Kahve ve kamu
Kahve, kahvehane, kafe kamu üretir, üretmiştir de. Kamu hatırdır. Kamusal bilinç aynı toplumda birlikte yaşadığın farklılıkların hatırını teslim etmektir.
Kahve öncelikle bir ağaçtır. Kiraza benzeyen bir meyvesinin içinde iki çekirdek bulunur. Dikildikten 3 yıl sonra meyve vermeye başlar ve 30-40 yıl boyunca aralıksız meyve verir. Kendi haline bırakıldığında 8-10 metreye kadar uzayan ağaç, genellikle meyvelerin kolay toplanabilmesi için sürekli budanarak 4-5 metre uzunluğunda bir çalı boyutunda tutulur. Kahve ağaçları bol yağış alan, ortalama sıcaklığın 18-24°C arasında bulunduğu ve don olayının görülmediği coğrafyalarda yetişir.
Kahvenin anavatanı Etiyopya’dır. Kahvenin doğal olarak yetiştiği bu bölgede halk bu bitkinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yaparmış. Ayrıca meyveleri kaynatılarak suyu içilmek suretiyle tıbbî amaçlı kullanılırmış. Kahvenin ünü daha sonraları Arap Yarımadası’na da sirayet etmiş. 14. yüzyılda ise kahvenin çekirdekleri ateşte kavrulup ezildikten sonra kaynatılarak içilmeye başlanmış. Kahve bu şekilde bu şekilde ilk kez Yemen'deki bir tasavvuf tarikatında içilmeye başlanmış. Daha sonra 1470’li yıllarda Aden’e, 1510’da Kahire’ye, 1511’de Mekke’ye yayılmış.
Kanuni döneminde Yemen Valisi Özdemir Paşa kahveyi İstanbul'a getirmiş. Kahve, kısa zamanda itibarlı bir içecek olarak saray mutfağında yerini almış ve büyük ilgi görmüş. Saraydan konaklara, sonrada evlere giren kahve, İstanbul halkının kısa sürede tutkunu olduğu bir lezzet haline gelmiş. İlk kahvehane ise 1544 yılında İstanbul Tahtakale’de iki Suriyeli Arap tarafından açılmış.
Kahve, İstanbul ile düzenli ticaret yapan Kuzey İtalya şehirlerinin tüccarları tarafından Avrupa'ya taşınmış. Böylece Avrupalılar kahveyle ilk kez 1615'te tanışmışmış. Avrupa’da ilk kahvehane 1645’te İtalya’da açılmış. Kahve Paris’e 1643, Londra’ya 1651’de ulaşmış. Kısa zamanda yaygınlaşan kahvehaneler özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde yerler haline gelmiş. Buraya kadar paylaştığım malumat Vikipedia’dan.
Habermas’tan başlayarak birçok yazar, düşünür kahvehaneler ya da daha “modern” ifadesiyle kafelerin Avrupa’da (burjuva) kamusal ala(nı)nın gelişmesinde ciddi bir rol oynadıklarına dikkat çektiler. Ben de geçtiğimiz yıl yayınlanan Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi başlıklı kitabımda Avrupa tecrübesinde politik cumhuriyetin aslında Rönesans’tan beri gelişen poetik cumhuriyet, yani kültürel kamusal alan üzerine kurulduğunu iddia etmiştim. Gerçekten de, kafeler modernliğin inşasında örneğin akademiler, matbaalar kadar kurumsal bir işlev görmüştü.
Gramsci, Hapishane Defterleri'nde bir dönem İtalya’da ya da Kuzey İtalya’daki şehir devletlerinde 500 kadar akademinin varlığından söz eder. İşte bu akademilerde görev yapan kültür emekçileri Rönesans’ı inşa eden, Kadim Yunan külliyatını Yunancadan Latinceye aktaran ve bu metinleri yine aynı bölgede çok yaygın olan matbaalar üzerinden kamusallaştıran insanlardı. Bu okuryazarların 17. yüzyıldan itibaren söz konusu kafelerin ilk müdavimleri arasında yer almaları ihtimal dâhilindedir.
Kafeler de tıpkı matbaalar gibi ticarî kurumlardı. Bir bakıma bütün Kadim Yunan külliyatının Latinceye aktarılması sadece ulvî amaçlara dayanmıyordu. Meselenin aynı zamanda gayet “duygusal” sebepleri de vardı. Bir düşünün: 15. yüzyılın sonunda veya 16. yüzyılda Avrupa’da kaç tane yaşayan yazar vardı? Bunlar gece gündüz yazsalar yeni patlayan bir sektör olan matbaanın üretim kapasitesini ne kadar karşılayabilirlerdi? Yani “bitpazarına nur yağması”nın ciddi bir ekonomi-politiği de söz konusuydu.
Matbaalar ticarî kurumlar olmalarına rağmen modernliğin inşasına ciddi bir biçimde katkıda bulundular. Aynı şey kafeler için de geçerliydi. Belki de Kadim Atina “kamu”sunun önemli bir eksiği kafelerdi! Çünkü kafeler farklı sınıflardan, farklı zümrelerden, farklı statülerden gelen insanlar için bir ortak mekân olma rolü oynuyorlardı. Bu insanların en temel benzerliği belki de okuryazar olmalarıydı.
Köy kahvesiyle kent kafesi arasında ciddi bir fark vardır. Ama bu fark mekânı tarif eden kelimenin yazılış biçiminden gelmez. Köy kahvesi kamu değildir. Genişlemiş mahremdir. Çünkü orada “öteki”, “yabancı” yoktur. Herkes birbirine ismiyle hitap eder. Herkes herkesi bebekliğinden beri tanımaktadır. Oysa kafede “noname” bir yurttaşlık söz konusudur. Elbette müdavimlikle birlikte bir aşinalık oluşur. Ancak kafe kamudur çünkü orada herkes kendi olarak mevcuttur.
Son yıllarda Türkiye’de çok kullanılan bir kavram var: Kültür Savaşları. Kavram ilk kez Almancada Bismarck döneminde ortaya çıkmıştı. Ancak Türkçede ancak 21. yüzyılın başında yaygınlaşması yeterince manidar değil mi? Mevcut kültürel kutuplaşma aynı zamanda Türkiye’nin son dönemde her şeye rağmen ciddi bir kamusallaşma yaşadığının işareti olarak okunamaz mı? Bu gerilim kültürel genetiğinde ciddi bir kamusallaşma tecrübesi biriktirmemiş kişilerin, kendisinden oldukça farklı olanlarla bir anda karşı karşıya kalmasında da kaynaklanıyor olamaz mı? İnsanlar belki de kendilerini yüzme öğrenmeden havuza itilmiş gibi hissediyorlardır! Çünkü kamusal bilinç ancak ve ancak ciddi bir kamusal tecrübeyle gelişebilir.
Kahve, kahvehane, kafe kamu üretir, üretmiştir de. Kamu hatırdır. Kamusal bilinç aynı toplumda birlikte yaşadığın farklılıkların hatırını teslim etmektir. O farklılıkların bir fincan kahve kadar kıymet-i harbiyesinin olmasıdır. Ne de olsa bir fincan kahvenin 40 yıl hatırı vardır. Modernliğin inşasında kahvehanelerin yaklaşık 500 yıllık bir hatırı söz konusudur.