Kadınların seçimi: İnsan kendi geleceğine küser mi?
Yalnız kendi geleceğimize değil, umutsuzluktan intihar eden gençlere, katledilen binlerce kadına ve gelecek nesillere borçluyuz bunu. Bizim küsmek gibi bir lüksümüz yok. İrademize ve gücümüze inanacağız, oyumuzu kullanacak ve sahip çıkacağız. Son ana kadar “yenildik” demeyeceğiz: Demek ki, öyle ya da böyle, mutlaka aslında kazanmış olacağız.
Sıklıkla kadınlara atfedilen ya da yakıştırılan bir tutum olsa da ben “küsmek”in aslında eril bir davranış olduğunu düşünürüm. Kısa süreli dargınlıklardan, pasif agresyondan, zaman tanımaktan ya da layıkıyla bitirmek, kopmaktan bahsetmiyorum: “Küstüm oynamıyorum” demek çoğunlukla erkeklerin (ya da egemen)in yaptığı bir şeydir. Çünkü bunu yapma hakkı onlara verilmiştir. Küsüp giden nedenlerini açıklamak hatta gerçekte “konuşarak anlaşmak” falan istemez. Tek istediği, kendi isteklerine itaat edilmesidir. Topunu alıp giden “çocuk”, aslında oyunu da bitirir. Geride bıraktığı hayal kırıklığı ya da dağınıklık da umurunda olmaz. O kendi müzmin mağduriyetiyle ilgilidir.
Küsmek çoğunlukla darılmak biçiminde anlaşılıyor, halbuki diğer sözlük anlamları daha manidar: Güncel Türkçe Sözlük’ten aktarıyorum:
1.Darılmak.
2.Görevini yerine getirememek: Yemek zamanı geçerse mide küser.
3.Gelişememek, büyüyememek: Ağaç yerini sevmedi, küstü.
4.Bir madde, herhangi bir sebeple istenilen niteliğini yitirmek.
Haklı da haksız da olsa mücadele etmek, kendini ifade etmek, vazgeçilmesi zor şeyler konusunda yapılacak her şeyi yapmaksa daha çok kadınlara öğretilmiştir. Kim ve ne olursa olsun kadının ne “varlığı lütuf” ne de yokluğu ceza olarak belletilmez, büyütülürken. Üç yaşımızdan itibaren sevilmek, başarmak, kendimiz olabilmek, hep iyi görünebilmek ve çoğunlukla hatta hayatta kalabilmenin koşulu olarak daha çok mücadele etmek zorunda olduğumuz öğretilir. Bir de ortalığı temizlemeden bulunduğumuz yeri terk etmemek.
Bunları yapmayan, sözlüğün her manasında “küse küse” hayatını pek güzel idame ettiren pek çok kadının da olup olmaması değil mesele. Bu tavır aslında bence erildir ve/veya “olgunlaşmamışlıkla” alakalıdır, demek istiyorum. Kadınlar (çoğunlukla) vazgeçer ya da bitirirler. Burada bir süreç, çaba ve kesinlik vardır. Neden sonuç ilişkileri içeren bir final vardır. Vazgeçmek mesela, pes etmek değildir. Artık orada bir şeyin yeşerme ihtimali olmadığını bildiğin yerden çıkmak ve geride bırakmak, özgürleşmektir. Mücadeleyi bildiğin gibi vazgeçeceğin noktayı da bilmen gerekir. Seni sürekli olarak dibe çekeceğini bildiğin yerden, imkân varsa, gitmemek artık sevginin, mücadelenin, hayatı ayakta tutmanın değil ego ya da takıntının bir sonucudur, ya da pek popüler söyleyişle, “öğrenilmiş çaresizlik”in.
Tüm muhalif kesimi, ki Türkiye’de bu tanım hem çok karmaşık hem de yer yer çok çelişkili, o nedenle diyelim, bu seçimlerde mevcut iktidarı sonlandırmak yönünde oy veren herkesi bir biçimde avucuna almış bir umut var: Kazanmak. Bunun en az zahmetli ve “tehlikesiz” yolu olarak da, “ilk turda bitirmek”. Seçimler ilk turda bitmedi ki dilek bu yönde olsa da bu aslında çok öngörülebilirdi. Toplumsal desenlerdeki aşılamaz önyargı, korku ya da kafa karışıklıklarından tut, 20 küsur yıldır tüm varlığını nasıl olursa olsun “iktidarda kalmak” üzerine inşa etmiş bir yapıyı da bir anda devre dışı bırakmak evet “bir ihtimaldi ve güzeldi” ama zordu da. İlk turda kazanmadık ama kesinlikle “kaybetmedik”. Önümüzde her tür küskünlüğü, kaprisi, ergenliği devre dışı bırakmamızı gerektiren kısacık bir süreçle baş başa kaldık sadece. Yetişkin olursak başarabileceğimize, ben yürekten inanıyorum.
Seçim analizleri çarşaf çarşaf yapıldı, sağ olsun çoğunlukla da zaten siyaset işlerini pek bizlere bırakmayan “abilerimiz” konuştu (bazısı gayet de iyi konuştu ya da yazdı, haklarını yemeyelim.) Kadınlar da yazdı. Elbette ki yukarıdaki sitem, her şeye rağmen meclise giren bazı pırıl pırıl kadınları ve hak eden erkekleri dışarıda tutarak, her şeyde ve her alanda artık sürekli ezici ve boğucu bir erkek iktidarı görmekten duyduğumuz bıkkınlıkla alakalı.
Özetle çok yazıldı çizildi, ortalık da bir hayli karışık. Ortalık bu kadar karışıkken sonuçlara ve önümüzdeki sekiz güne değil komplo ve hayal kırıklıklarına odaklanmak aklın zehri, konsantrasyon da gıdası. Daima “akvaryum”lardan çıkıp “mahalle dışı” insanlarla konuşma eğilimi (yazar ve senarist olarak da) yüksek biri olarak söylüyorum. Komplolara ve korkuya geçit verirseniz okurunu zekiymiş gibi hissettiren berbat bir polisiyenin okuru bile değil, figüranı olursunuz. Çünkü bu, gerçek hayat. İnsanın daima hızlıca ve eldeki seçenekler arasında, sırf kendisini değil, başkalarını da düşünerek karar vermesi gereken bir yer.
Ben duygulardan bahsedeceğim. Bizde duygu alanı hem küçümsenir ve bu anlamda “kadınsılaştırılır”, hem de aklın dışına itilir. Halbuki aklı yöneten, rezil de vezir de eden şey duygulardır. 20 küsur yıldır (aslında çok daha uzun süredir, ama en kesif biçimde bu zaman diliminde) bir duygunun, “öfkeli erkeklik”in yaydığı korkunun etkisi altında yaşarken bunu nasıl inkar edebiliriz? Duygu bu anlamda aklın dışında değildir, tam da aksine aklı yürüten ya da durduran şeydir. Kieslowski’nin sevdiğim bir sözünü de ekleyeyim buraya: “İnsanları birbirine bağlayan duygulardır. Çünkü 'sevgi' sözcüğünün anlamı herkes için aynıdır. ‘Korku’nun ya da ‘acı’nın da. Bu yüzden sinemamda bunları anlatıyorum. Yoksa başka konularda hemen bölünüyoruz.” Kuşkusuz burada ağlak bir duygusallıktan, aforizmalara ya da birkaç parlak sahneye bel bağlayan bir “kötü edebiyat/sinema”dan değil, hikâyeyi bazı temel, evrensel insani duygu ve dolayısıyla durumlar, karakterler üzerine kurmaktan bahsediyor.
Duygular aklın dışında değildir. Mesela mühim bir kesimi “Kürt”, “Alevi” ezici kesimi “LGBTİ+” temelde, alttan alta hâlâ en aydın kesimi bile “kadın” sözünü duyduğunda irkilerek ayarlarına koşan bir toplumda hele bu alanı yok saymak, cinayettir. Ben Kılıçdaroğlu’nun seçim boyu yürüttüğü kapsayıcı, “konuşulamayanın adını koyan” kampanyadan razıyım. Elle yapılan kalbi de hiç naif falan bulmadım. Aklımız, bilinç dışımız ve kalbimiz arasında köprüydü o. Organizasyonel hataları, becerilemeyenleri ve başka pek çok türden hata ve eksikliği de görüyoruz elbette. Muhalefetin önümüzdeki kısacık zamanı ve ikinci turu mümkün en etkin ve doğru yolla yönetmesi de hayati önemde. Kalp gerekli ve hayatiydi, ama elbette depremle birlikte giderek hayatımızı yutacak hale gelmiş bir “yıkılan toplum” hissine, her geçen gün ümüğümüze çöken ekonomik krize, yoksulluğa ve yoksunluğa dair plan program da önemli.
Mesele şu: Hiçbir şeyin bir anda bitmeyeceğini biliyoruz. Her türlü zorlu bir süreç bizi bekliyor. Yine de eleştirebileceğimiz birini başkan yapmak hayati önemde.
Duygular önemli ama duyguları birbirine karıştırmamak da bir o kadar önemli. Mesela duygu sandığımız bazı şeyler akılla paket halinde gelir: Umut, sebat gerektirir. Bir lideri seçmek sevgili ya da eş seçmek gibi bir şey değildir. Şahsi bir risk alıp “ne yapayım ya ona değil buna yükseldim” demiyoruz. Bırakalım şu koldan sürükleyen, vurdu mu masayı titreten karizmatik Alfa erkek siyasetçi arayışlarını. Kaldı ki bugün masaya inen yumruk yarın da tepemize inebilir, bunu bilmiyor muyuz? Biz yine bir “tek adam” ya da o hiç vazgeçemediğimiz “muhayyel baba”yı da seçmiyoruz. (Kılıçdaroğlu’nun baba değil “dede” gibi gelmesini de ayrıca seviyorum çünkü baba otoriteyle yüklüyken dede figüründe şefkat, güven ve bilgelik vardır.) Küsme lüksümüz yok çünkü bu kez seçtiğimiz şeyden “vazgeçmek” ihtimalimiz ya da özgürlüğümüz olmayabilir.
Z kuşağı bilmiyorsa da yeterince anlatıldı ve hayal güçleri çok gelişmiş yeterince zeki, pırıl pırıl çok genç var. Adı anıldığında bile “Olağan Şüpheliler”deki Keyser Söze ürpertisi yaratacak kadar dehşetli cinayetlere, Konca Kuriş'in domuz bağıyla katledilmesine ve daha nicelerine imza atmış, kadın düşmanı, kadını eve ve anneliğe “hapsetmek” isteyen, uydurma mağduriyetlerle 6284’ü kaldırıp kadına şiddetin önünü sere serpe açacak, çoluğa çocuğa göz diken bir zihniyeti de içeren öngörülemeyecek kadar büyük bir tehlikeyle geleceğimiz arasında seçim yapacağız. Yalnız kendi geleceğimize değil, umutsuzluktan intihar eden gençlere, katledilen binlerce kadına ve gelecek nesillere borçluyuz bunu. Bizim küsmek gibi bir lüksümüz yok. İrademize ve gücümüze inanacağız, oyumuzu kullanacak ve sahip çıkacağız. Son ana kadar “yenildik” demeyeceğiz: Demek ki, öyle ya da böyle, mutlaka aslında kazanmış olacağız.
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI