Kadına yönelik şiddet: Bir ulusal güvenlik ve ekonomi meselesi
Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetini teşvik eden ataerkil değerler, toplumda bir grubun diğerine hakimiyetinin pekiştirilmesine zemin hazırlamaktadır. Böylelikle aile içi şiddet, toplumda meydana gelecek siyasi şiddeti de pekiştirmektedir. Bu kısır döngü, nesilden nesle aktarılmaya devam edecek ve aile içinde şiddete uğrayan bireylerin birer şiddet faili olma ihtimalleri artacaktır.
Zeynep Yıldırım*
Türkiye'de artan Covid-19 vakalarına rağmen kasım ayında İstanbul, Ankara, Kayseri ve ülke genelindeki diğer şehirlerde bir araya gelen kadın gruplarının net bir mesajı vardı: "İstanbul Sözleşmesi'ni uygulatacağız."
İktidar partisinin 2020 yaz döneminde İstanbul Sözleşmesi olarak da bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nden çekilme fikri, sivil toplumda cinsiyete dayalı şiddete karşı kampanyaların yaygınlaşmasına yol açmıştır. Öyle ki geçtiğimiz günlerde iktidara bağlı üst düzey siyasetçilerin kadına yönelik şiddeti kınayan açıklamaları şaşırtıcı niteliktedir. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü ile ilgili düşüncelerini “Tüm kadınlarımızın hak ve adalet mücadelelerinde yanlarında olduğumuzu bir kez daha tekrar etmek istiyorum” şeklinde ifade etmiştir.
İktidar partisinin kadına yönelik şiddet konusundaki tavrının değişmesi tam anlamıyla bir sürpriz yaratmamıştır. Zira bu konuda hiçbir zaman sağlam ve kalıcı bir duruş sergilemedikleri, hatta kah aşırı dindar grupların kah uluslararası toplulukların, yani belirli zamanlarda daha baskın olan grupların fikirlerine yönelik mesajlar verdikleri görülmektedir. Birçok kişi kadına yönelik şiddeti genel olarak aile ve yakın çevre ile ilişkilendirmektedir fakat kadına yönelik şiddetin daha çok toplumsal bir sorun olduğu giderek dikkat çekmektedir.
Araştırmalar kadına yönelik şiddetin ulusal güvenlik ve ekonomi meselesi olduğunu ve bu konunun hükümetlerin gündemlerinin üst sıralarına taşınmasının gerekliliğini ortaya koymaktadır. ABD Savunma Bakanlığı tarafından yaptırılan yıllara dayalı küresel bir ampirik araştırma, hane halkı düzeyinde kadınların güçsüzleştirilmesinin istikrarsızlık, şiddet, terör, yolsuzluk ve otokrasi dahil ulusal güvenlik konuları üzerinde son derece olumsuz etkileri olduğunu göstermektedir. Araştırma neticesinde kadınları ikincilleştiren erkeklerin, siyasi şiddete katılma eğiliminin daha yüksek olduğuna dair sağlam veriler ortaya konmuştur. Erkeklerin kadınlar üzerindeki hakimiyetini teşvik eden ataerkil değerler, toplumda bir grubun diğerine hakimiyetinin pekiştirilmesine zemin hazırlamaktadır. Böylelikle aile içi şiddet, toplumda meydana gelecek siyasi şiddeti de pekiştirmektedir. Bu kısır döngü, nesilden nesle aktarılmaya devam edecek ve aile içinde şiddete uğrayan bireylerin birer şiddet faili olma ihtimalleri artacaktır.
Türkiye’de 2015’de meydana gelen Ankara'daki ölümcül terör saldırısı, ordunun 2016'daki başarısız darbe girişimi, 2017’de gerçekleşen Türkiye anayasa değişikliği referandumu ve iktidar partisinin aleyhine devam eden yolsuzluk iddiaları gibi olaylar, ülkede son beş yılın zorlu geçtiğini göstermektedir. Hane halkı düzeyinde bakıldığında kadınların yaşadığı güvensizlik duygusu, bir nevi ülkenin ulusal istikrarsızlığıyla kendini göstermektedir.
Kadına yönelik şiddeti görmezden gelen ülkelerin, daha geniş sosyal gruplar tarafından şiddete maruz kalmaları kaçınılmaz bir sondur. Dünyaca bilinen siyasi dergi Foreign Policy (Dış Politika) tarafından dünyanın en etkili 100 düşünüründen biri olarak gösterilen Valerie Hudson, kadına yönelik düşüncesini "Kadınlarınıza ne yaparsanız, milletinize de aynısını yaparsınız."cümlesiyle ifade etmiştir.
Kadına yönelik şiddet ulusal güvenliğin yanısıra ulusal ekonominin de önemli bir unsurudur. Norveç'in Oslo Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsü’nün eski kıdemli araştırmacılardan Dr. Anke Hoeffler, partneri tarafından şiddete maruz kalan kadınların düşük ağırlıklı bebek doğurma ve başka sağlık sorunlarına sahip olma olasılığının daha yüksek olduğunu açıklamıştır. Bu durum kadınların ekonomik potansiyellerini tam olarak kullanamamalarına neden olacak ve dolayısıyla ülkenin kalkınmasını da olumsuz yönde etkileyecektir. Dr. Hoeffler’e göre toplumdaki kadınlara yönelik fiziksel ve cinsel şiddet haricinde sadece “yakın partner saldırısı”nın maliyeti Avrupa ve Orta Asya'da GSYİH'nin yüzde 6,08'ine eşittir. Bu veriler Türkiye'ye uyarlanacak olursa, ülke ekonomisine çıkan maliyet 47 milyar dolardır. Bu olası tahmin Türkiye’nin toplam eğitim harcamasından biraz daha yüksek bir miktardır. Kadına yönelik şiddetin pandemi döneminde daha da arttığı göz önüne bulundurulduğunda bu miktar yükselmeye devam edecektir. Büyük ölçüde değer kaybeden bir para birimi, boş kasalar, cesareti kırılmış bir iş dünyası ve salgınla mücadele eden bir ülke için 47 milyar dolar değerindeki bir maliyet şüphesiz hayati bir önem taşımaktadır.
İstikrarsız ve yoksul bir devlet, dinî veya sosyal değerleri ne olursa olsun her vatandaşa zarar vermektedir. Kadına yönelik şiddete son vermek hükümetin ve her yurttaşın yararınadır. Bir Türk atasözü olan “Kol kırılır yen içinde kalır” içinde çok yanlış anlamlar barındırmaktadır. Çünkü kadına yönelik şiddet aile içi ilişkileri etkilediği kadar, tüm toplumun güvenliği ve ekonomisi üzerinde de gözle görülür etkilere sahiptir. Bu verilerin sonucunda kadına yönelik şiddetin göz ardı edilemeyecek kadar önemli bir unsur olduğu görülmektedir.
Türkiye hükümetinin ülkeye daha istikrarlı ve daha sağlıklı bir ekonomi sağlama çabalarında, kadına yönelik şiddetle mücadele önemli bir başlangıç noktası olmalıdır. Bu mücadeleye veri toplama, önleme, cezalandırma, koruma ve destek gibi birçok alandaki politikaları ve tedbirlerleri barındıran İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanmasıyla başlamalıdır. Şüphesiz sivil toplum, özel sektör kuruluşları ve kadınlar bu gecikmiş mücadelede tüm güçleriyle hükümetin yanında olacaklardır.
*Harvard Kennedy School’da Kamu Yönetimi Masterı öğrencisi