Sabiha Sertel'in 'suçu': Kadın, komünist, dönme
Suç tarihi üzerine çalışan akademisyen Ebru Aykut, 19. yüzyıl mahkeme kayıtlarında kadınların işlediği suçlar incelendiğinde ortaya çıkan hakim algıyı şöyle özetliyor: “Hakim bakışa göre kadınlar doğaları gereği şiddet içeren suçlara eğilimli değildir. İtiraf etmesine rağmen kadın işlediği suçu kendisi tasarlamamıştır, birinden yardım almıştır. Ceza Kanunu’na göre idam gerektirir ama kısa akıllı kadın tayfasından olduğundan işlediği suçun sonuçlarını hesap edememiştir bu sebeple ceza indirimi tavsiye edilir.” Cumhuriyet tarihinin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel’in ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş ise büyük halasının 'suçlarını' şöyle dile getiriyor: "Kadın, komünist ve dönme."
İSTANBUL - Tarih Vakfı’nda düzenlenen 8 Mart özel oturumunda, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e feminist tarih yazımı konuşuldu. Tarih Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi Nurşen Gürboğa’nın moderatörlüğünde düzenlenen oturumda, sırasıyla şu başlıklar ele alındı: “19. Yüzyıl Mahkeme Kayıtlarında Suçun ve Hukukun Cinsiyeti, Ebru Aykut”, “Feminist Tarih Yazımında Savaş ve Militarizm: Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemi, Zeynep Kutluata”, “Yaşadıklarını Anlatırken Zamanına Tanıklık Eden Sabiha Sertel, Nur Deriş”, “Türkiye'de Tarih Yazımı Geleneğinde Kadınlar-Aile-Devlet, Tuba Demirci.”
Oturumun ilk konuşmasını, “19. Yüzyıl Mahkeme Kayıtlarında Suçun ve Hukukun Cinsiyeti” başlığıyla akademisyen Ebru Aykut yaptı. 1990’lardan itibaren Serpil Çakır, Yaprak Zihinoğlu, Aynur Demirdirek gibi önemli tarihçilerin bu alana çok büyük katkılar yaptığını belirten Aykut, “Fatma Aliye’nin Nezihe Muhiddin’in hikayelerini 19. yüzyılın ortalarında yayın hayatına başlayan ve kadınlar tarafından çıkarılan gazetelerden, kurulan derneklerden, kadınların mektuplaşmalarından ve romanlardan biliyoruz. Bunlar okur yazar kadınlar, dil biliyorlar ve orta sınıf ailelerden geliyorlar. Her ne kadar faaliyetleri Anadolu’ya kadar uzansa da hikayenin kendisi hep kent odaklı, bu dergilerin çoğunluğu İstanbul’da çıkıyor ve dernekler İstanbul’da kuruluyor. Peki bunun dışında başka kadın hikayesi yok mu?” diye konuşuyor. Aykut, bu sorudan hareketle Osmanlı taşrasında yaşayan ve okur yazar olmayan kadınların hikayesini ortaya çıkarmak için suç tarihi çalışmaya başladığını belirtiyor.
Aykut, Türkiye’de suç tarihinin çoğunlukla erkekler tarafından çalışılan ve erkeklerin işlediği suçlara bakılan bir alan olduğunu söylüyor. 19. yüzyıl suç tarihi üzerine çalışan Aykut, dönemin kadınlarla ilgili hakim algısını şöyle özetliyor: “Kadınlar doğaları gereği şiddet içeren suçlara eğilimli değildir.”
Ebru Aykut, suç tarihi çalışanlarının genellikle davayla ilgili özet bilgiler içeren şerri mahkeme sicillerini kullandığını belirtiyor. Bundan farklı olarak kendisi 19. yüzyıl modernleşmesinin bir ürünü olan Nizamiye Mahkemeleri’nin sicil kayıtlarını incelemiş. Aykut, hem maktulün ifadelerine yer veren hem de mahkemede sorulan soruları kayda geçiren bu kayıtların, özet bilgi niteliğindeki şerri sicil kayıtlarına göre çok daha detaylı olduğunu belirtiyor: “Burada bir özyaşam öyküsü buluyoruz. ‘Zorla evlendirildim, bu adam beni hep döverdi’ gibi sesleri, bu belgeler sayesinde duyma şansına sahibiz. Hane içine girmenin başka bir yolu.”
19. yüzyıl Osmanlı toplumunda suç işleyen kadınların hangi sebeplerle ceza indirimi aldığına dair çarpıcı örnekler veren Ebru Aykut, şöyle konuşuyor: “Örneğin kadınlar için çok sık karşılaşılan ceza indirimi tavsiyesinin gerekçesi şöyle: Ceza Kanunu’na göre idam gerektirir ama kısa akıllı kadın tayfasından olduğundan işlediği suçun sonuçlarını hesap edememiş.”
Zehirleme vakalarını çalışırken karşılaştığı başka örnekleri de paylaşan Aykut, bu gibi durumlarda yargının kadınların bu suçu kendi başına işlediğine inanmadığını anlatıyor: “Evet, ben kocamı zehirledim çünkü eve adam getirdi ve beni onlarla yatmaya zorladı. Sabaha kadar direndim. İleri gelenlere gittim beni boşasın dedim, kocam kabul etmedi ve bizi eve gönderdiler.' Bir kadın bunları anlatıyor ve suçunu itiraf ediyor. Sorgu katibi, ‘Sen bunu kendin yapmış olamazsın. Sana başka biri mi öğretti?’ diye soruyor. Kadınlar işledikleri suçu itiraf ettiklerinde dahi bunu sen yapmış olamazsın deniyor. Kadınların failliğinin reddi durumuna çok sık rastlanıyor.”
ANNELİK KUTSAL, DULLUK TEHLİKELİ
“Feminist Tarih Yazımında Savaş ve Militarizm: Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele Dönemi” başlığıyla oturumun ikinci sunumunu yapan akademisyen Zeynep Kutluata, bu dönemde kadınların en belirleyici kimliğinin annelik olduğuna dikkat çekiyor.
1914-18 arası Osmanlı’da yaşayan kadınların yazdırdıkları arzuhalleri inceleyen Kutluata, “1915 sonrasında karşımıza koca bir blok olarak Ermeni kadınların yazdırdığı arzuhaller çıkıyor. Bu arzuhaller Müslüman kadınların yazdırdıkları arzuhallerden tema olarak ayrışıyor. Ermeni kadınlar tutuklanan, sürülen oğullarını bulmak ve evlerine dönmelerini sağlamak için devlet kurumlarından taleplerde bulunuyorlar.”
Savaş dönemleri yoğunlaştığında üzerine kafa yorulması gereken bir başka kategorinin dulluk olduğunu ifade eden Kutluata, bu alanı kadınların deneyimlerini tartışmak açısından önemli bulduğunu belirtiyor: “Çünkü dullar hem devletin korumaya çalıştığı zavallı, yardıma muhtaç kadınlar hem de başlarında koruyucu bir erkek olmadığı için her an gayri meşru alana kayabilecek olan dolayısıyla ailelerin ve devletin namusunu da kirletme potansiyeli olan kadınlar. Aynı zamanda dönemin edebiyatı içerisinde gayet erotikleştirilmiş terimler.”
Milli Mücadele döneminde savaşmak için cepheye giden kadınları da ele alan Kutluata, “Savaş içindeki kadınların öznellikleri ve bu öznellikler üzerinden iktidar alanının deşifre edilmesi çok önemli” diyor. Konuyla ilgili en erken 1806’ya ait bir belge bulduğunu belirten Kutluata, savaşçı kadınların bir propaganda malzemesi olarak kullanıldığını söylüyor: “Bunların hepsi Kürt aşiretlerinin başında olan Kara Fatmalar. Cumhuriyet döneminde bu Kürt kimlikler dışarıda bırakılıyor. Peki bu kadınlar ataerkil kimliğe nasıl uyduruluyor? Yanında mutlaka kardeşi oluyor, ailenin erkeklerinin izin veriyor ve onaylıyor olması gerekiyor. Burada çok enteresan bir örnek Erkek Halime örneğidir. Erkek Halime erkek kılığına girer ve savaşa katılır. 90’larda Erkek Halime’nin üçüncü kuşak torunuyla bir görüşme yapılıyor. Oradan biz şunu anlıyoruz. Erkek Halime, savaştan sonra da erkek gibi giyinmeye ve yaşamaya devam etmiş, karşımızda trans bir erkek var.”
Savaşmak için cepheye giden kadınların hikayesinin ataerkilliğe ve hetoroseksizme uygun hale getirildiğini vurgulayan Kutluata, “Bu alanlar kadınların seslerinin en duyulmaz olduğu alanlar” diye konuşuyor.
'SABİHA SERTEL'İ 24 YAŞINDA KEŞFETTİM
Cumhuriyet tarihinin ilk profesyonel kadın gazetecisi Sabiha Sertel’in ikinci kuşak yeğeni Nur Deriş, yaşadıklarını anlatırken zamanına tanıklık eden Sabiha Sertel’i de anlattı. Sabiha Sertel’in otobiyografik kitabı Roman Gibi’nin Türkçe’den İngilizce’ye çevrilmesine katkı sunan Nur Deriş, büyük halası olan Sabiha Sertel’in varlığının politik görüşleri sebebiyle kendisinden yıllarca saklandığını anlatıyor: “Ben Sabiha Sertel’i 24 yaşında keşfettim. Nasıl gizlenir bizden böyle bir şey diye çok kızdım. Çünkü o zaman ben kendim de devrimci olmuştum, hapis yatmıştım. Yazdıklarım, çevirdiklerim yüzünden baskı gören biriydim ve çok benzer paralel hayat çizgileri olan bir kadın keşfetmiştim ailemizde. Nasıl saklarsınız diye çok kızmıştım. İlerleyen yıllarda bu öfkem anlayışa dönüştü. Bizi sakınmak istediler, çocukları olarak. Sabiha’nın başına gelenler bu çocukların başına gelmesin dediler.” Nur Deriş bu cümlenin ardından kısa bir es veriyor ve gülümseyerek “Bu sakınmanın çok fazla bir faydasının olmadığını da tarih bize gösteriyor” diyor.
Nur Deriş’e göre Sabiha Sertel, sürekli saldırıya uğradığı üç farklı kimliğe sahip: Kadın, komünist ve dönme.
Dönemin kültür başkentlerinden Selanik’te 1895’te doğan Sabiha Sertel, altı çocuklu bir ailenin en küçük çocuğu. Nur Deriş, onu zorluklardan yılmayan ilklerin kadını diye tarif ediyor: “16 yaşında Osmanlı Cemiyeti’nde Kadın isimli bir makale yayınlıyor. Yeni Felsefe Dergisi’nde yayımlayan bu makale, yılın en iyi makalesi seçiliyor.”
O dönemde kız çocuklarının üniversiteye devam etmesine izin verilmemesi de Sabiha Sertel’i yıldırmıyor. Sertel’in bu durum karşısında bulduğu çözümü, şöyle anlatıyor Nur Deriş: “Tefeyyüz Cemiyeti adıyla bir okuma grubu kuruyor. Üniversiteye gitmemize madem imkan verilmiyor, biz de kendimiz hocalarımızı tutarız diyor. Kız çocuklarını örgütlüyor, harçlıklarını birleştiriyorlar ve öğretmen tutup üniversite düzeyinde eğitim alıyorlar.”
1913’te Balkan Savaşı sebebiyle ailesiyle birlikte İstanbul’a taşınan Sabiha Sertel, 1919’dan itibaren eşi Zekeriya Sertel ile dönemin yayın hayatına damga vuran Büyük Mecmua dergisini çıkarıyor. Zekeriya Sertel, dergi içeriği sebebiyle tutuklanınca ortalığı bir telaş alıyor ve ‘Yoksa dergi çıkmayacak mı?’ sorusu gündeme geliyor. Nur Deriş, Sabiha Sertel’in durum karşısında takındığı tavrı şöyle paylaşıyor: “Sabiha’nın bu dergide kadın hakları meselelerini ele aldığı 'Kadınlığa Dair' isimli bir sütunu var. O akşam Halide Edip geliyor evlerine, Zekeriya tutuklu. ‘Ne olacak şimdi, nasıl çıkacak bu dergi?’ diyor. ‘Ben çıkaracağım’ diyor Sabiha. ‘Sen nasıl çıkarırsın sen daha çocuksun’ diye bir tepki görüyor Halide Edip’ten. ‘Yavaş yavaş büyüyeceğim’ diyor ve bana sorarsanız çok hızlı büyüyor.”
‘OSMANLI, KADINLARIN BİLGİ AĞINDAN HOŞNUT DEĞİLDİ’
Akademisyen Tuba Demirci, “Türkiye'de Tarih Yazımı Geleneğinde Kadınlar-Aile-Devlet” başlığıyla oturumun son konuşmasını yaptı. Tanzimat döneminden itibaren aileyi odağa alan araştırmasında, oldukça mahrem bir tarih bulduğunu ifade eden Demirci, “Bunlardan bir tanesi kürtaj” diyor ve Osmanlı’da 1820’lerden itibaren kadınların devletin dikkatini çekecek şekilde doğurganlıklarını düzenlemek istediklerini belirtiyor: “Çeşitli alternatif doğum kontrol yöntemleri geliştirmişler ve enteresan bir kadın bilgi ağı oluşturmuşlardı. Devlet o bilgi ağından hoşnut değildi ve yerel yöneticileri özellikle muhtarları, dini liderleri kadınların ne konuştuklarına, kadınların birbirleri arasında ne konuda fikir alışverişi yaptıklarına dikkatli olmaları konusunda uyarıyordu.”
Demirci, uyarıların yalnızca yerel yöneticilerle sınırlı kalmadığını ve dönem basınında erkeklere yönelik uyarıların da yer aldığını belirtiyor: “Osmanlı devlet adamlarını meşgul eden şey doğurgan, steril, hale yola sokulmuş bir annelik babalık ve çocuk yetiştirme pratiğiydi.” Demirci, hale yola sokulmuş annelik-babalık deneyiminin devlet adamları tarafından Rusya ya da Avusturya Macaristan’la girilen savaş kadar önemsendiğini ekliyor.