Nafaka tartışmalarında iktidarın ve medyanın tavrı
Bugün hepimizin gündemini meşgul eden yoksulluk nafakasına ilişkin tartışmaları bir yapbozun tek parçası olarak düşünebiliriz. 6284 no'lu kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair kanun, İstanbul Sözleşmesi gibi kadının toplumda güçlenmesine hizmet eden tüm kazanımlar medya organlarında bunun toplum yapımıza ters olduğu iddia edilerek hedef alınıyor. Hükümet tarafındaysa bu kanun ve sözleşmelerdeki hükümler göz ardı edilebiliyor.
Hilal Dikmen*
2016’daki Boşanma Komisyonu Raporu’nda ilk kez karşılaştığımızdan bu yana yoksulluk nafakasına süre sınırı getirilmesine yönelik tartışmalar gündeme oturdu. Hükümet yetkilileri ve çoğu zaman hükümetin gündeminin belirleyicisi rolünü üstlenen birtakım medya organlarında bu tartışmalar için benimsenen söylemi irdelemek önemli bir mesele haline geldi. Çünkü bu söylemler, boşanmış kadınlara karşı yanlış bir algı yaratıyor ve kendini nafaka mağduru olarak tanımlayan kişilerin talepleri ve hikâyelerini de bağlamından koparıp başka bir şeye dönüştürüyor.
İktidarın 2010 referandumuyla yerini sağlamlaştırmasının ardından “kadın erkek eşitliği fıtrata terstir” minvalinde söylemler açıktan dile getirilir oldu. Aşırı muhafazakâr çizgisiyle bilinen hükümet yanlısı medya organlarındaysa yoksulluk nafakası tartışmaları yalnızca boşanmış kadınları hedefe koyuyor, çiftler arasında yaşanan sorunların birincil çözümü olan toplumsal cinsiyet eşitliğine saldıran bir tavır benimsiyor. Bu tavır hem boşanmış erkeklerin hem de boşanmış kadınların sorunlarına yönelik bir bilgi kirliliğine de neden oluyor. Örneğin, 2018 yılında farklı mecralarda yayımlanan “Nafaka artırımı istedi, duruşmaya nişanlısıyla geldi!” konulu haberde konu olan kadın için oluşturulan “ahlaksız kadın” imajı tüm nafaka alan boşanmış kadınlara karşı takınılan saldırgan tavrın en akılda kalıcı örneklerinden biriydi. Oysa kadının iştirak nafakasını (yani çocuğa ödenen nafaka) artırma talebiyle duruşmaya geldiği bilgisi sadece konunun peşine düştüğünüzde öğrenebileceğiniz bir “ayrıntı” olarak kaldı.
Toplumun tamamını ilgilendiren konularda devletin ve doğrudan ilişkili olduğu medya organlarının kime kulak verip kime kulak tıkadığı, sahiplenilen politikalar ve yol haritaları konusunda fikir edinmemiz için önemli bir göstergedir. Medyanın kendi gündemine göre kişilerin anlatılarını çarpıtmaktan çekinmediği hikâyeler sadece kadınların değil erkeklerin hikâyelerine de zarar veriyor. Gitgide zorlaşan ekonomik koşullarda ev kirası, günlük yaşam masraflarının içinde 150-250 TL gibi nafaka miktarlarını karşılayamadığını anlatan erkekler aslında ülkedeki yoksulluk düzeyine dair hikâyeler anlatıyorlar. 2018 verilerine göre kadınların iş gücüne katılım oranı yüzde 34,9 iken erkeklerinki yüzde 73,52. Ekonomik güce erişim bakımından daha iyi durumda olan erkeklerin yoksulluk hikâyeleri buyken kadınların yoksulluğunun ne düzeyde olduğunu tahmin edebiliyoruz. Fakat hükümet yanlısı medya organlarındaki söylemler bu yoksulluğun nedeni olarak sadece kadınları işaret etmekten çekinmiyor. Bir tarafı dinleyip diğerini göz ardı eden, dinlediği tarafın sorunlarını da yalnızca kadınlara fatura eden bu tavır, taraflar arasında bir diyalog oluşturmayı kaygı edinmezken toplumun farklı kesimlerinin, kadınların ve erkeklerin yaşadıkları toplumsal, ekonomik ve duygusal zorlukları konuşabilmelerini, birbirlerini anlamalarını imkânsız hale getiriyor.
Aile, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk, Mart 2019’da BM’deki konuşmasında şunları söyledi:
“Bizim için önemli olan, bakanlık olarak aslında en büyük gayemiz, ailenin sağlıklı bir şekilde korunması ve sağlıklı bir aile ortamında geleceğe öz güvenle bakan çocuklarımızı yetiştirebilmek. Temel arzumuz da boşanmaların hiç olmaması. Tabii ki bazı durumlarda boşanmalar gerçekleşebiliyor ve bu boşanmalar gerçekleştiği zaman da hiçbir tarafı mağdur etmeyecek şekilde bir çözüm bulunması taraftarıyız.”
Bu tartışmalardaki tüm tarafların kabul ettiği şeylerden biri şu: Hiç kimse boşanmak için evlenmez. Fakat hiç kimse mutsuz bir evlilik sürdürmek de istemez. Bu bakımdan yoksulluk nafakasını “boşanmaları önlemek” kaygısıyla birlikte anmak pek doğru değil, çünkü Medeni Kanun’da kişileri mutsuz evlilikleri sürdürmeye mecbur kılacak herhangi bir değişiklik sağlıksız nesillerin yetişmesinin ve halihazırda var olan eşitsizliklerin derinleşmesinin bir nevi garantileyicisi olacaktır.
İlgili bakanlıklar yoksulluk nafakasına yönelik kimseyi mağdur etmeyecek bir düzenleme peşinde olduklarını söylerken şu iki konuyu atlıyorlar: Nafakanın süreli olması halinde süre bitiminde hâlâ yoksulluk içerisinde olan kişilere devlet nasıl bir yardım planı sunuyor? Eğitimsiz, çalışma hayatını tanımayan kadınların istihdamına, eğitimine, güvenceli işler bulabilmesine, çocuklarının bakımına yönelik politikalar geliştiriliyor mu, adımlar atılıyor mu? İlk soru, nafaka mağduru olduğunu söyleyen kişiler arasında öne çıkan bir grubun talepleri arasında bulunuyor. Bu tartışmalarda bu iki soru da cevapsız bırakılıyor ve esasında iktidarın kaygıları arasında bu iki soruyu cevaplamanın bulunmadığını görüyoruz.
Son üç senedir iktidarın gündemini meşgul eden bu konuda elimizde hiçbir istatistik bulunmaması, tahmini sayılar üzerinden konuşulması da genel tutumun bir başka önemli göstergesidir. Kaç kişi nafaka alıyor? Ortalama miktarlar nelerdir? Kaç kişi nafakasını tahsil edemiyor? Kaç kişi yoksulluk nafakasını ödemediği için tazyik hapsine çarptırıldı? İşsiz olduğu halde nafaka ödemesine hükmedilen kaç kişi oldu? Adalet Bakanlığı’ndan ne bu verilere dair bir adım görebiliyoruz ne de bu konuda kendi çalışmalarını yürüten barolara bir devlet desteği mevcut. Taslağı çizilmiş bir planın içini doldurmaya çalışır gibi tahmini sayılar ve kanıtlanması çok da önemsenmeyen iddialar üzerinden toplumun tamamını etkileyecek değişiklikler yapmak hiçbir tarafın mağduriyetini gidermeyeceği gibi eşitsizlik uçurumunu daha da derinleştirecektir.
Yoksulluk nafakasının bir gündem olarak karşımıza çıkmasının en önemli nedenlerinden biri de içinde bulunduğumuz ekonomik kriz. Kadını ailenin içine mahkûm etmek devlet için nüfusu ekonomik bakımdan da kontrol edebilmek anlamı taşıyor. Burada tartışmaların tüm taraflarının dikkat etmesi gereken şey şu ki, kadınların özgürlüğüne yönelik bu eşitlik karşıtı politikalar hiçbir kadını birbirinden ayırmıyor, bu konuda “geri” atılan her adım, yalnızca nafaka alan boşanmış kadınları değil, toplumdaki her bir kadını ve dolayısıyla erkeği doğrudan ilgilendiriyor. Kadının toplumdaki statüsünü tehlikeye sokacak kadına yönelik nefret oluşturan resmi ve medyadaki söylemler, kadını güçlendirmeye yönelik politikaların göz ardı edilmesi, kazanılmış tüm diğer hakları bir sorun haline getirmek, yalnızca boşanmış kadınları değil, boşanmış erkekleri, onlarla evlenen kadınları, anneleri, bekâr kadınları ve erkekleri, henüz doğmamış çocukları dahi ilgilendiriyor.
Bugün hepimizin gündemini meşgul eden yoksulluk nafakasına ilişkin tartışmaları bir yapbozun tek parçası olarak düşünebiliriz. 6284 no'lu kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair kanun, İstanbul Sözleşmesi gibi kadının toplumda güçlenmesine hizmet eden tüm kazanımlar medya organlarında bunun toplum yapımıza ters olduğu iddia edilerek hedef alınıyor. Hükümet tarafındaysa bu kanun ve sözleşmelerdeki hükümler göz ardı edilebiliyor. Oysa yoksulluk nafakasına ilişkin cinsiyet gözetmeyen 175'inci madde gereği büyük oranda kadınlara nafaka hakkı verilmesi tam da kadını ikincil konuma iten toplumsal yapımız yüzündendir. Aşırı sağın dünyanın diğer bölgelerinde de yükselişiyle birlikte dünya çapında bir “toplumsal cinsiyet eşitliği karşıtı hareket”ten bahsedebiliyoruz. Kadın veya erkek, toplumun her bir bireyini doğrudan ilgilendiren bu kaosun adını doğru koymak, gerçekten eşit bir topluma ulaşma gayesiyle yürütülecek mücadeleyi güçlendirecektir.
*Koç Üniversitesi, Karşılaştırmalı Tarih ve Toplum Çalışmaları