Tarikatta kadın: Rüyalarla mertebe atlıyorduk

Türkiye’deki onlarca tarikat ve cemaat aynı zamanda yoksul mahallelerde yaşayan çoğu kadının sosyalleşebilmek için tek alanları. İstanbul’da yaşayan bir kadın bu durumla ilgili şunları söylüyor: “Hem yeni arkadaş ortamlarına girme hem de başka semtleri görebilme şansımız oluyor. Birçok kadın yaşadığı muhitten dışarı çıkmayı bu sayede yapabiliyor. Hem kocaları da izin veriyor. Cemaatler kadınların statü alabildiği, toplum tarafından hesap sorulmayan hatta takdir edildikleri alanlar."

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye’de onlarca tarikat var. En yaygın olanlar Kadiriliğin ve Nakşibendiye’nin çeşitli kolları. Süleymancılar gibi tarikat olmayan dini cemaatler de bulunuyor. Birbirleriyle de rekabet eden bu toplulukların devlet içinde ne kadar söz sahibi oldukları bilinmiyor. Ancak "biri güç kaybedince diğeri geliyor" algısı güçlü. Konunun siyasi ayağı üzerine onlarca kitap yazıldı. Ve fakat tarikat ve cemaatlerin kadınların hayatındaki rolü çok gündeme gelmedi.

İstanbul’un kimi semtlerinde -ki bunlar daha çok yoksul mahalleler- yaşayan kadınlar bu topluluklar aracılığıyla dini sohbetlere katılıyorlar. Konuştuğumuz bir kadın, “Kadınların çoğu okuma yazma bilmeyenler. Onların da suçu günahı yok çünkü öyle bir çevrede doğmuşlar. Sosyal aktivitesi olmayan, okuma yazması olmayan bir kadının, kocasına her gün yemek yapmak ve çocuk doğurmak zorunda olan bir kadının nasıl bir hayatı olabilir?” diyerek anlatmaya başlıyor. Bir diğer kadın da benzer şekilde, “Ancak oralarda statü elde edebiliyorlar” diyor.

Konuştuğumuz kadınlar yıllarca bu yapıların içinde olup sonra bir şekilde ayrılmışlar. Anlattıkları bazı şeyleri yazmamamızı rica ediyorlar: “Buradan anlaşılır benim olduğum. Yazma...”

‘RÜYALARLA MERTEBE ATLIYORDUK’

İstanbul’da yaşayan, orta yaşlarda bir kadın anlatıyor: “Hem yeni arkadaş ortamları hem de başka semtleri görebilme şansı. Birçok kadın yaşadığı muhitten ancak bu sayede çıkıyor. Hem kocaları da izin veriyor. Cemaatler kadınların statü alabildiği, toplum tarafından hesabının sorulmadığı, takdir edildiği alanlar. Saygınlık elde etme yeri orası. Bir anne çok hızlı bir şekilde kız çocuğunun Kur’an kursuna gitmesini istiyor. Çünkü bu annenin takdir edilmesine neden olur. Kısa yoldan elde edebileceği bir statü sağlıyor. Bir gururlanma hali oluyor. Benim böyle oldu.”

11 yaşında sübyan okuluyla başlamış. Oradan başlıyor anlatmaya:

“Sabah namazından sonra dizimizin üstüne çökerdik, elimizi kalbimizin üzerine koyar, çoğu kez uyuyaya kalırdık, rüyamızda Süleyman Hilmi Tuna Han’a ulaşmaya çalışırdık. Her geçen gün ona ne kadar ulaşabiliyorsak, onu ne kadar görebiliyorsak o kadar ilerlemiş oluyorduk. ‘Rabıta’ bizim Allah’ın huzurunda kabulümüzdü bir yerde. Bir ölüyle onların deyimiyle iletişime geçmek… Hocamıza rüyamızı anlatıyorduk. Hocamız da yorum yapıyordu. Bu rüyalarla mertebe alıyorduk. Sonrasında 'hoca' oluyorduk. Ben erişemiyorum demiştim. Küçüğüm. Oyun çağı diyorlar ya… Allah beni sevmiyor, istemiyor, Allah beni ne zaman sevecek diye düşünürdüm.”

‘10 YAŞINDA ÇOCUKSUN, KURT AYIKLIYORSUN’

İtaat etmeyen her çocuğun dayak yediğini söylüyor: “Küçük, yürüyen hayvanlardan hâlâ nefret ediyorum” diyor ve sebebini paylaşıyor:

“Bazı kurumlar yurtlara ekmek bağışlar. İki gün öncesinden kalmış ekmekler. Kuru ekmek orada Allah’a şükür etmenin bir temsiliydi. Kuru ekmeği yemediğinde ‘çık, yeme’ diyordu, inat edersen dayak yiyordun. Kur’an’ı makamlı, tecvidli (usüllü) okumayınca da ceza alır, dayak yerdik. Ellerimi uzatırdım. Alışmıştık da… Sabahları kepçeyle ranzalara vura vura bizi sabah namazına uyandırırlardı. Uykumuz kaçsın diye. Yurda çocuklar yesin diye yemek getirirlerdi. Hocalar bu yemekleri kendilerine ayırır asla paylaşmazlardı. Onların özel buzdolapları vardı. Koca koca tencerelerde makarnaları, çorbaları biz yapardık. En unutmadığım şey… Bakliyat çuval çuval geldiği için kilere bırakılırdı ve kurtlanırdı tabii… O kurtları ayıklayıp, çorba yapardık. Hâlâ nefret ederim küçük, yürüyen hayvanlardan. 10 yaşında çocuksun ve kurt ayıklıyorsun. Bunlar aklıma geliyor… İntikam, hınç gibi duygularım yok ama çocukların bu gibi yerlerden uzak durabilmesi için her şeyi yaparım. Tarikatlar, cemaatler sınıfsal da bir mesele. Yoksul ailelerin kız çocukları o kurslara veriliyor. Resmen karanlık bir kuyu orası… Sürekli eziyet gibi... Hayattan tat almak, ahirete ihanet etmek gibi, imanı zayıflatan bir şey gibi. Çocukken bunu öğreniyorsun. Kız çocuklarının okumasının izni yoktu. Şimdi açık öğretimde okumaya izin veriliyor.”

‘DUŞ YASAKTI, BİRBİRİMİZLE CİNSEL MÜNASEBETİMİZ OLDUĞUNU SÖYLERDİ’

20’li yaşlarında başka bir tarikata geçmiş. “Arayış içindeydim” diyor. İstanbul’un bir semtinde 12 ay kaldığını anlatıyor:

“1 yıl medrese eğitimi aldım. Ben vakıfeydim. Evlenmemek şartı vardı. Kendini vakfediyorsun, rahibe gibi… 12 ayda toplasan belki 10 kere dışarı çıkmışımdır. İki katlı, dubleks bir yerdi. Üst kat yatakhane, alt katta iki sınıf vardı. Küçücük bir yerde, 10 kadındık. Bütün cemaatlerde böyle. Eğitim aldığınız dönemde en fazla ayda bir dışarıya çıkma hakkınız vardı. Televizyon halen yok. Ben cep telefonu kullandığım için, Facebook sayfam olduğu için defalarca kez uyarıldım. Fotoğraf koymak yasaktı. Halen yasak. Başımızda olan kadın korkunçtu. Bugün hâlâ ona karşı öfke duyuyorum. Psikolojik şiddetini halen unutamıyorum. Her hafta kaç kez duş aldığımızı hesaplardı. Birbirimizle cinsel münasebetimiz olduğunu öne sürerdi sık duş aldığımız için… Yaz ayında bile 'haftada birden fazla duş almayacaksınız' demişti. 'Görmediğim yerlerde ilişki yaşıyorsunuz' derdi. Öyle bir yurtta kalıyorsunuz ki banyonun camları dahi boyanmış oluyor. Her şey planlı. Sana ait tek zaman yatakta uykuya daldığın zaman.”

“Geldiğim yerde annemin de ürktüğünü fark ettim. Geniş pardesüler giyerdim. Her cemaatin kendine göre bir giyim tarzı vardır. Hepsinin ayrı ayrıdır. Bugün sokakta gördüğüm kadının kıyafetinden hangi cemaate mensup olduğunu anlayabiliyorum. Erkekler kamufle edebiliyorlar kendilerini.”

Konuştuğumuz bir başka kadın “ses kaydından” korktuğu için anlatmak istemiyor. “İslami bir mesele. Başka yerde o ses kullanılırsa” diyor. Şu kadarını paylaşabiliyor: 'Bir pardesü tutturdular. Ölçüleri verdiler. Bir başladılar diktirmeye artık arkası gelmedi. Yok bu olmadı, 1 metre 10 cm. olacak. 3 cm. pilesi olacak. Diktirdim iki tane 'yok bunlar olmamış' dediler.” O da ayrılma kararı almış zamanla.

‘ÖLÜNÜN YIKAYICIYA TESLİM OLDUĞU GİBİ TESLİM OLACAKSIN DİYOR’

Bir başka kadınla telefonla konuşuyoruz. “Konya’da Seydişehir var. Hacı Abdullah Efendi’nin kabri… Edirnekapı’da yatan Yönenli Mehmet Efendi var. Silsile oradan geliyor. Silsilenin en başı Hz. Ebubekir efendimiz” diyor. “Tasavvuf yolu çok güzel bir yol aslında” diye ekliyor. “Öğretmenin sana öğretiyor, sen de öğrencilerine…”

Güzel başladığını söylediği bu yolda zamanla kafasında soru işaretleri uyanmaya başlamış ama konuşmasının sonunda tasavvuf yolundan vazgeçmediğini bilhassa belirtiyor.

“Kur’an’ı öğrenmek amacıyla gittim. Zamanla beni içlerinde görmek istediler. Kadınların çoğu okuma yazma bilmeyenler. Onların da suçu günahı yok çünkü öyle bir çevrede doğmuşlar. Sosyal aktivitesi olmayan, okuma yazması olmayan bir kadın… En fazla kocasına her gün yemek yapmak ve çocuk doğurmak zorunda olan bir kadının nasıl bir hayatı olabilir? Böyle ortamlara giriyor. Girdiği anda da her şeye sonuna kadar kanıyor. Dernek kurmak gibi düşün… İnan ki üç kadın toplarım, üç kere 'Allah' diye bir bağırırım, bir ağlarım ondan sonra ne olur biliyor musun, o üç kadın 15 kadın olur bir dahaki haftaya. Allah’a inanan bir insan olarak bu kadar yalan konuşulabileceğine inanmıyorsun. Benim yıllarca içlerinde kalma sebebim buydu. En basiti sana diyor ki: ‘Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır.’ Mürşit öğretmen demek, kılavuz demek. Cennete kavuşmak için mürşide ihtiyacın var, eğer yoksa şeytan seni daha çabuk kandırır. Seni böyle bağlıyor. Ondan sonra ölünün yıkayıcıya teslim olduğu gibi ‘teslim olacaksın’ diyor. Teslim olmazsan istersen bu yolda 50 yıl kal, hiçbir hedefe ulaşamazsın diyor. Bir insan Allah’a teslim olur değil mi? Peygambere bile teslim olmaz. Gerçek mürşitse amenna, değilse ne yapacaksın? Soru işaretleri vardı kafamda ama beni şeytan mı kandırıyor diye düşünüyordum. (Ayrılma sebebini anlatıyor. Bu kısmı kimliğini açık edebilir diye yazmıyoruz) Kendin uzaklaştığın zaman sana ‘sen kendin çıktın’ demiyorlar. Arkada kalan cemaate diyorlar ki, burası peygamberin kürsüsü, bir yanlışı vardı demek ki ilahi bir şekilde uzaklaştırıldı. Bir ağ kurulmuş, benim mahallede 3-4 kadın görevlendirilmiş. Yeşilpınar’da bir kadın, Gazi’de bir kadın, Arnavutköy’de bir kadın… Çatalcalara kadar kol var. 70'den fazla kürsü var. Kürsü dediğim mahalleler. 70’den fazla görevlendirilmiş kadın var. Onun adı da 'ders başı' oluyor. Ders başı dediğim kişiler büyük hocaya sormadan çarşıya pazara bile çıkamazlar. Her şeyi ona soruyor ama her şeyi… Bizimkisi kadınlardan oluşuyordu. Mürşidimiz kadın. Diğerleri kadından mürşit olmaz diyor. Kadından öğretmen var, astronot var neden mürşit olmasın? Kadın Allah’ın kulu değil mi? Ayrıldıktan sonra beni kimse aramadı. Bir kadın gönderdiler sadece. Her şeyi anlattım. Seni şeytan kurcalıyor dedi. Şu anda bana selam vermiyorlar. Rüyaların anlatıldığı tarikatlar var. Bizde yoktu. Eşek gördüm diyorsun, o sana bağırıyor, çağırıyor. Bu mahallede görevlendirilen kadın kendinden 30 yaş büyük bir kadını azarlıyor mesela. Rüyasında gördüğü şey için, günah işledin sen, işaret bu diye. Bunlara inananlar var. Ben yolumdan çıkmadım, uzaklaşmayı tercih ettim. Samimi mürşidi bulana kadar yürüyeceğim.”

AYŞE ÇAVDAR: TARİKATLAR ADANMIŞLIK VE SADAKAT İSTER

Ayşe Çavdar.

“Yalnız İslam’da değil, her dinde tarikatlar ve cemaatler, içinde bulundukları zaman diliminde verili dinin, hukukun ve devletin merkezi otoritesine yerel meydan okumalar olarak ortaya çıkar ve sonra yayılırlar. O yüzden çıkış noktasında her tarikat, her cemaat isyankârdır ama kalabalıklaştıkça kendisi de bir hegemonik projeye dönüşür. Her neye muhalefet olarak çıktıysa onun yerini almaya, yapamıyorsa onun altını oyarak, adeta kemirerek kendi yaşam alanını genişletmeye koyulur. Bunun için de muhalefet ettiği merkezi otoritenin eksik-gedik bıraktığı işlere talip olur, o yapıya zayıf noktalarından dahil olmanın yoludur bu. Yoksullara yardım, esnaf arası dayanışma, çocuklara eğitim, sağlık hizmetleri, mahallenin dirlik düzeni, gençleri 'everip' yuva sahibi etme, uygun bir semtte eve, öldürmeyecek kadar maaşla bir işe yerleştirme, artık aklınıza ne geliyorsa... Türkiye’de tarikatlar ve cemaatler 1990’larda, o dönemin kriz koşullarında devletin gücünün yetmediği, zaten çok da umursamadığı hane halkları için çözümler üreterek büyüdüler. Dergâhlarda, camilerde kurulan dayanışma sandıkları iflas eden esnafın meselesini çözdü, çalkalanmakta olan bankacılık sektörüne ezdirmediler kendi müritlerini ve takipçilerini. Birçokları ilk işlerini o dayanışma sandıklarından aldıkları paralarla kurarak piyasa aktörüne dönüştüler. Buna karşılık müthiş bir sadakat ve adanmışlık sundular tarikatlarına ve cemaatlerine. Tarikatlar ve cemaatler siyasi müzakerede ellerini böyle güçlendirdiler.”

Çavdar, “Yoksulların ve kadınların kişisel hayatlarındaki karşılıkları da buradan yola çıkılarak bulunabilir” diyor ve bunu şöyle açıklıyor:

“Tarikatlar kadınlar için saygınlık, korunaklı olarak başka mahalleleri görme, başka kadınlarla tanışma, dolayısıyla sınırlandırılmış da olsa kendisininkinden daha geniş bir hayata açılabilecekleri kanallar sunarlar. Buna karşılık adanmışlık ve sadakat isterler. Her bir mürid tarikatın hem ekonomik hem siyasi işlerinde insan kaynağını oluşturur. Mürit, tarikat/cemaat için hem siyasi merkeze muhalefetini ya da onunla müzakeresini yürütürken güç alacağı kalabalığın bir parçasıdır hem de daha da çok insan ‘kazanmak’ için kullanacağı insan kaynağı, yani 'agency'dir. Her bir mürit, tarikatın/cemaatin siyasi ve ekonomik sınırlarını ve rekabet gücünü kendi hayatının kapsamı ve liyakati ölçüsünde genişletir.”

BERRİN SÖNMEZ: 'SPİRAL YÜZÜNDEN ABDESTSİZ GEZİYORSUNUZ' DENİLDİĞİNİ DUYDUM 

Gazete Duvar yazarlarından Berrin Sönmez ise mahallerdeki bu 'ağları' şu sözlerle değerlendiriyor:

“Mutaassıp çevrelerde kadınların hiçbir şekilde toplumla birey olarak sosyal ilişki geliştirmesine izin verilmiyor. En fazla kadınlar ailelerinden mahalle camisindeki Kuran kursuna gitme izni alabiliyor. Orası da bir sosyalleşme alanı oluyor ama bu kapalı cemaatlerin kendi içerisinde oluşturdukları ağlar meselesini ben daha çok Fethullah Gülen cemaatinden hatırlıyorum. Oradan bildiklerimiz de var. Özellikle kadınların sıradan beklentilerinin günah sayıldığı, onlardan uzak tutulduğu yapılardı. Bir arkadaşımın katıldığı sohbette, kadın hoca ‘Spiral taktırıyorsunuz. Bu spiraller yüzünden gusül abdestiniz kabul olmuyor. Abdestsiz geziyorsunuz’ demişti. Arkadaşım telaşla 'gerçekten böyle mi' diye sormuştu. Bedenin 12 cm içindeki rahimden bahsediyoruz. Gusül abdesti bedenin dışının yıkanmasıdır. Alakası yok… Kadınları bu şekil kontrol altında tutuyorlar.”

Berrin Sönmez.

‘MUHAFAZAKARLARI KAZANMAK ZORUNDA DEĞİLİZ LAFLARI DUYUYORUM’

Sönmez konuştuğumuz kadınlardan birinin kadın mücadelesine getirdiği, "Bu mahallelerdeki kadınlardan bihaber kadın mücadelesi mi var sahiden?" eleştirisini ise şöyle değerlendiriyor:

“Yıllardır kadın hareketinin içindeyim. Severler, olmamı da isterler ama ona rağmen 'muhafazakarları kazanmak zorunda değiliz' gibi laflar duyuyorum. Az önce katıldığım toplantıda da duydum. Toplumun her kesiminin desteğini almak zorundayız. Öyle bir lüksümüz yok. Kendi konforlu alanlarımızda kendi kendimizi tatmin edecek şekilde yaşama isteği… Bu da ayrı bir gettoda yaşama arzusu. Başkent Kadın Platformu’nda hep gettolarda çalıştık. Genellikle Kuran kurslarına gelen kadınlarla yaptık çalışmalarımızı. Bizim dışımızda oralarda çalışan örgüt görmedim. Ta ki Suriyeli göçmenlerin gelmesi ve AB fonlarının göçmenlerle ilgili çalışmalara verilmesiyle bu durum değişmeye başladı ama göçmenler özelinde kaldı. Aynı muhitteki yerleşiklerle çalışmalar halen yapılmıyor.”

Etiketler kadın cemaat tarikat