Kadın özel ajanların büyük yalnızlığı…
Bir James Bond veya Jason Bourne filmini adeta ‘tersten yakalayıp’, bu sefer senaryosunu kadın başkarakter(ler) üzerine kuran ‘Kod 355’ oldukça alışılmadık bu tutumla ne yazık ki oldukça alışageldik bir sonuç çıkarıyor.
Çok uzunca bir süredir Hollywood sineması, umutsuzca erkek karakterler kadar etkili olabilecek, hatta onların daha çok kaba kuvvet ile alt ettikleri düşmanları ‘incelik’ ve ‘stil’ sahibi bir şekilde yenecek ‘kadın kahramanlar’ aradı. Bu ‘teşebbüslerin’ çoğu tamamen bir ‘duvara toslama’ olmasa da genelde beklenen başarıyı getirmedi, hatta bazen gişede fiyaskoyla sonuçlandı. Bunun en akılda kalan örneklerinden biri olarak 90’lı yıllarda ‘The Long Kiss Goodnight’ ve ‘Cutthroat Island’ filmleriyle şansını deneyen ve ciddi bir başarısızlıkla karşılaşan Geena Davis’in canlandırdığı rolleri sayabiliriz.
Buna karşılık öne çıkan Michelle Rodriguez gibi bazı istisnai örnekler anabiliriz ama onun da ‘dominant’ yönünün genelde, ‘The Fast and the Furious’ serisinde, Vin Diesel’in yanında içkileri ‘fondip’leyip, arabaları kullanmakla sınırlı kaldığını göz önüne alırsak, gerçek kadın kahramanların sayısı oldukça az kalıyor... Böyle ‘çorak’ bir durumda Jessica Chastain ismi bir bakıma ‘bayrağı devralıyor’ ve kendisinin de yapımcılarından biri olduğu bir ‘kadın gizli ajanlar’ macerası sunuyor.
Bir James Bond veya Jason Bourne filmini adeta ‘tersten yakalayıp’, bu sefer senaryosunu kadın başkarakter(ler) üzerine kuran ‘Kod 355’ oldukça alışılmadık bu tutumla ne yazık ki oldukça alışageldik bir sonuç çıkarıyor.
Sonuç olarak karşımızda olan güçlü kadın oyuncularıyla hoş bir hava estiren, tempolu ve hareketli bir anlatım sunan ama ne senaryo ne de karakterler bazında ‘klişelerin’ pek dışına çıkabilen, ortalama bir yapım…
BİR KEZ DE DÜNYAYI BİZ KURTARALIM!
Yönetmen Simon Kinberg (‘X-Men: Dark Phoenix’) ve Theresa Rebeck (ünlü bir Amerikalı senarist ama kendisi ‘Catwoman’ filminin sorumlusu!) ikilisi erkek karakterlerin ‘tekelinde’ olan bir film türünü kadınlara uyarlayarak değişik bir film yapmak istemişler ama sanki bu sırada farklı bir senaryo ve olay örgüsüne pek kafa yormamışlar gibi duruyor.
Hikayesini, ‘Üçüncü Dünya Savaşını’ başlatabilecek bir ‘işletim’ kartının peşinde olan kadın ajanlar olarak özetleyebileceğimiz film, belki de bu tarzda görebileceğimiz en basit senaryolardan biri üzerinden ilerliyor.
Dolayısıyla asıl ilgilendiğimiz bu ölümcül ‘hard disk’ peşinde olan özel ajan kadın ‘dörtlüsü’’ (sonra beş oluyorlar!) oluyor. Amerikalı CIA ajanı Mace (Jessica Chastain), Almanya gizli servisine çalışan Marie (Diane Kruger), İngiliz ajan Khadija (Lupita N’yongo) ve gizli teşkilatta 'psikolog' olarak çalışan, Kolombiyalı Graciela (Penelope Cruz) sadece adına çalıştıkları ülke ve etnik kökenleri açısından değil, aynı zamanda uzmanlık alanları ve karakterleri açısından da oldukça farklılar: Eski ortağı CIA ajanı Nick’le oldukça hassas bir ilişkisi olan Mace, oldukça donuk, soğuk ama aynı zamanda da son derece profesyonelce davranan, biraz androjin tarzda genç bir kadın ajan… Marie ise yine profesyonel olmasına rağmen daha çok içgüdülerine göre hareket eden ve ‘önce ateş edelim, sonra konuşalım’ düşüncesinde bir saha ajanı. İkisinden de daha aklıselim ve mantıklı duran Khadija grubun teknolojik ‘beyni’… Biraz rastlantısal bir şekilde kendini bu grubun içinde bulan Graciela ise silah görmekten bile korkan, psikolog görevi dışında asla gizli bir operasyonda yer almamış, dolayısıyla bu grubun en zayıf, en savunmasız ama gerçek hayatta da bir ailesi olan tek üyesi… Bütün bu özellikler belki kahramanları çok derinleştirmiyor ama en azından silik, kopya karakterler gibi durmuyorlar. Bu da kendi çapında bizce pozitif bir şey…
AKSİYON SEKANSLARINDAKİ KESİLMELER…
Aslında filmde ilk dakikalardan itibaren başlayan, teknik açıdan başarılı, dur durak bilmeyen, nerdeyse hiçbir ‘ara’ vermeyen bir aksiyon dozu var. Hatta ender ‘sakinleşen’ sekanslarda bile bu süreçler sert bir saldırı veya baskın ile kesiliyorlar. Karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilmiyoruz ama bizce film, bu aksiyon temposu açısından aslında cinsiyet bağlamında tam karşısında olan, ‘testosteron’ yüklü süper kahramanlarını sunan ‘Expendables’ serisini çağrıştırıyor.
Yönetmen film boyunca heyecanlı takip, silahların arka arkaya patladığı çatışma ve yumruk yumruğa dövüş sekanslarını ‘cömert’ bir şekilde ‘boca ediyor’ ama bu sahnelerde bile bazen ‘tutarsızlığa’ kadar giden kesilmeler var. Filmdeki sabit ve akıcı görüntülerin, yerini birden hareketli ve sarsıntılı görüntülere bıraktığı, dengenin kaybolduğu sahneler mevcut. Örneğin, bir sekansta Mace arka bir odada rakibiyle dövüşürken, bu esnada binanın ön tarafında, bir müzayede salonunda bir açık arttırma gerçekleşiyor. İki olay tabii ki paralel bir şekilde akıyor ama ikisi arasındaki kamera ‘alakasızlığı’ sanki iki ayrı film izliyormuşuz hissiyatı veriyor. Aynı şekilde Fas’ın sokaklarında geçen bir sahnede ajanlarımız ‘hedefteki’ bir adamın cebinden bir şey ‘yürütmek’ istiyorlar. Sekanstaki kamera kullanımı ve hareketli kurgu net bir şekilde izlememizi engelliyor ama bu, filme bir enerji olarak değil bir ‘karmaşa’ olarak yansıyor.
EYLEMLER DEĞİL EYLEMCİLER…
Aslında film aksiyon sekanslarıyla dolu bir şekilde akarken bir şey dikkatimizi çekiyor: Gerçekten ilginç olan bu atlamalar, takipler, çarpışmalar vb. şeyler değil; daha çok karakterler arasındaki etkileşimler… Başka bir deyişle yönetmen (bizce bilinçsiz bir şekilde) kadınlar arasındaki ‘interaktiviteyi’ görsel tarafı yüksek sahnelerinin arasını ‘doldurmak’ için kullanmak istese de bu durum kendiliğinden hikayenin güçlü yanı haline geliyor. Örneğin Mace ve Marie arasındaki aşk/nefret ilişkisi hikayeyi ayağa kaldıran bir etken… Aynı şekilde Khadijah filmdeki asıl görevine ara verip, yani bilgisayarının başından kalkıp gerçek hayattaki sevgilisini aradığında çok daha insani ve bir anlamda ‘gerçek’ oluyor. Gerçek hayattaki ilişkiler açısından ‘aslan payı’ tabii ki Cruz’un canlandırdığı Graciela karakterinin oluyor. Çalıştığı gizli teşkilattan tamamen kopuk olmasa da, sevecen bir ailede bir annenin, her gün ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalması basit bir ‘durum komedisine’ düşebilecekken, Cruz’un bu sahneleri ciddiyetle oynaması karakterini daha ‘cana yakın’ yapıyor.
Bizce ‘Ocean’s Eleven’ gibi filmlerin ‘Ocean’s 8’ gibi kadın versiyonunu çekmek veya ‘Charlie's Angels’ gibi zaten kadın başkarakterlerden oluşan ‘kült’ bir dizinin ‘remake’ini yapmak takdir edilesi (!) bir niyet taşısa da, sonuç çok tatmin edici olmuyor, filmde bir şeyler eksik kalıyor. Bizce bu durum, senaryolarının kısırlığından, zayıflığından kaynaklanıyor.
‘Code: 355’te de durum farklı değil yoksa bu oyuncularla çok daha üstün bir film izleyebilirdik. Sadece ‘eh işte!’ diyebileceğimiz bir yapım değil!