‘Kahramanlar yoktur’
Kornel Filipowicz'in Bir Antikahramanın Hatıra Defteri adlı kitabı Neşe Taluy Yüce'nin çevirisi ile Can Yayınları tarafından yayımlandı.
Hemen her koşulda ama özellikle kriz anlarında, insan hayatta kalmaya çabalıyor. Hatta kişi, bu uğurda daha önce yapmadığı ve yapabileceğini hiç düşünmediği eylemlere girişebiliyor. Dahası, kimilerinin propagandasını büyük bir gururla yaptığı fakat uygulamaya geldiğinde pek istekli görünmediği kahramanlığa yüz vermeyebiliyor.
Amaç hayatta kalmak olduğunda, idealize edilmiş her şey anlamını yitirebiliyor; insan, yaşama coşkusunu yeniden kazanmak için zaferleri, ölmeyi, öldürmeyi, boş tebrik sözlerini ve övgüyü bir kenara itebiliyor. Böylece savaşmaktan kaçıp hain damgası yerken insanları yaftalayanları bir çırpıda değersizleştirebiliyor ya da kendisinden başka hiçbir şeyi önemsememe gibi bir bataklığa da sürüklenebiliyor.
Polonya edebiyatının önemli isimlerinden Kornel Filipowicz, Bir Antikahramanın Hatıra Defteri’nde tam olarak böyle bir hikâyeye imza atıyor. Romanın anlatıcısı, kahramanları ve ahlak söylemlerini hiçe sayarak sadece yaşamaya uğraşıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın “siyah ve kızıl veba” arasında kalmış ülkesinde, kahramanlar ve savaş yerine, ne olursa olsun hayatta kalmayı koyuyor.
‘SAVAŞ NEDEN HÂLÂ SÜRER Kİ?’
Filipowicz, olup biteni akıl mantık süzgecinden geçirerek İkinci Dünya Savaşı’nı karşılayan bir karakterle buluşturuyor bizi. Anlatıcı, eski bir asker olarak savaşın ilk günlerindeki işgale baktığında, hem Almanların hem de Polonyalıların üniforma ve postallarının kendisi için nasıl anlamsızlaştığını fark ediyor. Ona manasız gelen bir başka şey ise savaş gitgide şiddetlenirken günlük hayatın (demiryollarının çalışması, posta hizmetlerinin sürmesi, idari birimlerin görevinin başında olması, kilisedeki çeşitli törenlerin aksamaması…) devam etmesi. Sonra oturup düşünüyor: “Ordular ordularla savaşır, üstelerinden gelip onları bozguna uğratır ve ülke, ülke olarak kalır, savaş hâlâ sürüyordur ancak akıbeti zaten belirlenmiştir. Savaş neden hâlâ sürer ki?”
Etrafta fikir beyan edenlerin tahminlerine göre en fazla bir yıl sürecek savaşta, Almanya ve müttefiklerinin yenilmesi kaçınılmaz. Anlatıcı hemen herkesin savaş ve strateji uzmanı kesilmesine şaşırırken yürürlükten kaldırılan Polonya’da Naziler tarafından “Genel Hükümet” kuruluyor, kafelerde boy gösteren “uzmanların” öngörüleri günden güne tarihe gömülüyor.
Dayanışma, yardımlaşma ve acıma gibi samimiyetsizliklerinden son derece rahatsızken savaşın yarattığı hiçlikten mi, yoksa şiddetten mi bilinmez, olur olmaz öfke patlamaları yaşayan anlatıcının kafasında sorular ve eylem planları var: “Kişisel güvenliğimi sağlama almak ve bana ait olanları korumak için ne yapmak gerek? Yani bu odada kitaplarımın ve eşyalarımın arasında yaşamak ve kalmak yeterli miydi? Üç aylık maaştan başka bir birikimim yoktu. (...) Bizim o çok sağlam görünen ve zor kazanılan paramız, günden güne değerini yitiriyordu ve yakında kâğıt parçalarından başka bir şey olmayacaktı. Para, ordu, hükümet ve bir zamanlar bir değeri olan ve bir anlam ifade eden insanlar aynı yazgıyla karşılaşmamış mıydı?”
Öğrendiklerinin savaş yüzünden anlamsız hâle gelip gelmeyeceğini düşünen ve hiç kimse olup olmayacağını merak eden anlatıcı, etrafındaki insanlardan hızla ayrı düşüyor. Zihnini meşgul eden kahramanlık ve anlamsızlık meselesini derinleştiriyor: “Savaş ülkemi korumak zorunda olan orduyu ve beni yendi. Ülke galipler tarafından ele geçirildi. Ben kaybedenlerin tarafına aitim ve şimdi ülkeyi yönetenlere boyun eğmek zorundayım. Hâlâ direnmek isteyen çılgınlar olacağına şüphe yok. Çoğu yok olacak ve tabii kahramanlıkları da onlarla birlikte yok olacak. Savaştan sağ çıkabilmeyi başaran o birkaç ‘kahraman’ın kahramanlığı yakında unutulacak. (...) Öldükten sonra gelecek bir şan elde etmek için kesinlikle ölüm riskine girme arzusu duymuyorum…”
İyi yaşamak ve iyi biri olmak isteyen anlatıcı, ne ortalıktaki söylentilere kulak asıyor ne de hayatından ve sağlığından başka bir şey düşünüyor. Üstelik zulme uğrayanlarla ve onu kabullenenlerle herhangi bir dayanışmaya da yanaşmıyor. Yenileceğini düşündüğü Almanların işgali altında, onlar için çalışanlarla (ya da çalışmak zorunda bırakılanlarla), tedavi edilemez iyimserlerle ve çeşitli hikâyelerle kendini birer kahraman gibi gösterenlerle karşılaştıkça öfkesi katlanıyor.
‘BEN İDEALLERİN ÜZERİNDEYİM’
Sadece Polonyalı iyimserler değil, savaşı kaybedeceklerini akıllarından bile geçirmeyen kibirli Alman askerleri de anlatıcıyı çileden çıkarıyor. Fakat bu iki gruba karşı kayıtsız kalıyor. Daha doğrusu, onlara karşı hiçbir şey hissetmiyor. Zihninde ise en az dışarıdaki savaş kadar yüksek şiddette bir öfke var: “Almanların ya da aslında bu savaşa katılanların tümünün uğradığı kayıplardan değil, aptallıklarından dolayı acı çektim. Deyim yerindeyse zamanın ötesine sürüklenen tüm savaşların hikâyesi bir kez daha tekrarlanıyordu, tüm bu savaşların sonuçlanması gereken zamanın ötesine geçiyordu.”
Almanların Polonyalı, Polonyalıların ise Alman olarak gördüğü anlatıcı, her ikisini de kesin biçimde reddediyor. Kendini Alman ve Polonyalı hissetmeyerek yaşamaya uğraşıyor ve “ahlaki” lakırdıları da yeraltı direniş örgütlerini de umursamıyor.
Günlerini güçlü bir can sıkıntısıyla, etrafındaki insanların samimiyetsizliğini gözlemleyerek geçiren, yalnızlığına ve eskisi gibi sağlıklı zamanlara ulaşmak için sabırsızlanırken rutinden sıtkı sıyrılan anlatıcı, Rusların ve Almanların mengeneye aldığı Polonya’da savaşın hırgüründen mümkün olduğunca uzak durmaya çabalıyor; kitap okuyor, kendini kırlara atıyor, nehir kıyısındaki kalabalığı izliyor.
Anlatıcının savaş karşısındaki şaşkınlığı, düşman askerlerinin estirdiği sert rüzgâr sırasında da devam ediyor. Hatta gözaltına alındığında bile… Bu sakinlik ona “Ben Almanım” dedirtecek ve serbest bırakılmasını isteyecek raddede ölçüsüz hâle geliyor.
Anlamsızlık girdabına kapılmış anlatıcı, 1945’in bahar aylarında yanıtını bulamadığı bir soruyla yüzleşiyor: “Almanların kaybettiği bu savaş neden devam ediyor?” Almanlarla işbirliği yapma suçlamasıyla bu kez Polonyalılar tarafından gözaltına alınıp sorgulanması, onun için de savaşın henüz bitmediğinin bir göstergesi oluyor. Gözaltı ve sorgu, anlatıcının ne yapmaya çalıştığını da açığa çıkarıyor: “Ben zayıf bir insandım, sağlığım iyi değildi, gözlerim görmezdi, elim silah tutmazdı. Bu nedenle şayet Almanlarla bir temasım olduysa da bu Polonyalılara zarar vermek için değil, aksine onlara yardım etmek içindi. (...) Ben ideallerin üzerindeyim, her türlü idealist gibi tereddüte ya da kafa karışıklığına yer vermiyorum, vatanseverlerin vicdanına sahip değilim. Ben hepsinden üstünüm. Çünkü hiçbir inancım yok.”
Öldürmenin ve ölmenin, ölmek ya da öldürmek için savaşmanın manasız olduğunu düşünen anlatıcı, “kahramanlar yoktur” derken değer verdiği şeyi açık seçik gösteriyor. Öldürüp ölürken “kahramanlaşmanın” herhangi ahlaki bir ilkeyle açıklanamayacağını da…
Filipowicz’in yarattığı karakter, hem tavrıyla hem de rastladığı ucuz kahramanlara kuşkulu bakışıyla çıkıyor karşımıza. Hayatta kalma isteği ve iyi yaşama arzusu da cabası. O hâlde sormak gerek; bu karakter bir antikahraman mı, yoksa savaş ve işgal karşısındaki edilgenliğiyle olup bitene kayıtsız kalan, 1930 ve 1940’ların o meşhur “sıradan” insanlarından biri mi?