İşgal altındaki Filistin’de kadın ızdırabı ve mücadelesi
1987’de ilk intifada başlamadan yıllar önce, Filistinli kadınların rolü, sadece cephe gerisinde hayır işleri ve gönüllü sivil/toplumsal faaliyetlerle sınırlıydı. İntifada sürecinde niteliksel bir değişim yaşandı. Kadınlar, sokağa çıktılar; sivil itaatsizlik mücadelesinde aktif siyasete katıldılar. Uzak durdukları siyasi partilere, devrimci hareketlere üye oldular.
Faik Bulut
Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu (KESK) tarafından 13-14 Nisan’da gerçekleştirilen ikinci Ortadoğu Barış Konferansı sırasında bölgenin genel sorunları şu başlıklarla ele alındı: Ortadoğu’nun Tarihsel Arka Planı ve Değişen Dengeler, Filistin Sorunu ve Barış, Kürt Meselesi ve Barış, Ortadoğu Savaş Kıskacında Kadın ve Barış, Ortadoğu’da Emek (göçmen işçilik, mültecilik); Barışın Örgütlenmesi ve Somut Öneriler.
İlk günkü oturumlara ilgi hayli yoğundu; ikinci günde sayı azaldı ama tatmin edici bir seyirci kitlesi vardı. Hem ilgi alanıma girdiğinden hem de Filistin meselesinin konuşulduğu oturumda moderatör olmam hasebiyle iki günümü bu etkinliğe ayırdım. Benim açımdan savaş, çatışma ve krizlerin hiç bitmediği bu geniş coğrafyada, kadınların ve emekçilerin içinde bulundukları konuma dair daha fazla bilgiye ihtiyacım vardı. Birçok Arap ülkesinden gelmiş olan konuya vakıf insanların konuşmalarını dinledikçe, özellikle kadın ve emek hareketi noktasında hem bilgi sahibi oldum hem de meselenin özünü kavramaya çalıştım. Bu bağlamda cinsiyet sorunlarını bulundukları ülkeler bağlamında anlatan kadınların sunumları hayli ilginçti. Herkesin ama özellikle kendi ilgi alanlarına giren konularda, Türkiye’deki kadın hareketi temsilcilerini orada görmek isterdim. Ne yazık ki, siyasi olanların dışında gözüme ilişen fazla kimseyi göremedim.
Tunuslu Halk Cephesi Milletvekili Mubareke Brahimi, ülkesindeki kadın hareketinin kazanımlarını ve ayaklanma sonrası İslamcıların bu hakları gasp etmelerine yönelik ideolojik, siyasi ve hatta paramiliter baskılarını anlattı. Hemen her fırsatta Müslüman Kardeşler Hareketi'nin Tunus’taki uzantısı el Nahda partisine sert eleştiriler yöneltti. Kadınların haklarını ararken, karşılarına dikilen radikal İslamcılara karşı mücadelelerinden söz etti. Bahreynli aktivist Samiye Heyl ise, bir zamanlar ülkesinde iyi eğitim alıp bazı kazanımlar elde eden kadınların İnci Meydanı’ndaki halk protestolarına katılmalarına ve arkasından tutuklanıp evlerde bile baskı görmelerine dair bilgiler aktardı. Söz gelimi rejime muhalif olan bir kocanın kadın eşi, kimlikten mahrum bırakılabiliyor; eşinden boşanmaya zorlanıyor, çocukları, babasının adıyla nüfusa kaydedilmiyor. Dolayısıyla çocuklar gelecekte eğitim ve benzeri vatandaşlık hizmetlerinden yoksun kalabiliyor. Lübnanlı Prof. Dr. Hüda Rızq ise Yemen, S. Arabistan, Körfez ülkeleri, Suriye (Arap, Ezdi ve Kürt kadınlarının), Libya, Irak’ta (Hıristiyan ve Alevi inançlı kadınların, özellikle Şengal bölgesinde Ezdi ve Sünni Kürt kadınlarının) ve Türkiye’deki kadınların çatışma/savaş sürecinde maruz kaldıkları her türlü baskı, ıstırap, eziyet ve cinsiyet ayrımcılığına dair bol örnek sundu. Mubareke Brahimi ile Hüda Rızq, bana özel olarak bu konuda kapsamlı birer yazı göndermeye söz verdiler. Vakit el verirse, elime geçtiğinde bunları birer makale halinde yayınlamayı düşünüyorum. Bu bölümde ilginç bir bir olay yaşandı: Her üç konuşmacının kadın kazanımlarına dair verdikleri bazı örnekler arasında Rojavalı kadınlara dair bir söz etmemeleri, Kürt dinleyicilerin dikkatini çekti. Soru-cevap bölümünde, Kürt dinleyicilerden bazıları biraz da tepkisel olarak Rojavalı kadınların siyasal-toplumsal alandaki başarılarını aşırı vurgu yaptılar. IŞİD ve benzeri İslamcı çetelerin yenilmesinde YPG’li kadınların rolünü ön plana çıkardılar. Rojavalı kadınların bu yanlarıyla dünya medyasında ve siyaset çevrelerinde çok konuşulmasına rağmen, sunum yapanların niçin bundan hiç bahsetmediklerini sorgular tarzda dile getirdiler. Ayla Akat, genel olarak partisinin bakış açısıyla kadının durumu ve Kürt kadınlarının sosyo-politik gelişme aşamalarını anlattı. Bu arada Kürt kadınlarının barış süreçlerinde oynadıkları rollerine değindi. Filistin Kadınlar Komiteler Birliği Yöneticisi ve Yürütme Kurulu Başkanı Ebir Ebu Hıdeyr, uzun ve güzel bir sunum yaptı. Cins ve cinsiyet ayrımının, daha doğrusu erkek egemen toplumlarda (Ortaçağ'dan başlayıp günümüze kadar uzanan bir süreçten bahsetti) kadının feodal dönemde 'cariye', 'köle' ve 'uşak' konumuna değindi. Emperyalist ve kapitalist dönemde ise kadının bedeniyle, işiyle, hizmetiyle ve sosyal varlığıyla patronuna veya eşine ait bir mülkmüş gibi muamele görüp sömürüldüğünü vurguladı. Sömürgecilerle emperyalistlerin, sömürge ülkelere muamelesinin de erkek egemen zihniyetin bir ürünü olduğunu belirtti. Filistinli kadınların trajik durumunu emperyalist, Siyonist ve erkek egemen bir bağlantı üzerinden yorumladı. Maksadım, onu dinledikten sonra kendisiyle kapsamlı bir söyleşi yapmaktı. Ancak “hepsi burada yazılı” diyerek elindeki Arapça tebliği bana verince, aşağıdaki gibi özetlemiş oldum:
“Filistinli kadınlar, toplumun yarısını oluşturuyor. Eğitim düzeyinde yüksek okullarda görevli kadınların oranı erkeklerinkinden daha fazladır. Arap ülkelerindeki kadınlarla karşılaştırılmayacak kadar ileri düzeydedir. Buna rağmen çalışma hayatına katkıları hâlâ sınırlıdır. Çünkü bilimsel tecrübeleri eksik ve kendilerine yeterli çalışma fırsatı tanınmıyor. Keza erkek egemen mirasın egemen olduğu gelenekler yüzünden dışarıda çalışmalarına izin verilmiyor. Ayrıca kadın olmaları hasebiyle evlilik/gebelik halleri ve çocuk sahibi olmaları da çalışma yaşamına katılmalarını sınırlayan etkenlerdir. Kadının üretimdeki rolü ve iş piyasasındaki geri konumu, birçok faktörden olumsuz etkileniyor: Ortaçağ'dan kalma toplumsal adetler, kadının sadece belirli alanlarda (sektörlerde) çalışmasını dayatıyor. Kalkınma planlarının bulunmayışı, yeterli ölçüde kadın istihdamını engelliyor. Bağlantılı biçimde kadınları eğitim ve mesleğe hazırlama programları büyük eksiklikler içeriyor. İş yasaları da kadınlar açısından noksan ve yetersizdir. Dolayısıyla iş sahasında kadınlara pozitif değil, negatif ayrımcılık yapılıyor. İsrail işgali nedeniyle Gazze ve Batı Şeria’daki trajik (acınası) durum, yukarıdaki olumsuzlukların üstüne tüy dikiyor.
1987’de ilk intifada (İsrail işgal ve tahakkümüne karşı sivil başkaldırı; birincisi 1987-1993 ve ikinci intifada 2000-2005) başlamadan yıllar önce, Filistinli kadınların rolü, sadece cephe gerisinde hayır işleri ve gönüllü sivil/toplumsal faaliyetlerle sınırlıydı. İntifada sürecinde niteliksel bir değişim yaşandı. Kadınlar, sokağa çıktılar; sivil itaatsizlik mücadelesinde aktif siyasete katıldılar. Uzak durdukları siyasi partilere, devrimci hareketlere üye oldular. Yetmedi, silahlı fedai eylemlerinde aktif militan olarak yer aldılar. Ön saflara atıldılar; kimileri ciddi devrimci girişimlerde bulundular, bazıları da mücadelenin öncüleri haline geldiler. İşgal kuvvetleriyle göğüs göğse çatıştılar; yakalanıp tutukevlerine atıldılar. Bahsedilen bu olaylar, kadınlar arasında ve bilhassa Filistin toplumunda bilinç sıçramasına yol açtı. İntifadadaki bu rolü, kadının değerinin bilinmesini, saygı görmesini ve yerel düzeydeki karar mekanizmalarına katılmasını sağlamış oldu. Böylece ilk intifada, kadının devrimdeki/ayaklanmadaki rolünü tescil etmiş oldu. Başkaldırının vazgeçilmez unsuru haline gelen kadın, alana çıktı; çatıştı, örgütlendi, oturma eylemleri yaptı, bildiri dağıttı, fedai eylemlerine yardım etti ve yerel düzeylerde kurulan direniş komitelerine fiilen katıldı. Ekonomik kuşatma altına alınan halkın temel ihtiyaçlarının (gıda maddeleri, ilaç, vs) temin edilmesini sağladı, istihbarat topladı ve ilgilisine iletti.
Sendika ve örgütlenme düzleminde kadınlar eğitim, sağlık, ekonomi alanlarında büyük yardımda bulundular. İşgalci İsrail’in dayattığı sıkıyönetim, olağanüstü hal, sokağa çıkma yasağı gibi büyük kuşatmalar sırasında bile kadınlar, kitlelere (özellikle öğrencilere ve çocuklara) yönelik yatay ve dikey eğitim vermekten vazgeçmediler. Evleri, dersliklere ve dershanelere dönüştürdüler. Eğitim olayını, işgalcinin bastırıcı, inkârcı ve imhacı siyasetlerine karşı bir direnme silahı gibi kullandılar. Aile kurumunun moral ve ruhsal bakımdan yozlaşıp çökmesini engellediler. Aynı faaliyetler, şehit ve tutuklu ailelerine destek olma bakımından da devam etti. Bazı kadın komiteleri, ağır ekonomik ambargoya karşı ayakta durabilmek için kendine yeterli ekonomik alan yarattılar. Geleneksel yollarla ürettikleri ürünleri depolama ve koruma altına alma yollarını buldular.
Filistin İstatistik Merkezi’nin 8 Mart 2018 tarihli verilerine göre; çalışma yaşındaki kadınların 2017’deki kayıtlı işgücüne katılma oranı yüzde 19 idi. 2001’de bu oran yüzde 16.3 idi. Aynı dönemde erkek çalışanların oranı yüzde 71.2 olarak kayda geçmiş. Kadınların günlük ücreti 84.6 şekel (İsrail para birimi; 1 şekel 0.28 dolar), erkeklerin ise 119.6 şekel. İşsiz kadınların oranı yüzde 47.4 iken erkeklerinki yüzde 22.3 şekel. 15-29 yaş kümesinden işsiz kadınların oranı daha yüksek; yüzde 65.8. On üç yıl boyunca eğitim görmüş kadınların yüzde 53.8’i işsiz.
İsrail egemenliğindeki topraklarda çalışmak zorunda kalan Filistinli kadınların karşılaştıkları sorunlar şöyle sıralanabilir: Ruhsatsız veya izinsiz işte çalıştıkları için herhangi bir güvencelerinin olmaması; izinsiz olmalarından ötürü yaşadıkları mekânlardan çıkıp İsrail iş alanlarına geçebilmek için peşi sıra dizilmiş yol kontrollerinde gördükleri kötü muamele, engelleme ve maksatlı geciktirmeler. Bu yüzden 12-14 saat boyunca çalışmak zorunda bırakılmaları. Her türlü cinsel ve etnik tacize maruz kalmaları. Sağlıksız koşullarda çalıştırılmaları; ilaç ve tıbbi tedavi yokluğu. Hastalanan kadınların ambulans çağrılmadan kovulmaları yahut evlerine yollanmaları. Mesleki hastalıklara maruz bırakılmaları. Türlü baskı ve sömürü yöntemlerine açık hale gelmeleri (düşük ücret karşılığında uzun çalışma saatleri, sadece tarım sektöründe çalışmalarına müsaade edilmeleri). İş arayıp bulma konusunda erkekler kadar serbest olmamaları nedeniyle simsarlar (amele çavuşları, komisyoncular gibi) aracılığıyla iş bulabiliyorlar ki, bu da onlara da fazladan bir komisyon ödemeleri demektir. İş hayatında mobbing (çalışma esnasındaki her türlü baskı yöntemi) uygulaması.
Filistinli tutsak kadınlara gelince, şu söylenebilir: İşgalci siyonist hapishanelerinde kadın-erkek 7 bin 200 Filistinli esir bulunuyor. 10 Nisan’dan beri bu tutsakların tümü insanlık onurundan ve ulusal davalarından vazgeçmediklerini göstermek için siyonist iktidarın her türlü baskı yöntemine karşı grev başlattılar. Çünkü siyonist işgalciler, bir şekilde tutukevleri ve esir kamplarına sokulan cep telefonları ve benzeri iletişim araçlarının kullanılmasını (dışarıyla irtibatlarını kesmek amacıyla) yoğun radyasyon yayan teknik engelleme aletleri (jammer ve benzeri) devreye sokuyorlar. Yüksek dozdaki bu radyasyon sadece cep telefonlarını engellemekle kalmıyor, aynı zamanda tutsakların sağlığını ciddi oranda tehlikeye sokuyor. Kansere yakalanma riski giderek artıyor. Bu, Filistinli kadın ve erkek esirlerin ruhsal ve fiziksel dengelerini bozmak, kökten tahrip etmek anlamına geliyor. Keza tutsakların tutukevlerinde kendi aralarında düzenledikleri siyasi ve akademik eğitimi de tümüyle bitirmeyi amaçlıyor. Filistinlinin kurtuluşçu ve özgürlükçü ruhunu öldürmek suretiyle onların boş bir çuvala dönüştürülmesi amaçlanıyor, İsrail tutukevlerinde toplam 53 Filistinli kadın bulunuyor. Son zamanlarda tümü birden Şaron Cezaevi’nden Damon Hapishanesi'ne nakledildiler. Esasen birbirinden daha berbat olan bu hapishaneler arasında Şaron Cezaevi, kötünün iyisi durumundaydı. Anlaşılan işgalci Siyonistler, Filistinli kadınların bir nebze bile olsa rahat nefes almalarına tahammül etmediler. Nakil işlemini gerçekleştirdiler. Taşınırken onların şahsi eşyalarını (giysileri, aile fotoğrafları, kitap, not alınmış kâğıtlar, mektuplar gibi) kendilerine vermeyi reddettiler. Daha önemlisi hapishanelerin her köşesi, kamerayla donatılmış. Banyo ve tuvalet gibi yerlerde bile kameralar bulunuyor. Toplu banyo yerleri ve kabinleri bulunmuyor. Tersine, duvarla ve kapıyla korunmamış; ulu orta konulmuş banyo yahut duş kabinleri her taraftan, bırakın kameraları, çıplak gözle bile izlenebiliyor. Hapishanelerdeki yüksek rutubet oranı aşırı çöl sıcağıyla birleştiğinde, kadınların bedenleri yavaş yavaş çürüyor. Hastalıklar peyda oluyor. İçme veya temizlik amacıyla kullanılan sular asla sağlıklı değil.
(Arapların tarihi yerleşim yeri sayılan) Doğu Kudüs’te yaşayan Filistinli kadınların hal ve vaziyetleri de berbat. Çünkü İsrail, Doğu veya Batı Kudüs demeden, bu tarihi şehri kendi atalarının miras bıraktığı şehir olarak kabul ediyor. Bu konuda “Kudüs’ü ezeli ve ebedi Yahudi milletinin başkenti” ilan eden bir parlamento yasası var. (İsrail ile FKÖ arasında) 1993 yılında imzalanan uğursuz Oslo Çerçeve Anlaşması’ndan sonra İsrail, Kudüs çevresinde dört büyük Yahudi yerleşim birimi (yahut uydu kent türü) kurdu. Kudüs ile yakın çevresini (Filistin köyleri veya beldeleri) ayıran utanç duvarını inşa etti. Bu bahaneyle büyük ölçüde Filistinlilere ait arazilere el koydu. Filistinlilerin simgesi (hatta kıblesi) sayılan Doğu Kudüs’ü siyasi, ekonomik, idari bakımdan Batı Şeria’daki hinterlandından (arka bahçesinden) tecrit etti. İnşaat ruhsatı yok bahanesiyle bu eski şehirdeki evlerin önemli bir kısmını yıktı. Duvar bölünmüş ailelerin birleşmesini önlüyor; dolayısıyla çocukların nüfus kayıtlarına geçmesini engelliyor. Kudüs’ün kültürel varlık ve mirasına karşı soykırım uyguluyor. ABD Başkanı Trump’ın, bu şehir üzerindeki egemenliğin İsrail’e ait olmasını resmen ilan etmesinden sonra, Kudüs’ün Yahudileştirilme süreci iyice hızlandı. Demografik ve etnik temizlik operasyonları (siyasi, askeri ve kültürel düzlemde) başladı. Kudüslü Filistin kadınları çeşitli yol ve yöntemlere anayurdu olan bu kadim şehirden göç ettiriliyor; tehcire tâbi tutuluyorlar, kovuluyorlar; Filistinli kimliğinden arındırılmaya çalışıyorlar. Kendilerine yıllar önce verilmiş olan (1967 işgalinden sonra) özel mavi kimlikler nedeniyle artık 1948 yılında işgal edilen ve şimdi İsrail resmi toprağı sayılan bölgelere gitmeleri yasaklanıyor.
Bütün bu baskı, mezalim, işkence ve eziyetlere rağmen Filistinli kadınlar, ulusal kurtuluş mücadelelerinden asla vazgeçmiyorlar. Çünkü onların 1919’dan beri Filistin’e sahip çıkma ve uğruna kavga verme azimleri var. Nitekim 1919’da ilk Filistin Kadın Kongresi Kudüs şehrinde toplanarak sömürgeciye (İngiltere) ve desteğindeki işgalciye (Siyonist çeteler) karşı direnme çağrısı yapmıştı. Günümüzde ise, erkeklerin tutsak oldukları, katledildikleri veya sürgün edildikleri her dönemde Filistinli kadın, hem baba hem anne rolünü aynı anda üstlenerek hayatta kalma mücadelesine ek olarak işgalciye karşı direnme görevini yerine getiriyor.”