Ceren Akçabay: Aslında feminizm 'Ezilenlerin beyanı esastır' diyor

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Ceren Akçabay, gelmekte olduğu düşünülen dördüncü dalga feminizmine Türkiye’nin örnek gösterildiğine dikkat çekiyor. Akçabay, “Bugün sınırlarda açlıkla, hastalıkla boğuşanların çok büyük bir kısmı kadınlar. Biz kendi hayatlarımızdan biliyoruz, en kötü şeyin bize rast geleceğini… Evet, kadınlar barıştan yana olmak zorundalar ve bunu dile getirmeleri bir tesadüf değil. Barış Akademisyenleri’nin büyük bir kısmının kadın olması da bir tesadüf değil” diyor. Akçabay şunları söylüyor: "Tartışmanın düğümlendiği noktalardan biri politik sloganlardan biri olan “Kadının beyanı esastır” yaklaşımı. Ben bunun aslında feminizm tarafından “kadının beyanı esastır” şeklinde söylenmediğini ya da en azından artık söylenmemesi gerektiğini, “Ezilenlerin beyanı esastır” şeklinde söylenmesi gerektiğini düşünüyorum.

Google Haberlere Abone ol

İSTANBUL - Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden ihraç edilen Yrd. Doç. Dr. Ceren Akçabay’la Kadıköy’de buluştuk. Röportajın bir yerinde öğrencileri geldi. Sarıldılar. Öğrencilerden biri iş görüşmesine gideceğini paylaştı. “İyi olun hocam” denildi. “Siz yolunuza devam edin yeter” diyerek yanıt verdi Ceren hoca. İhraçların yaşattığını, uzun cümlelerle anlatmaya güç bırakmayan sadece birkaç dakika… Sonra sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik.

Feminist hukuk alanında çalışan, son olarak Ann Scales’in “Hukuki Feminizm” (Aktivizm, Savunma ve Hukuk Kuramı) kitabını Türkçeye çeviren Akçabay’la “feminist hukuk teorisini”, feminizmin hukuk içinde niye görünür kılınması gerektiğini, muhafazakar rejimlerin aile politikasını, toplumun sekse bakışının hukuka etkisinin olup olmadığını ve gelmekte olduğu düşünülen dördüncü dalga feminizmi konuştuk.

Kitap ne anlatıyor? Çevrilme ihtiyacına niçin gerek duyuldu?

Türkiye’de feminist hukuk çalışmaları yapılıyordu. Özellikle mahkemelerde feminist hukuk uygulamalarının çok iyi örneklerini görüyoruz ama teori konusunda dünyayı biraz geriden izliyorduk. “Feminist hukuk yaklaşımı nedir?” konusunda yapılmış temel çalışmaların çoğu Türkçeye çevrilmemiş durumdaydı. Bunun ihtiyacını özellikle yüksek lisans çalışmalarında çok hissediyorduk. Benim de sürekli bu kitap aklıma geliyordu.

Ann Scales, feminist metodu çok iyi özümsemiş bir hukukçu. Eleştirel hukuk tartışmaların yapıldığı dönemde yaşayan, hem akademide hem pratikte mücadele içerisinde yer alan kadınlardan biri. Feminist hukuk kuramı olarak bilinen kavramın isim annesi. Radikal feministler içerisinde yer almakla birlikte aynı zamanda bir aktivist. Nasıl çevrildi? İmkâna ihtiyaç vardı. Bizim ihraçlar vesilesiyle oldu. Çok sayıda KHK’lı gibi bir boşluğun içerisinde buldum kendimi. Duvarların dışında akademinin olabileceğini biliyorduk ama deneyimleyerek de öğrendik. Bu da onun parçası oldu.

'Feminist hukuk' ne demek?

Hukuk çalışmalarında feminist yöntemin yansıtılması diyelim kısaca. Feminizmin kendisi toplumsal mücadele olarak teoriyle iç içe gelişiyor. Söylemekten hoşlandığım bir şekilde “diyalektik bir biçimde” ortaya çıkıyor.

‘FEMİNİST HUKUKUN GEREKLİLİĞİNİ ORTAYA ÇIKIŞ ŞARTLARINDA GÖRMEK MÜMKÜN’

Hukuk zaten adaletin gerçekleşmesi gereken yer. En azından vaadi bu. Feminizm hukukta niçin görünür kılınmalı?

Feminizm dediğimizde, çok farklı feminizmler var. Liberal feminizm, sosyalist feminizm, marksist feminizm, postmodern feminizm… İster istemez ben kendi perspektifimden sorunuza yanıt vereceğim. Eleştirel bir feminist hukukçu olarak tanımlıyorum kendimi. Marksist teori içinde gelişen gelenekten gelir bu yaklaşım. Hukuk içinde feminizmin gerekliliğini ortaya çıkış koşullarında görmek mümkün. 70’lerdeki feminist mücadele siyahi mücadelenin üzerinde yükseliyor. İkinci dalga feminizm olarak tanımlanan hareket bir barış mücadelesi, insan hakları mücadelesi aslında. Her ne kadar feminist hak mücadelesi doğrudan kadın haklarıyla ilgili, kadınlardan esirgenen o insan olma durumuyla ilgili bir talep şeklinde ortaya çıkmış olsa da 70’lerde gördüğümüz feminizm aslında kendinin dışındaki mağduriyetleri de gören ve bilen bir feminizm. Dolayısıyla hukuk devleti düşüncesinin sadece kadınlar bakımından değil özellikle LGBT-İ bireyler bakımından, siyahi kişiler bakımından ya da bütün ezilenler bakımından gören bir yaklaşım. Böyle bir yerden baktığınızda mahkemelerde olması demek aslında hukuk tarafından duyulmayan sesin mahkemelerde duyulması için uğraşmak anlamına geliyor. Sadece kadınlar için değil, sadece LGBTİ bireyler için değil aynı zamanda engelliler için, çocuklar, yaşlılar için… Tüm ezilenler için.

‘EZİLENLERİN BEYANI ESASTIR DEMEK EN DOĞRUSU’

Feminist hukuk teorisi, az evvel söyledikleriniz dışında bize ne söylüyor?

Tartışmanın düğümlendiği noktalardan biri politik sloganlardan biri olan “Kadının beyanı esastır” yaklaşımı. Ben bunun aslında feminizm tarafından “kadının beyanı esastır” şeklinde söylenmediğini ya da en azından artık söylenmemesi gerektiğini, “Ezilenlerin beyanı esastır” şeklinde söylenmesi gerektiğini düşünüyorum. Feminist hukuk teorisinin bize anlattığı şey bu. Feminizm böyle bir iddiayla ortaya çıktı. Buradaki savunu sadece kadınlara has bir hukuk tartışması değil. Kadınların çok uzun süreden beri deneyimledikleri ve kendi mücadeleleriyle adım adım kazanımlar sağladıkları bir alan olan hukuka ilişkin ve bütün bu mücadelelerden süzülen bir yaklaşım aslında bu.

‘KADINLARIN MÜCADELESİ MODERN TOPLUMLA YAŞIT DİYEBİLİRİZ’

Feminizm ne zaman mahkemelerde kendini hissettirmeye başladı?

Aslında bu soruya verilebilecek spesifik bir yanıt olduğunu düşünmüyorum. Tabi ki benim bilmediğim bir şekilde tarihin bir anında bu kayda geçmiş olabilir ama bu konuda özellikle kadınların ve tabi feministlerin ciddi bir şanssızlığı var. Tarih, erkekler tarafından yazılıyor. Şöyle bir gerçeklik var… Sadece kadınlar için değil toplumun her kesimi için “eşit oy” dediğinizde bu mücadelenin önemli bir parçası Süfrajetler tarafından sürdürülüyor. Bu aslında burjuva devrimlerinden sonra başlayan bir mücadele. Özellikle 19. yüzyılda hem Avrupa’da hem dünyanın çeşitli yerlerinde süregiden bir mücadele. Bu coğrafyada da bunun örneklerini bulmak mümkün. 19. yüzyılda Osmanlı’da da önemli bir kadın hareketi var. Cumhuriyetin ilanından sonra kadınlara bahşedilen birtakım haklardan bahsediliyor. Oysaki anayasal tartışmalar itibariyle Avrupa’dan çok da kopuk bir süreç değil bu. Osmanlı çok büyük eyaletleri olan bir imparatorluk. Her ne kadar ev içinde eğitim alsalar da ciddi entelektüel birikimi olan kadınlar var. Örneğin Nezihe Muhiddin örneği vardır.

Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından “Kadınlar Fırkası” kuruluyor. Yani bir partinin kuruluşundan bahsediyoruz. Siyaset açısından önemli iddiaları olan kadınlardan bahsetmek mümkün. Şu da bir gerçek: Cumhuriyet bu talepleri tanımıştır. Her ne kadar bu kişilere, siyasi birer özne olarak, kendi kamusal alanını açmasa da o talepleri içerecek şekilde yeni bir devlet düzeni ortaya çıkmıştır.

Dolayısıyla, ortaya çıkış itibariyle her yerde liberal hukukun aslında birtakım vaatleri vardı. Özgürlük, eşitlik, dayanışma gibi… Liberallerin bunları retorik olarak dile getirdikleri anlaşıldığında hem işçi sınıfı, hem kadınlar arasında ciddi bir mücadele başladı ve o mücadele neredeyse modern toplumla yaşıt diyebiliriz. Bugün söz konusu olan pek çok hak da bu mücadelelerin bir ürünü. Verilmiş değil, kazanılmış haklar bunlar.

‘BARIŞ AKADEMİSYENLERİNİN YARISINDAN FAZLASI KADIN’

Ceren hocam, bu söyledikleriniz ve Türkiye’deki yakın tarih feminizm akademik metinlere taşınabildi mi?

Türkiye’de özellikle 80’lerden sonra gelişen önemli bir feminist akım var. Osmanlı’daki birinci kuşak feministlere dair çalışmalar yapıldı. Ne yazık, ne temel eğitimde ne de yüksek eğitimde, müfredatta bunlara fazla yer verilmiyor. Üniversitelerin tasviyesinden önce Türkiye akademisi içerisinde çok ciddi bir birikimin olduğunu söylemek mümkün. Teyit edilmesi gerekir ama benimle birlikte ihraç edilen Barış Akademisyenlerinden yarısından fazlası kadın akademisyenlerden oluşuyor. Hepsi kendi alanında feminist bir perspektifle çalışma yapan insanlardı. Orada bir bilgi birikimi vardı.

‘DOKTORA TEZLERİNİN İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİNE KADAR BASKI ALTINDALAR’

İhraçlar, akademik içerikte kadın çalışmalarını kesintiye uğrattı mı?

Evet, şüphesiz ama üniversite duvarları dışında yeni bir akademi örme çabamızın da göbeğinde yer alıyor bu mesele. Feminist çalışmaların miras olarak aktarılması gerektiğini düşünüyoruz ve yazıp çizmeye devam ediyoruz. Örneğin bizim ihraçların kurduğu bir dernek var. “Aramızda Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Derneği” diye bir dernek kurduk. Tabi ki içerde kalan, üretmeye çalışan arkadaşlarımız var ama büyük bir baskı altındalar. Araştırma merkezlerinden, doktora tezlerinin isimlerinin değiştirilmesine kadar çok ciddi bir muhafazakar baskıyla karşı karşıyalar. Yani tasviyeler tamamlanan değil, süregiden bir süreç.

Akademiye ve kadın hareketine yönelik saldırı Türkiye’ye özgü mü?

Türkiye’ye özgü değil. Muhafazakar otoriter yönetimlerin -ki Doğu Avrupa’da Macaristan ve Polonya var. Hindistan ve Rusya diğer önemli örnekler- hızla attıkları birkaç adım var. Bu tipte yönetimlerin yargı bağımsızlığına, basın özgürlüğüne ve akademiye müdahaleleri söz konusu oluyor. Yine toplumsal cinsiyet tartışmalarında belli engellemeler ortaya çıkıyor. Feminist ve queer tartışmalara yönelik reddiye ve baskı aslında muhafazakar iktidarların, süreci muhafazakar aile politikalarıyla götürme ihtiyacının bir ürünü.

‘MUHAFAZAKAR POLİTİKANIN HAKİM OLDUĞU TÜRKİYE, MACARİSTAN VE TRUMP AMERİKASI’

Türkiye’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı'nın yerine Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın kurulması bu söylediğiniz şeyle mi ilgili? Devletin kendi bekâsı için küçük devlet biçimi olan “aileyi” koruması mı gerekiyor?

Evet. Hiçbir şey tesadüf değil. Rekabetçi otoriter yönetimler açısından piyasanın daraldığı, ekonomik krizin katlanarak sürdüğü, insanların hayatlarını düşük ücretlerle idame etmek zorunda kaldığı neoliberal düzende önemli olan düzeni sağlamak. Ellerindeki aygıtlardan an be an zenginliğin ve eşitsizliğin katlanarak artığını izleyen insanların çok büyük bir bölümü temel ihtiyaçlarından dahi yoksun ve iklim kriziyle dünyanın birçok yerinde zor durumdalar. Bu insanların belirli bir düzen içerisinde tutulması gerekiyor. Bu düzen otoriter devletler eliyle sağlanabilir mi sorusuna yanıt olarak yükselen örnekler var. Bunlardan bir tanesi Türkiye, bir diğeri Macaristan bir diğeri Trump Amerikası ve tabi diğerleri. Hepsinin ortak noktası muhafazakar politikaları benimsemiş olmaları ve muhafazakar politikaların merkezine aileyi yerleştiriyor olmaları. Dediğiniz gibi Kadın Bakanlığı’nın kaldırılması bir tesadüf değildi. İstanbul Sözleşmesi’nin kabul edildiği, 6284’ün tartışıldığı bir dönem olsa da şöyle bir gerçeklik de vardı. 6284, “Ailenin Korunma Yasası” olarak çıktı. İstanbul Sözleşmesi’nde ev içi şiddetten bahsetse de o terim “aile içi şiddet” olarak Türkçeye tercüme edildi. Başından itibaren muhafazakar politikanın merkezinde aile vardı ama bunun ekonomik ve siyasal krizle birleşmesi sonucu aile daha fazla merkeze alındı. Aile, toplumsal sorunlar içerisinde ezilen insanların dayanışma merkezi olarak gösterildi.

‘AİLE DERKEN HERHANGİ BİR AİLEDEN BAHSEDİLMİYOR’

Misal, boşanmak her ülkede zor bir mesele mi?

90’lı yıllarda gazetelerde bir haber okuduğumu hatırlıyorum. Fransa’da boşanma davaları için yapılmıştı. Belgelerinizi giriyordunuz, makine sizi boşuyordu. Kalıcı bir uygulama olmadıysa da hukuki uyuşmazlığın basitliğini ortaya koyuyordu. Boşanma gerçekten bu derece basit dava olarak düşünülebilir. Karşılıklı rızayla oluşmuş bir sözleşme neticede evlilik. Ama liberal hukukun bu konuda hiç de liberal olmayan içeriğine bakmak lazım. Liberal hukuk ne Türkiye’de ne de dünyanın başka ülkelerinde evliliği insanların karşılıklı rızaları ile oluşturdukları bir birlik olarak görmüyor. Evlilik belli bir tip aileyi var etmek için var.

Ailenin korunmasından bahsediyorlar ama hiç akıllarına bekâr kadınlar gelmiyor. Çocuklarıya bekar kadınlar nedir? Bir aile değil midir? Yahut da evlat edinmiş kişiler, koruyucu anne ya da babalar birlikte yaşayan partnerler aile değil midir? Neyin aile olarak anlatıldığı ve o ailenin ne şekilde dizayn edildiğine bakmamız gerekiyor. “Ailenin korunması” dendiği zaman irkilmemizin sebebi bu. Herhangi bir aileden bahsedilmiyor. Kadının ikincil olduğu, bütün bakım yüklerini üstlendiği aileden bahsediliyor. Çünkü sosyal devlet artık sadece hukuk metinlerinde ki bir ifadeden ibaret, devlet çekildi buralardan. Neoliberalizm dediğiniz şey bu.

‘İSTENDİĞİ GİBİ KADIN OLMADIĞI İÇİN ÖLDÜRÜLÜYOR KADINLAR’

Geleneksel kodlar, aile ilgili dini vaazlar… Sadece bununla ilgili değil diyorsunuz?

Söylemin kendisi retorik. Ailenin bizim kültürümüz içindeki değeri gibi… Oysaki her toplumda ailenin özel bir yeri var. Özellikle dünya üzerinde ataerkil olmayan bir toplum yok. Burada sormamız gereken soru şu: Aileyi koruyalım ama hangi aileyi koruyorsunuz? Örneğin bugün nerdeyse günde 3 kadının öldürülmesine neden olan aileyi mi? Bu kadınlar kendi yaşadıkları evlerinde, tanıdıkları insanlar tarafından öldürülüyorlar. Yani ailelerinin içinde şiddetle karşı karşıya geliyorlar ve kadın olarak yetiştirilirken şiddet tehdidinin en önce ailenizden geleceğini bilirsiniz. Ama gerektiği gibi “kadın”, “kız” olmadığınızda başınıza gelen şiddetin uygulayıcısı erkektir. Toplumsal kuralların yaptırımı erkekler tarafından uygulanır. Toplumda şiddet uygulama yetkisi erkektedir. Bu yüzden erkekler tarafından işlenen cinayetlerden bahsediyoruz.

Zaman zaman öğrencilerin bana sorduğu bir soru vardı: “Hocam erkekler öldürülmüyor mu? Bakalım istatistiklere erkekler de kadınlar kadar öldürülüyor.” Benim verdiğim cevap şuydu: Erkekler hiçbir zaman yeterince erkek olmadıkları için öldürülmüyorlar. Böyle öldürülüyorlarsa da adına nefret cinayeti diyoruz. Örneğin trans cinayetleri ülkemizde çok üzeri örtülü bir sorun. Bu ülkede kadınların can güvenliği yok ama transların hiçbir şekilde güvenliği yok. Dolayısıyla istendiği gibi kadın olmadığı için öldürülüyor kadınlar. Cinayet sebebi kadın olmak ya da olamamak.

‘ÇOĞU KEZ HUKUK DEĞİL TOPLUM KONUŞUR’

Kimi duruşmalarda -Gezi davası gibi. Yine şimdi bu dakikalarda ifade veren gazeteci arkadaşlarımızın yargılanmasında olduğu gibi- verilecek kararın heyete bildirildiğini biliriz. Kadın davalarında mahkemelere böyle talimatlar verildiği oluyor mudur?

Direktife gerek yok ki… Hukuk o kadar eril bir yapı ki… Hukuk eğitimi alan kadınlar da son derece eril bir bakış açısıyla çıkıyorlar o eğitimin içinden. Her ne kadar öğrenciler hukuk fakültesine gelirken cinsiyeti, toplumsal sınıfı ne olursa olsun belli bir adalet arayışı ve güdüsüyle gelse de, hukuk eğitimi içinde hukukun sadece kurallardan, içtihatlardan ibaret olduğu öğretilir onlara. Biz hukuk eğitimi içerisinde öğrenciyi toplumdan öyle bir kopartırız ki… Meslek hayatlarına başladıklarında aslında bu toplumun birer ferdi olmaya devam edeceklerini unuturlar. Dolayısıyla kanunu olduğu gibi alır, uygulamaya çalışırlar. Hukuku nesnel sanırlar.

Oysa hukuk, toplumdan bağımsız değil. Ataerkil toplumun hukuku da ataerkil. Hiyerarşileri korumak üzerine oluşturulmuş normlardan bahsediyoruz. Dolayısıyla hukukun sessiz kaldığı yerler bilinçli olarak bırakılmış boşluklardır ve doğrudan toplumsal normlar tarafından doldurulur. Örneğin haksız tahrik indirimlerinden bahsediyoruz. Kadınlara “haksız tahrik indirimi” verilmezken erkeklere “haksız tahrik indirimi” istisnasız bir şekilde verilir. Geçenlerde kadın bir savcının ifadelerini okuduk. ( https://www.gazeteduvar.com.tr/kadin/2019/12/11/savci-ben-neden-tecavuze-ugramiyorum-dedi/ ) Hukukta çare arayan bir kadına, “neden senin başına geliyor, benim başıma gelmiyor” gibi cümle kurabildi. Orada hukuk konuşmuyor. Toplum konuşuyor. Feminist hukuk tartışmasıyla yapmamız gereken şey tam da bunlara işaret etmek. Sadece cinsiyet hiyerarşisi değil, sınıf hiyerarşisini, etnik, dini hiyerarşileri barındıran toplumsal normları hukuk uygulaması içerisinde görünmez halde tutmaya devam ederseniz hiçbir zaman adil uygulamalarla karşılaşamazsınız. Sevgili dostum Ertuğrul Uzun’un sıklıkla söylediği gibi hukukçu sosyoloji, felsefe bilmiyor ki… Hukukçu kendi dediği her şeyin doğru olduğunu varsayan, kesinlik saplantısı olan biri… Kendi görüşünün doğru olduğunu ve hatta gerçek olduğunu düşünen biri. Doğru ve gerçek arasındaki farkı da bilmeden o kürsüye çıkıyor. Burada işaret ettiğim şey ciddi bir hukuk eğitimi sorunu.

‘NEVİN YILDIRIM’IN YARGILAMASI ÖNEMLİYDİ’

Kadınların yargılandığı davalarda iyi hal indirimi örneği var mı?

Çok fazla olduğu söylenemez. Bu kamuoyunda da zaman zaman gündeme gelen bir sorun. Örneğin Nevin Yıldırım’ı yargılaması önemli bir yargılamaydı. Neredeyse mahkemede ağzını bile açmamasına, mahkeme heyetine hiçbir saygısızlık yapmamasına rağmen iyi hal indiriminden yararlanamadı. Çünkü aslında hakimlerin zihninde Nevin en yüksek cezayla cezalandırılması gereken bir kişiydi. Sadece bir erkeği öldürmemekle kalmamıştı. Meydan okurcasına o kişinin başını bedeninden koparıp köyün meydanına atmış biriydi.

Manifesto gibi…

Evet. Eril şiddete meydan okumuş ve kendi hayatının içinde dediğiniz gibi bir manifestoya imza atmış biriydi. Ufacık da olsa bir indirimden yararlanmış olması aslında hukukun erilliğini tartışmaya açacak bir şey olabilirdi. Öyle bir kararın altına imza atmak için de belli bir bilinç ve bilgi düzeyinde olmak gerekiyordu sanıyorum.

‘KADININ KÜFRETMESİYLE, ERKEĞİN DARP ETMESİ EŞİT KABUL EDİLİYOR’

Kırmızı ruj, beyaz tayt gibi gerekçeler rıza faktörü sayılıyor. Hukuk gibi ciddi bir alanda bu gerekçeler gerçekten tutanağa geçiriliyor mu?

Geçiyor tabi ki… Rızanın değerlendirilmesinde birer faktör olarak düşünülüyorlar. Bundan çok daha şaşırtıcı örnekler de var. Örneğin hukukta boşanma davalarında kusur hesabı yapılır. Burada kusuru hesaplarken boşanmak isteyen kişilerin birbirine yönelik davranışlarına bakar mahkeme. Bir boşanma davasında eşine küfreden bir kadınla, karısına basit yaralamaya varan ki -soruşturmaya ve kovuşturmaya tabi tutulmuş, ceza verilmiş bir suç aynı zamanda- şiddet uygulamış bir adamın davranışları bakımından mahkeme kusurlarını eşit görüyor. Eşinize küfretmenizle onun sizi darp etmesi eşit kabul ediliyor. Bir başka örnek… Eşine hakaret eden bir adam ve eşine hakaret eden bir kadın. Eşit kusur sayılmıyorlar. Kadın daha fazla kusurlu sayılıyor. Neden çünkü erkeğe hakaret ediyor. Boşanma davaları böyleyken ceza davalarına şaşırmıyorum ben. Dediğiniz gibi kırmızı ruj sürmesi, tayt giymesi ya da bir diğer örnek. Bir kişiyle içki, kahve içmesi. Elbette feminizm mücadele yöntemleri de geliştiriyor. Burada “kadın sorma metodu” diye adlandırdığımız bir metodu gündeme getirebiliyoruz mesela. O kadının yerinde bir erkek olsaydı aynı şeyi düşünür müydünüz? Onun rızasından bahsedebilir miydiniz? Burada uygulanan şey hukuk kuralları değil, toplum kuralları. Buna cevaz veren ise hukukun kendisi. Bu yüzden hukuka, eril bir hukuk diyoruz.

Ceren Akçabay: Ataerkil olmayan, eril zihniyetin egemen olmadığı bir toplum şu anda dünya üzerinde yok.

‘ERİL ZİHNİYETİN EGEMEN OLMADIĞI BİR TOPLUM DÜNYA ÜZERİNDE YOK’

Hocam, 'Arzunun Sınırları' kitabından bir cümleyi size okumak istiyorum. “Kadınlar asırlardır cinsellikten kaçınarak saygınlıklarını korumak ile yıkımı göze alarak cinselliklerinden haz almak arasında seçim yapmak zorunda kalıyorlar. Cinsel anlamda sınır tanımayan kadınlar her ne kadar canlı canlı gömülmüyor ya da antik Mezopotamya örneğinde olduğu gibi kazığa oturtulmuyor olsalar da kadın cinselliği halen hararetli tartışmalara neden oluyor.” Cinselliğe bakışın doğruya yakın olduğu ülkelerde hukukun da bundan nasiplendiğini söyleyebilir miyiz?

Cinselliğe bakışın doğru olduğu bir ülkenin var olduğunu -yani henüz- düşünmüyorum ben. Görece özgür, cinselliğin daha az baskı altında tutulduğu ülkelerden bahsedebiliriz belki. Ataerkil olmayan, eril zihniyetin egemen olmadığı bir toplum şu anda dünya üzerinde yok. Dolayısıyla kadının ikincilliği sürdüğü için çarpıcı bir farklılığa da rastlanmıyor. İyi örnekler var. İskandinav ülkeleri, Kanada olabilir ama denklik sağlanabilmiş durumda değil. Ancak o ülkelerde de kadınların mağduriyeti devam ediyor. Aile soyunun baba üzerinden devam ettiği durumlarda kadının cinselliği ister istemez baskı altında. Dolayısıyla kadınlar diğer şiddet türleriyle birlikte tecavüze uğramaya, cinsel şiddet görmeye devam ediyor.

‘MAHKEME KAPILARINDAKİ KALABALIKLAR HUKUKA YÖN VEREBİLİR’

Tek mesele ahlaki kodlar değil diyorsunuz…

Elbette ki değil. Ahlak kodları yavaş da olsa değişse de, eril bir ahlak hala söz konusu olan. Mahkeme önündeki kalabalıklar “cephe” olarak görünüyor. Takip ettiğim bir davada hâkim “Kadın, dernek… Ortalığı karıştıyorsunuz” demişti. Kalabalık bir kadın “ordusu” duruşma salonundaydı. Bir o kadar kadın da dışarıda. Hâkimin tavrı salondaki kadınları düşman olarak görmekti. Sanırım salondaki kadınlar açısından da durum aynıydı. Yargının siyasallaştığı süreç içinde, cepheleşmenin yargının zaten taraflı doğasına daha fazla tesir ettiği söylenebilir. Ama normal şartlar altında da yargı veya hukuk zaten siyasetle iç içedir tabi o zaman bu makro anlamda siyasettir. Çıkar düzlemine evrilmeye başladığında işler zorlaşır ki Türkiye’de olan bu. Bunun dışında hukuk devletinden bahsediyorsak ve hakimler kendi varlıklarını, böylesi bir aidiyete bağlıyorsa işte orada hem hukuka hem topluma duyarlı olmak zorunda. Eril hukukun sustuğu, bazen sessizce emrettiği yerler olarak nitelediğim noktalarda dışarıdaki kalabalıkların sesi önemli hale geliyor. Bu konuda yapılmış önemli çalışmalar var. Toplumsal değişme ve hukuk ilişkisi çerçevesinde.

Teori bize ne söylüyor?

Hukukun toplumu değiştirmesi mümkün. Böyle araçsal bir kabiliyeti var ama örneğin toplumsal mücadele doğrultusunda hukukun kullanılabilmesi için özellikle de kadın, çocuk, aile gibi toplumsal değerlerin son derece önemli olduğu konularda mutlaka belli bir kesiminin dahi olsa toplumsal desteğe ihtiyacı var. Türkiye’de buna karşılık gelecek şekilde çok güçlü bir toplumsal muhalefet var. Kadın ve LGBTİ örgütleri yargıyı bu anlamda baskılamakla kalmıyor aynı zamanda yasama organını da baskılıyor. İşte mesela nafaka ile ilgili tartışma. Kadın Dayanışma Vakfı sayesinde bir nafaka raporu ortaya çıkardık biz. Kadın örgütleri buna öyle bir sahip çıktılar ki, ikinci yargı reformuyla birlikte önümüzde bulacağımızı düşündüğümüz şey hala ortada yok. İktidar partisinin içindeki kadınların bile sahip çıktığı, mücadele ettiği bazı konular var. Mesela İstanbul Sözleşmesi, 6284 gibi.

‘DÖRDÜNCÜ DALGA FEMİNİZME TÜRKİYE ÖRNEK GÖSTERİLİYOR’

Gündemi değiştirmek için arada ortaya atıldıkları da düşünülüyor…

Kamusal alandaki tartışmayı değiştirmek için elverişli başlıklar bunlar evet. Mesela kürtaj tartışması gibi. İdam tartışması gibi… Ama kendi hukuk politikaları çerçevesinde oluşturdukları ajandalarında bu düzenlemelerin yer bulduğu gerçeğini değiştirmiyor bu durum.

“Savaşa hayır” eylemleri yasaklandı. Bu kapsamda 8 Mart gece yürüyüşleri de…

Evet, tesadüf olmasa gerek. Kadınların barışa ne kadar duyarlı olduğunu biliyorlar. Bugün sınırlarda açlıkla, hastalıkla boğuşanların çok büyük bir kısmı kadınlar, çocuklar. Biz kendi hayatlarımızdan biliyoruz. En kötü şeyin bize rast geleceğini… Evet, kadınlar barıştan yana olmak zorundalar ve bunu dile getirmeleri de bir tesadüf değil. Barış Akademisyenleri’nin büyük bir kısmının kadın olması da bir tesadüf değil. Bu akli olduğu için böyle ve bunun farkındalar.

Ceren hocam, yeniden bir feminizm dalgasının yükselişinden bahsetmek mümkün mü?

Bugün dördüncü dalga feminizmin olabilir mi tartışması yapılıyor dünyada ve bunun için Türkiye örnek gösteriliyor. Özellikle 8 Mart’taki gece eylemlerinin görselleri kullanılıyor.

Dördüncü dalganın içeriği nedir?

Başat faktör muhafazakar rejimlere karşı bir direnişin kadınlar tarafından başlatılması. Türkiye önemli bir örnek. Kimsenin sokağa çıkamadığı dönemde geceleyin sokakları dolduran kadınlar var bu ülkede. Başka bir örnek, Latin Amerika. Şili ‘de başlayan Las Tesis kısa sürede dünyaya yayıldı. Bu da bir tesadüf olmasa gerek. Dünyanın içine sürüklendiği tüm toplumsal sorunlarda en altta kalanlar, ezilenler kadınlar, LGBTİ bireyler ve çevrelerindeki yaşlılar, çocuklar, engelliler, bütün bakım yüklerini sahiplenmek zorunda kalan yine kadınlar. Dolayısıyla çözüm bulmak zorundalar.

Farklı feminizmler var üstelik…

Ben bu konuda hep çok optimist oldum. Hiçbir feminist arkadaşımla aynı yaklaşıma sahip olmak gibi bir derdim olmadı hayatta. Queer feminist arkadaşlardan, liberal feminist arkadaşlardan… Hep çok beslendim. Aynı pratiğin teoriyi, teorinin pratiği beslediği gibi. Feminizmin, gücü buradan geliyor bana kalırsa. Bazen çokluk korkutucu gözükebilir ama böyle bir tekleşme baskısı karşısında bu çokluk sunduğu çeşitlilikle birlikte gerçekten büyük bir imkan.

‘NELERLE UĞRAŞIRKEN BİR TARAFTAN TRANSFEMİNİZM TARTIŞMASI YAPILIYOR’

'Karışıklıktan berraklık doğar' diye bir laf vardır hocam.

Duymamıştım, hoşuma gitti. Bakış açıma yakınmış. Evet, doğruya ilişkin olanaklar, sorunlara çözüm bulma imkanınız artıyor o farklılıklarla birlikte. Tabi ki çağın bazı olumsuzluklarını taşıyoruz her birimiz. Örneğin çok hızlı bir şekilde birbirimizi ötekileştirmemiz, sert bir dil kullanıyor olmamız… Bir takım linç kampanyalarının çok hızlı bir şekilde üretiliyor oluşu ama ben inanıyorum ki feminist tartışmalar tüm bunları aşacak. En son transfeminizmle ilgili tartışmalarda Türkiye’de böyle bir şeyin olabileceğine ilişkin bir umudun var olduğunu gördüm ben. Düşünün biz nelerle uğraşıyoruz ama bir taraftan transfeminizm tartışmaları yapılıyor. Üstelik evet bazen çok sert hatta yıldırıcı bir düzeyde sürüyor. Ama sürüyor, birbirini ısrarla anlamaya çalışanlar var. Otoriterizmle mücadeleyi eşitlik ve çoklukla ilişkilendiren insanlar bunlar. Bu çok önemli bir şey.

‘FOTOĞRAF ÇEKMEK İÇİN GELDİM DİYEN ERKEK ARKADAŞLARA KIZAMIYORUM’

Son soru 8 Mart’a yakışır da olmalı. Çıktı olarak neler var elimizde? Niçin umutlu olmalıyız?

Son 2 yıldır yaşadığım şeyi aktarabilirim belki. Bildiğiniz gibi, 8 Mart eylemlerine erkeklerin katılıp katılmamasıyla ilgili uzun tartışmalar hep yapıldı. Hiçbir zaman bu konuda katı olmadım ama bizim yanımızda olmaları gerekmiyor. Son iki yıldır 8 Mart’larda erkek arkadaşlarımı görüyorum ve hepsinin genelde ellerinde kamerası, fotoğraf makinesi oluyor ve beni gördükleri zaman ‘fotoğraf çekmeye geldim’ diyorlar.

Gazeteci mi bu arkadaşlarınız?

Hayır hayır… Aslında tüm mesleklerden insanlar bunlar. Bakmaya geldim, fotoğraf çekeyim dedim, arkadaşlarla Taksimdeydim gibi gerekçeleri var.

Bahaneler...

Evet… Kızamadım onlara ya da onları uzaklaştırmak yönünde bir tavır alamadım. Çünkü o kadar ihtiyaçları vardı ki öyle bir kalabalığın içerisinde olup o sloganları bizimle birlikte atmaya. Şanslı olduğumuzu fark ettim. Kadınların öncülüğünün kabul edilebileceğini ve kabul edilebildiği oranda da bunun değerli olduğunu düşünüyorum. Bunu yeni bir cinsiyet hiyerarşisi oluşturmak anlamında söylemiyorum. Kadın olabilir, LGBTİ olabilir, biz kadınlar bakımından da transların öncülüğünü kabul etmek söz konusu olabilir… Yani aslında ezilenin öncülüğünü kabul etmekten bahsediyorum. Bunun mümkün olabileceğine ve kendi içinde mücadele alanına göre bu öncülüğün değişebileceğine inanıyorum. Daha önemlisi biri birine bilinç taşıyacaksa bu kişinin ezilme deneyiminin sahibi olduğunu düşünüyorum. Ve böyle bakınca da dünya üzerinde o kadar fazlayız ki… Neden bir şansımız olmasın?