Kadir Işık: Türkiye'yi tanımak isteyenler önce Yaşar Kemal okumalı
Kadir Işık'la Notos Kitap tarafından yayımlanan ilk öykü kitabı 'Herkesten Uzakta'yı konuştuk. Işık, "Öyküde gizem olmalı, okuru zorlamalı, anlatılmayan kısımlar okurun zihninde bir alan açmalı" dedi.
Haden Öz
DUVAR - Çeşitli mecralarda gezi yazıları ve öyküleriyle tanıdığımız Kadir Işık'ın ilk öykü kitabı 'Herkesten Uzakta' geçtiğimiz Şubat ayında Notos Kitap'tan çıktı. Yedi öykünün yer aldığı kitapta öykülerin dili ve kurgusu bir ilk kitap "kusurlarından" uzak. Yazarın işlediği konular okuru alıp bir yolculuğa çıkarıyor ve o yolculuk içsel ve dışsal hesaplaşmalara kapılar açıyor. Kadir Işık, öykülerini bir kitapla okura sunmadan önce belli ki demlenmesini beklemiş. Okuyunca fark ediliyor ki yazar ince bir dil işçiliği de yapmış.
Kadir Işık ile kitabı, öyküleri, edebiyata bakışı ve yazma tutkusu üzerine konuştuk.
İlk kitap heyecanını yaşıyorsunuz. Kitabı elinize aldığınızda ne hissettiniz?
Kitap heyecanı yaşadığım söylenemez pek ama okurlardan aldığım geri dönüşler, olumlu eleştiriler mutlu ediyor. Özellikle severek okuduğum ve ilgiyle takip ettiğim yazarlardan olan Behçet Çelik’in kitabım hakkında yazdıkları beni heyecanlandırdı. Biliyorsun, uzun zamandır yazıyorum, yazdıklarımı kitap sayfalarında görmek hoşuma gitti elbette. Kitap elime geçtiğinde sayfalarına hızla göz gezdirdim, masaya bıraktım. Herhangi bir bölümü yeniden okumadım. Yazdıklarımla ilgili hep bir eksiklik duygusu yaşıyorum; ya karşıma çıkan bölümde yanlış, eğreti duran bir şey, ya olması gereken yerde olmayan bir cümle ile karşılaşırsam, ya hoşuma gitmezse tedirginliği belki de. Bunu yayımlanan her yazımda yaşıyorum, tekrar dönüp okumuyorum. Okursam sanki aceleyle yazmışım duygusuna kapılacakmışım gibi geliyor. Bu durum yazıyla aramda bitmeyen bir sorun, iyi mi kötü mü bilemiyorum.
'İŞİN EN GÜZEL YANI HEP YOLDA OLMAK'
Sizi gezi yazılarından, dergilerde yayımlanan öykülerinizden tanıdım. Biraz kendinizden bahseder misiniz? Bu söyleşiyi okuyacak okurlara Kadir Işık'ı anlatır mısınız, yazma serüveniniz nasıl başladı ve bu kitapta nasıl hayat buldu?
Hakkımda anlatılacak çok şey yok. Okuyorum, geziyorum, yüzüyorum, yürüyorum ve yazarak yaşama bir yerlerinden tutunmaya çalışıyorum. Küçük bir evde, saksıda bir kaktüs ve kurumak üzere olan bir fesleğenle yaşıyorum. Kedim ya da köpeğim yok. Çevremde yazanlar iyi bir okur olmama güvenerek bana yazdıklarını okutuyorlardı. Önce onları düzeltmeye çalıştım. Baktım düzeltmek yazmaktan daha zor, onlar hikâyesini anlattı, ben de yazdım, oldukça zevkliydi. Zamanla yazmanın bağımlılık yaptığını güncelerimle, sevdiğim kadınlara yazdığım ama çoğunu göndermediğim mektuplarda fark ettim. Sonra yazmaya karar verdim. Doğrusu yolun bu kadar engebeli, sarp, kuytu ve yalnızlıkla sarmalandığını tahmin etmemiştim. Geri dönemedim, hâlâ yol almaya, yola girmeye, kendimce bir yol belirlemeye çalışıyorum. İşin en güzel yanı yolun bitmeyecek olması, hep yolda olmak.
'ÖYKÜDE ANLATILMAYAN KISIMLAR OKURUN ZİHNİNDE BİR ALAN AÇMALI'
Hikâye anlatmayı, mekanları betimlemeyi, insanları gözlemlerken onların düşüncelerine "sızmayı" seviyorsunuz. Öykülerinizde bunu fark ettim. Betimlemeler, öykülerin içine serpilmiş hikâyeler öykülerinizi uzun kılıyor. Elbette uzun olması sürükleyiciliğinden bir şey götürmüyor. Öykülerinizi kurarken olmazsa olmazlarınız neler?
Yazarken her şeyden önce anlatımın yalın ve akıcı olmasına özen gösteriyorum. Önemli bir başka konu da bir öykünün en az iki hikâyeden oluşması ve bu hikâyelerin paralel akması. İnsandaki bilinç ve bilinç dışı gibi. Tanımaya çalıştığımız biri konuşmaya başladığında ya da bir olay anlattığında, daha çok anlatmadığı şeylerin peşine düşeriz. Kimse konuştuğu kadar değil, öyleyse öykü de yazıldığı kadar olmamalı, fazlası olmalı. Öyküde gizem olmalı, okuru zorlamalı, anlatılmayan kısımlar okurun zihninde bir alan açmalı. Zaten asıl hikâye de oradadır. Okura sezdirmek, hissettirmek, alt metinden göz kırpmak. En çok klasiklerde karşılaşıyoruz bu tür anlatıma. Hep deriz ya klasikler beş yılda bir yeni baştan okunmalı, çünkü beş yılda bir algılarımız farklılaşıyor, gelişiyor, her okuduğumuzda farklı şeylerle karşılaşıyoruz. Bazı kitaplar ikinci okunuşunda basitleşiyor, bir daha okumuyoruz, bazılarının farklı yanlarını keşfediyoruz. Tekrar okuma isteği uyandıran kitaplar çok katmanlıdır, bunun kurmaca eserde olması gereken önemli bir ayrıntı olduğunu düşünüyorum.
'BİR ÜLKEDE AYDINLAR ÖZGÜRCE KONUŞAMIYORSA BAŞKALARININ KONUŞMASININ BİR ANLAMI YOKTUR'
"Burada Yabancı Birini İstemiyoruz" öykünüzde Bahri, Kürt olduğu için Suriye'de bir "hiç", burada Kürtler arasında da bir Suriyeli. Aslında yurtsuz, sadece insanca yaşamak istiyor, kimlik falan değil derdi. Bu öyküde Thomas Bernhard'a atıfta bulunuyorsunuz, öyküdeki yazar karakteri üzerinden. Bir yazar sizce yurtsuz olabilir mi, yaşadığı coğrafyanın ötesinde bir yazın dünyası yaratabilir mi kendisi için?
Thomas Bernhard, kitaplarında en çok Avusturya devletine veryansın ediyor, hatta bir ara kitaplarının Avusturya’da yayımlanmasını durduruyor. Bizde öyle bir romancı olsa sadece devlet tarafından değil herkes tarafından linç edilir. Orhan Pamuk’un söylediği bir cümle yüzünden başına gelenleri hepimiz biliyoruz, Yaşar Kemal’in yaşadıklarını da. Bir ülkede aydınlar özgürce konuşamıyorsa başkalarının konuşmasının bir anlamı yoktur. Oysa Bernhard’ın her cümlesi vatandaşı olduğu devlete kurşun ağırlığında. Buna rağmen Bernhard’ı ne yargılıyorlar ne de suçluyorlar, bir de ödül veriyorlar; yüklü para ödülü, ömrünün son yıllarında o parayla bir çiftlik evi satın alıyor ama gene de boyun eğmiyor, yolundan şaşmıyor. Bir yazar yurtsuz olmalı, bir yere ait olmamalı ama yaşadığı coğrafyanın ötesinde bir yazın dünyası yaratması zor. Geçmiş insanın peşini bırakmaz. "Burada Yabancı Birini İstemiyoruz" öyküsünde de geçmiş, anlatıcının peşini bırakmıyor. Çocukluğu her adımda karşısına çıkıyor. Onca yıl kendini gizlemesine rağmen gerçeklerle daha acımasızca karşılaşıyor. Öykünün sonunda bile arkadaşına Kürt olduğunu söylemek istiyor ama söyleyemiyor. Anlatıcı roman yazarı, o yaşına kadar kendisinin de haberinin olmadığı olaylar silsilesine şahit oluyor.
Aynı zamanda gezginsiniz. Elbette pandemi bunu sekteye uğrattı. Gezginliğiniz öykücülüğünüzün neresinde, yazma eyleminize nasıl bir etkisi var?
Pandemi sürecinde kapalı kalmanın zamanla insanı her yönden körelttiğine hep beraber tanık olduk. Gidemediğim, daha önce göremediğim her yerin özlemini çekiyorum şu sıralar. Bu soru üzerinde yeniden düşününce gezginliğimin, farkında olmadan öykülerime sindiğini daha net anladım. Birçok öyküm hareketli; bir yerden bir yere gitme, mekan değişikliği. Normal yaşamımda da böyleyim. Yaşadıklarımız elimizde olmadan yazdıklarımıza sızıyor, bazen bilinçli, bazen de farkında olmadan…
'Herkesten Uzakta' adlı öyküm de yıllar önce Karadeniz’de yaylaları gezerken yazdığım güncelerden süzülen bir metin. 'Yüzleşme' ise Likya yolunda geçiyor, öbürleri de benzer. Sanırım gezgin yanım öykülerimde kendini daha çok gösteriyor. Farklı ülkelerde farklı kültürlerin içinde bulunmak dar bir bölgeye sıkışmış bir hikâyeyi evrensel düşünmeme yardımcı oluyor. Gezilerim sırasında insanlarla olan ortak yanlarımız bende daha çok yer ediniyor.
Karakterleriniz genellikle bir yalnızlığı, bir iç hesaplaşmayı yaşıyor ve ayrıca çevresindeki ilişkilerle (burada kişileri kast ediyorum) sürekli bir çatışma halinde. Bu çatışmalar bazen çözüme ulaşıyor, bazen askıda kalıyor. Benim anladığım, siz daha çok okura o yolculuk boyunca yaşanılan hisleri bulaştırma derdindesiniz. Ne dersiniz?
Gerçek hayatta da ilişkilerimiz benzer. Dünyanın en zor işi iletişim. Yazarken okur ne düşünür, ne anlar ya da nasıl algılar gibi bir derdim yok, bunu ben belirleyemem. Herkes okuduğunda farklı şeyler anlar. Konuşmak da öyle değil midir? Öykülerle ilgili dönütler alırken okurun çıkardığı sonuçlar bazen beni şaşırtıyor. Hatta sen böyle yapmaya çalışmadın mı diye sorarlar, cevap veremem, farklı anlamlar çıkması hoşuma da gider. Kitap, yazardan bağımsız, kendi yolunda ilerlemeye başladıktan sonra artık yazar da bir okurdur ancak o zaman kitabını bir okur gibi değerlendirebilir. Ben bunu anlatmaya çalıştım demez de ben, o öyküden şunu anladım diyebilir mesela. Bunu da sadece arkadaşları arasında, kendi kişisel görüşü olarak açıklayabilir. Yazara bulaşan hisler okurda da ortaya çıkmalı ki öykü okurun gözünde, düşüncelerinde yol alsın. Ancak böylelikle okurla yazar yakınlaşır, okur metni sahiplenir, içinde kendinden bir şeyler bulur.
'YAŞAR KEMAL, ANADOLU İNSANININ AĞITLARINI YAZIYA AKTARAN EN BÜYÜK DENGBÊJ'
Öykü isimleriniz ilgi çekici, öykünün içinden alınmış bir cümle. Bunu Yaşar Kemal'in kitap adlarına benzettim. Öykülerinizdeki betimlemelerde de Yaşar Kemal'in izlerini gördüm. Bilmem yanılıyor muyum ama yine de sormak istiyorum, Yaşar Kemal okuma ve yazma eyleminizin neresinde?
Yaşar Kemal’i yıllarca severek okudum, büyük hayranıyım ama zevkle okuduğum başka yazarlar da var. Cervantes, Kafka, Woolf, Faulkner, Salinger, Dostoyevski ve saymakla bitiremeyeceğim kadar çok... Her biri farklı dönemlerde beni etkisi altına aldı. Yaşar Kemal’le benzer coğrafyalarda yaşadık, zorunlu göçe maruz kaldık, damda uyuduk, harman yerinde sabahladık, sıcak ve sivrisinekler uykumuzu kaçırdı. Yaşım itibarıyla ağaların tükendiği, yerini yeni zenginlerin aldığı bir döneme denk geldim. Bütün bu ortak paydaşları düşünecek olursak yazdıklarımızda benzerlikler olmasını normal buluyorum. Sonuçta biz bize benzeriz ve Yaşar Kemal, Anadolu insanının ağıtlarını yazıya aktaran en büyük dengbêj. Onu okumadan Anadolu’yu anlamak, onu anlamadan kalem oynatmak mümkün değil. Felsefeyi, psikolojiyi, sosyolojiyi, Anadolu halklarını, bir halkın yok edilişini, sermayenin el değiştirmesini, savaşın insan soyu üzerine etkilerini, korkuyu, insanın insana ve doğaya ettiklerini onun kitaplarından öğrendim en çok. Bence yaşadığımız ülkeyi tanımak isteyen herkes tarih kitaplarından önce Yaşar Kemal okumalı.
'ELİMİZDEN GELEN TEK ŞEY EDEBİYATA SARILMAK'
Sizce pandemi edebiyatı nasıl etkiledi, edebiyat pandemiye karşı okurların ruhunu koruyan bir aşı olabildi mi? Pandemide hayatınız nasıl gidiyor?
Pandeminin ilk zamanları benim için güzeldi ama süreç uzadıkça sıkmaya başladı. Dostlarla bir meyhanede kadeh tokuşturmayı, bir kafede oturmayı, kalabalıkta kaybolmayı, metroda sıkışmayı, bir yabancıyla tokalaşmayı özledim. Edebiyatın da olumsuz etkilendiğini düşünüyorum. Birçok yazar arkadaşımdan verimli yazamadıklarını, okuduklarına dikkatlerini veremediklerini duyuyorum. Tercih edilen kapanma, verimliliği arttırır ama zorunlu kapanma her şeyden önce insanın düşüncelerini kısırlaştırır. Ayrıca gelecekle ilgili belirsizlik de insan zihninde ayrı bir yük. İnsan, sosyal bir varlık; mutsuz insanın üretkenliği düşüyor, yaratıcılığı kayboluyor, dikkati dağılıyor. Gene de elimizden gelen tek şey edebiyata sarılmak, içinde bulunduğumuz ortamdan uzaklaşmak, kurmaca hayatların içinde nefes almak. Bu yanıyla hepimizin psikolojisini koruyan tek ve yan etkisiz aşı, okumak diyebilirim.
Pandemiden daha tehlikeli ve hızlı bulaşan bir başka virüs belası da korku. Korku, insanın güce teslim olmasına yol açıyor. Sınırlarını daraltıyor, sağlıklı, özgür düşünmesini engelliyor, şiddet duygularını harekete geçiriyor. Bunun da en kötü yanı insanın mantıklı düşünmesine ket vurması. Sonuç olarak, iktidara körü körüne bağlılık ve ister istemez mutsuz insanların artması. Mutsuzluk da bulaşıcı, bir kısır döngüde hapsolduk adeta.