Kahramanlar ve Azizler: Modern Felsefe
Alfred William Benn düşün insanlarının felsefelerini değerlendirirken din, siyaset, ekonomi vb. unsurları es geçmemiş. Öte yandan filozofların hem hayatlarını hem karakter özelliklerini hesaba katmış.
Alfred William Benn’in, 'Modern Felsefe' adlı kitabı kolektif çeviriyle Fol Kitap tarafından yayımlandı. Küçük hacimli bir felsefe tarihi niteliğinde olan kitap, Felsefi Rönesans’tan on dokuzuncu yüzyıl hümanistlerine giden bir çizgide felsefenin izleğini karşılaştırmalı olarak ele alırken filozofların eleştirildiği noktaları da irdelemekte.
1843 yılında İrlanda’da doğan Alfred William Ben, 1865 yılında Londra Üniversitesi'nden mezun olduktan sonra İngiltere’den ayrılarak hayatının çoğunu İsviçre ve İtalya’da geçirdi. Eski Yunan felsefesi ve modern felsefenin tekamülü başta olmak üzere felsefe tarihi alanında çalışan Benn çeşitli dergilerde eleştiri ve inceleme yazıları kaleme aldı. Yazarın 1915 yılındaki vefatından birkaç sene önce yayımlanan kitabı 'Modern Felsefe'; Mehmet Çağrı Kartal, Dersu Alyanak, Secdegül Erdim, Turhan Yalçın ve Zeynep Hayal Erdoğan’ın kolektif çevirisiyle Fol Kitap etiketiyle raflarda yerini aldı. Kitap “Felsefi Rönesans, Metafizikçiler, Bilgi Kuramcılar, Alman İdealistleri ve Ondokuzuncu Yüzyıl Hümanistleri” başlıklarını taşıyan beş bölümden oluşmakta. Bölümlerin neredeyse hepsi ilgili düşün mektebinin öne çıkan filozoflarının fikriyatına ait makalelerden oluşuyor. Bu bağlamda, Felsefi Rönesans; Giordano Bruno, Francis Bacon, Thomas Hobbes; Metafizikçiler; Descartes, Malebranche, Spinoza, Leibniz; Bilgi Kuramcılar; Locke, Berkeley, Hume, Kant; Alman İdealistleri; Fichte, Schelling, Hegel, Schopenhauer, Herbart ve Ondokuzuncu Yüzyıl Hümanistleri; Fransız Eklektikleri, Hamilton ve Koşullu Olanın Felsefesi, Auguste Comte, J.S. Mill, Herbert Spencer, İngiliz Hegelciler, Alman Eklektikler, Son Gelişmeler başlıklarını taşıyan alt bölümlere sahip. İlk bölümden itibaren yazarın bazı dikkatlerinin altını çizmeli: İlkin, modern sıfatıyla andığımız filozofların başta Platon ve Aristoteles olmak üzere Yunan felsefesiyle ilişkisini tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermesi. İkincisi ise, filozofları birbirleriyle karşılaştırarak bütüncül bir bakış açısına sahip olması. Son olarak da filozofların çelişkilerini, gözlerinden kaçan yahut görmezden geldikleri noktaları şahsi özelliklerini es geçmeden eleştirel izlekte irdelemesi. Bu sayede, birbirini tamamlayan makaleler küçük hacimli bir tarih sayılabilir.
İlk bölüm olan Felsefi Rönesans’ı, Platon’un ve Aristoteles’in fikirlerinin nasıl evirildiğini açıkladıktan, Yunan felsefesinin Avrupa’ya İspanya’yı fetheden Müslümanlar tarafından getirildiğinden, bu eserlerin Arapçadan tercüme edilerek öğrenildiğinden, Dominikenlerle Fransiskenlerin çatışmalarının felsefeye nasıl sirayet ettiğinden ve daha birçok noktaya temas ettikten sonra Ortaçağ fikriyatına en büyük darbenin Kopernik’in gökbiliminden geldiğini vurguluyor Benn. Bu bağlamda öncelikle Kopernik kuramından ilk sonuç çıkaran olarak gördüğü, “modern gökbilimini muştulayan bir tutumla, yıldızların uzayın sonsuzluğunda farklı mesafelerde [ve düzensiz] dağıldıklarını, bu yıldızların birer güneş olduğunu ve bu güneşlerin yörüngelerinde, üzerinde yaşam barındıran başka gezegenlerin bulunduğunu” ileri süren Giordano Bruno’yu ele almış. Yazarın tabiriyle “felsefi Rönesansın bayraktarı” olan Bruno aynı zamanda birci ve çokçu eğilimlerin de başını çekmekte. Ardından gelen Bacon’ın ise matematik ve fizik konusunda zayıf olduğunun altını çizerek onun özgün yanının kullandığı yöntem olduğunu ortaya koyuyor Benn. Bu bölümde yazar, Bacon’ın “Yeni Atlantis” ütopyasının H.G. Wells’i ve Jules Verne’i öncelediğini söylese de onun eserinin “modern bilimin ve modern mekanik icatların gerçek habercisi” olmadığını çünkü Bacon’ın fikirlerinin “Ortaçağda ya da her çağda karşımıza çıkan büyülü nesnelerden” farksız olmadığını ekliyor. Bölümün son filozofu olan Thomas Hobbes’un ise insan doğasını “karmaşanın ve herkesin birbirine düşman olduğu bir ortam” olarak görmesiyle demokrasiye cephe alması ve “bireylerin egemenlik haklarını bir tek adama devretmesini” savunması irdelenir. Hobbes’un ideal devleti olan Roma İmparatorluğu'nun “bile tebaasını ne iç karışıklıklara ne de dış güçlerin işgallerine” koruyabildiğinin altını çizen Benn, filozofun toplum sözleşmesinin temelini attığını ve “herhangi bir ateistin çelişkiye düşmeden benimseyebileceği titizlikle düşünmüş, tepeden tırnağa materyalist bir sistem” kurduğunu örneklerle açıklar.
Sonraki bölüm olan Metafizikçiler ise Descartes ile başlar. Yazarın ifadesiyle “hakikati faydasından ötürü kovalayan Bacon ile Hobbes’un aksine Descartes hakikati, hakikat uğruna” arayan bir düşünürdür. Ana hatlarıyla Descartes felsefesi açıklandıktan sonra Descartes’ın kusursuz varlık -yani Tanrı- ideası eleştirilir. Bu ideanın insan zihnine Tanrı tarafından yerleştirildiğini savunan Descartes’a yöneltilen temel eleştiri kusursuz varlığın kusursuz varlıklar yaratması gerekiyorken insanların kusurlu varlıklar olmasıdır. Descartes, bu açığı kapatmak için insan kusurlarının hiçlikten geldiğini öne sürdüğü sürece de Tanrı’nın gereksiz bir varsayıma dönüştüğü ortaya konur. Yine bu doğrultuda “modern psikolojiyi önceden haber vermesi itibariyle” çarpıcı olan Descartes öğretisi insan günahlarını irade özgürlüğüyle açıkladığı için Tanrı’yı aklamakla itham edilir. Sonraki filozof ise “Descartesçılığın teoloji tarafından tamamen hazmedilmesini sağlayan düşünür” olan Nicolas Malebranche’tır. Malebranche’tan sonra gelen Spinoza ise Descartes ile karşılaştırılır:
“Spinoza, Tanrı’yı sınırsız uzaya yayılan evrenin en yüce birleştirici ilkesi olarak görüyordu. Oysa Descartes Tanrı’yı, yer kaplayan bir tözden ziyade düşünen bir töz olarak tasarlamıştı.”
Tanrı’yı bilmek ve sevmek üzerinden tanımladığından ötürü Hıristiyan teolojisini çağrıştıran Spinoza’yı mistik olarak görmenin yanlış olacağını savunan Benn, filozofun “doğanın ve aklın sınırlarının ötesine geçen bir deneyim” vaat etmediğini vurgular. Kısaca, Spinoza felsefesinde ahiret inancına yer yoktur. Spinoza’ya göre felsefenin “temel sorusunun bir etik sorusu” olduğunu ifade ettikten sonra Spinoza’nın çıkış noktasının “hâlihazırda bildiğimiz bir şeyi başka terimlerle ifade etmekten ibaret” görür. Bölümün son filozofu ise Leibniz’dır…
Kitabın alt başlıklarını teşkil eden bütün isimlere değinmek bu yazının boyutunu aşsa da kitabı neden bir tür tarih olarak görmek gerektiği merak konusu olabilir. Şöyle ki Alfred William Benn düşün insanlarının felsefelerini değerlendirirken din, siyaset, ekonomi gibi unsurları es geçmemiş. Öte yandan filozofların hem hayatlarını hem de karakter özelliklerini hesaba katmış. Böylelikle, “Modern Felsefe”nin akla ilk gelen anlamıyla klasik bir tarih olmasa da karşılaştırmalı bir felsefe tarihi olarak kabul edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Ancak kitabın en vurucu noktası yazarın yer yer iğneleyici olan tespitleri olsa gerek. Yine bu doğrultuda bu yazıyı yazarın veciz bir yorumuyla bitirmek yerinde olsa gerek:
“Felsefe tarihinde karşımıza çıkan soylu kişilikleri kahramanlar ve azizler diye ikiye ayırabiliriz. Modern zamanların kahramanları Giordano Bruno, Fichte, hatta bir ölçüde Comte’tu; azizleriyse Spinoza, Berkeley ve Kant’tı.”