında çalışmalar yapan arkeolog Selim Martin Gazete Duvar’a değerlendirdi.

‘KAZI ALANLARIMIZ GERÇEK DIŞI ANLATILARA AÇILIYOR’

Belgeselin yanısıra, Türkiye’deki bazı kazı başkanlarının bilimsel veriyle ilgilenmeyen Hancock gibi insanlara hevesle kazı alanlarını anlattığını söyleyen Güneş Duru şunları ifade etti:

Güneş Duru

“Ben bu meslekle uğraşan birisi olarak, diziyi izleyince öncelikli olarak şunu düşündüm: Biz neden geçmişi anlatmakta bu denli yetersiz kalırken içinde mistik öğeler, uzaylılar, tanrılar, doğaüstü olaylar barındıran kitap ve belgeseller konuşuluyor? Aslında cevap ortada; insanlık bir şekilde bilinmezliğine dair, bunun ardında gerçekdışı bir etkinlik aramak gibi bir yanından kurtulamamış. Belki de bu bize beynimizin bir oyunu ancak; bu belgesel özelinde benim bir arkeolog olarak dile getirmem gereken başka bir soru var. O da kazı alanlarımızın bu tür gerçekdışı anlatılara olasılıkla turizm motivasyonu ile açılıyor olması, bizzat kazı başkanlarının birinci ağızdan aslında bilimsel veriyle ilgilenmeyen Hancock gibilere hevesle yerleşmelerini anlatıyor olmaları… İşte tam bu noktada Hancock gibiler bir yandan sizden, arkeologlardan, bilimsel unvanlarınızdan faydalanırken bir yandan da onları gerçeği gizlemekle suçluyorlar. O alacağını almış oluyor, geçmiş eğilip büküldüğü ile kalıyor”

‘İNSANIN KÜLTÜRÜ YARATACAĞINA İNANMAYAN BİR DİZİ’

Ahmet Ümit

Romanlarında arkeolojik unsurlara temas eden Ahmet Ümit ise diziyle ilgili olarak insanlığın tarih içerisindeki gelişimini göz ardı edip teorisini daha çok mitlere, mitolojiye dayandıran Hanckok ile ilgili, “Bu her şeyi bildiğini sanan bir gazetecinin, dünyanın geçmişi hakkında kendi zihninde oluşturduğu bir komplo teorisinin çok da birbiriyle bağlantısı olmayan birtakım buluntularla beraber kanıtlama girişimidir” diyor. Hanckok’un bu tezleri kanıtlaması için öncelikle zamanı göz ardı etmesi gerektiğini söyleyen Ümit, şöyle devam ediyor:

“İnsanın kendi doğasına saygı duymayan, yüzyıllarca insanın bir yandan doğayı biçimlendirirken bir yandan kendisini de biçimlendirdiği gerçeğini göz ardı ederek birtakım kahramanların insanlığa uygarlığı getirdiğini iddia eden bir dizi. Bunu bir fantastik roman olarak okusaydım yine de insanlığa karşı güven duymayan bir roman olduğunu düşünecektim. İnsanı bir özne olarak ele almayan yani onun kültürü yaratacağına inanmayan ve onun yerine kim olduğu belli olmayan birilerinin kültürü, teknolojiyi yarattığını ifade eden bir dizi bu. “ 

‘KOMPLO TEORİLERİNİN DAYANILMAZ BİR CAZİBESİ VAR’

Dizide sürekli bilim insanlarına, arkeologlara hakaret eden, onların gerçekleri gizlediğini söyleyen bir kişiyle karşı karşıya olmamızın daha korkunç olduğunu ifade eden Ümit, son olarak şunları ekliyor:

“Oysa arkeologların hakikati bulmaktan başka bir amaçları yok. Bu hakikati bulma süreçlerinde elbette hataları, yanlışları olabilir. Ancak bu hatalar daha sonra telafi edilebilir. Ki bilim de böyle bir şey zaten… Bütün bunları eleştirip sonra da 2 bin yıl önce anlatılan mitolojik hikayelerden yola çıkarak bütün dünyayı açıklamaya çalışan ve tümüyle komploya, spekülasyona dayandırılan bir dizi bu. Bence buradaki asıl soru bu dizilerin niye izlendiğidir. Çünkü insanlar hap şeklinde bilgi almayı tercih ediyor. Çünkü bir anda bütün dünyanın geçmişine, hayatın anlamına ulaşıyorlar; bu bilgiler onlara gerçekmiş gibi sunuluyor. Dolayısıyla komplo teorilerinin dayanılmaz bir cazibesi var. İşte böyle bir atmosferde Hanckok gibi bir gazeteci bütün o bilim insanlarının emeğini hiçe sayan bir tez öne sürüyor. Ne yazık ki yaşadığımız post truth çağında bu tür düşünceler hâlâ bir karşılık buluyor."

‘GÜNÜN SONUNDA BİR KAHRAMAN ÇIKAGELİR’

Asıl sorgulanması gerekenin bu tür “kalitesiz” yapımların ticari bir kaygıyla Netflix gibi platformlarda yer bulması olduğunu söyleyen Erkan Konyar, bu platformların portföylerini genişletmek için artık bir kalite standardı aramadıklarını söylüyor. Belgeseldeki ana vurgunun son Buzul Çağı’nın sonunda, yani günümüzden 12 bin 800 yıl önceki ani felaketler olduğunu aktaran Konyar, şunları anlatıyor:

Erkan Konyar

“Bu felaketlerin bazen tufan ve bazen meteor çarpmalarıyla gerçekleşmiş olduğu öne sürülüyor. Belgeselde, bilinenin aksine geç döneme tarihlenen yapıların aslında daha eski olduğu yaklaşımı hâkim. Farklı tarihsel aralıklar ve coğrafyalardaki farklı yapılar, türlü gerekçelerle aynı nedensellik ilkeleri bağlamında değerlendiriliyor. Su baskınları, tufan ve asteroit çarpışmaları ile ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Aslında tanrılar insanları cezalandırır. Uygarlık çöker, günün sonunda bir kahraman çıkagelir. Eskinin yüksek uygarlığını bilen bu rehberler, ilkel avcı-toplayıcılara anıtsal ölçekte yapıları inşa etmeyi öğretirler. Arkeologlar ise 'uygarlaştırıcı kahraman' mitlerine nedense inanmazlar… Hancock’a göre bu büyük yapıları çiftçilikle uğraşan veya avcı toplayıcı toplumlar yapamazdı. Üstün bir ırk veya aklın ürünü olmalıydılar!”

‘FARKLI COĞRAFYALARDA AYNI YAPI TİPLERİ İNŞA EDİLMİŞ OLABİLİR’

“G. Hancock’u dinleyince dünyada Eski Çağ tarihçileri ve arkeologlar tarafından kurulmuş bir tarikat varmış hissine kapılıyorsunuz. Sanki dünyanın bütün arkeologları birleşmiş gerçekleri bizden saklamaya çalışıyorlar. Peki ama neden? Ana akım tarihçi ve arkeologlar neden böyle bir çaba içinde olsun?" diye soran Konyar, “İnsanlar farklı coğrafyalarda aynı yapı tiplerini inşa etmiş olabilirler. Bunların birbiriyle organik bağlantısını kurmak yerine özellikle mimari ve mühendislik uygulamalarının tarihsel gelişimi çerçevesinde değerlendirmek gerek. Anıtsal ve büyük bir yapı inşa etmek istediğiniz takdirde üçgen prizma, platformlar ve teraslar halinde kademeli olarak üst üste yükselen bir yapı, statik zorunluluktur. Bu mimari model, bazen Endonezya’da, bazen Meksika, bazen de Mısır piramitlerinde, Mezopotamya zigguratlarında ortaya çıkıyor” diye konuştu

‘MİTOLOJİDE ÖYLE GİZEM YOKTUR, ANLATILAN SENİN HİKAYENDİR’

Selim Martin

Hancock’un kendini gazeteci olarak tanıtan ve aslında 100 yıl önce yayınlanmış komplo teorilerini yeni buluntularla harmanlayıp tekrar piyasaya süren “çok satan” bir yazar olduğunu ifade eden Selim Martin, Hanckok’un Türkiye’deki kazı alanlarına girmesini de eleştirerek, “Çok satmasından mütevellit, biz arkeologların ancak para ödeyerek girebildiği ören yerlerine elini kolunu ve dronunu sallayarak girmesi herkes tarafından doğal karşılanıyor herhalde” dedi. Mitolojiyi kendisine referans alan Hanckok’un tezine karşılık, “Mitolojide öyle gizemli pek bir şey yoktur. De te fabula narratur! (Bu anlatılan senin hikayendir)” diye yanıt veren Martin, şöyle devam etti:

“Öykü her söyleyenin ağzında; iklimine, coğrafyasına ve hayal gücüne göre basitçe değişen, gelişen ve buna rağmen sürekli ama sürekli tekrar edilen tek bir tanedir. Uzakdoğu efsanelerindeki dünyayı alttan kuşatan devasa ağacın kökleri gibi, öyküler de aslında aynı ifadenin tekrarlanan çeşitleridir. Yazının icadına kadar geçen sürede, sözlü gelenek dağları, ovaları ve denizleri aşmış, insanın ayak bastığı her yere yayılmıştı. Yazıyla birlikte; kurallar, düzenler ortaya çıkmış, anlatı başlangıçtaki gerçekliğinden kopmuş, imge aslından uzaklaşarak simgeye dönüşmüş oldu. Bunlarla birlikte, yazılı metinlerin tekdüze bir sistem içermesi, bilen gözler için takip edilmesi oldukça kolay bir basmakalıp öyküleme yöntemi oluşturuyordu.”

‘BİNLERCE YILIN SONUNDA GELİŞEN TAŞ MİMARİYE ŞAŞIRMAK NEDİR?’

Hanckok’un başta arkeologlar olmak üzere çeşitli bilim insanlarına hakaret ettiğini ifade eden Martin, arkeologların yaptığı işe resmi kurumlar bile saygı duymadığı için böylesi durumlara antrenmanlı olduklarını ifade etti. Soyut düşünme kabiliyetine sahip, bileşik alet üreten ve ölülerini gömen Neandertallerin Buzul Çağı'nda Avrupa ve Asya başta olmak üzere birçok yerde, çok başarılı bir şekilde yaşadıklarını söyleyen Martin, onların yalnız olmadıklarının da altını çizdi. Martin son olarak şunları söyledi:

“En az günümüzden 200 bin yıl öncesinden beri; beyni devamlı çalışan, sürekli doğayı ve çevreyi gözlemleyen, olaylar, durumlar arasında neden sonuç ilişkisi kurup sonucu lehine manipüle etmeyi başaran Sapiensler ile birlikte yaşıyorlardı. Yani bu sayın 'gazeteci' Buzul Çağı'nın sonuna bakmaktaki maharetini çağın başına ve ortalarına bakarak gösterse kim bilir daha gizemli nelere rastlayacaktı! Ayrıca, Buzul Çağı -Last Galacial Maximum- günümüzden 12 bin yıl önce değil 26-23 bin yıl önce sona erer. Bu zamandan Holosen başlangıcına kadar geçen süre, Genç Dyras gibi soğuma evrelerine rağmen, yavaş yavaş ısınan iklime adaptasyonu kolaylaştıran bir geçiş dönemi olmuştur. Açık alanda şekillenen bir yaşamı, geçici konaklama yerlerinde gittikçe daha uzun süre kalarak 10.000 yıldan fazla deneyimleyen insanlar, nihayetinde tam yerleşik yaşama ancak bu kadar tecrübeden sonra geçebilmişlerdir. Sadece taşın mimaride kullanımının bile binlerce yıllık gelişimi bu zaman diliminde gözlemlenebilir. Önce bir sıra taş üstüne dallar ve yapraklar, sonra iki sıra taş, sonra üç... Binlerce yılın sonunda gelişen bu taş mimariye şaşırmak nedir?"