Kalbimizin dehlizlerinde yirmi bin fersah yolculuk
Kendi içine inmeye çalışmak, kendi yaşam pratiklerini sorgulamak yerine suskunluk sarmalına hapsolmayı uygun görüyorlar, çünkü konfor alanları bunu gerektiriyor. Ama konfor alanımızın içindeki her şey her zaman etik ve güzel olmayabiliyor. İnsan kendi içine inmedikçe değişemiyor ve geleceğin bir aktörü değil sadece edilgen bir izleyicisi oluyor.
“Nemo in sese tentat descendere”, der Romalı şair Persius. Ama kimse kendi içine inmeye çalışmaz.
Twitter’da 280 karaktere sığdırılan düşünceler, Instagram’ın filtreleriyle kusursuzlaşan duygular ve yaşantılar, WhatsApp’ta emojilerle yapılan kelime tasarrufları, N-95 maskelerin ardına gizlenmiş donuk mimikler…
Herkes kendi içine indiğinde göreceklerinden, dokunacaklarından ve yüzleşeceklerinden endişeli; görselliğin sığ sularında veya maskelerin sterilliğinde günü kurtarmaya çabalıyor, yarının ne getireceğinden bihaber.
Akşam bültenlerini açtığında yakılarak katledildiği söylenen üç Suriyeli gence dair can yakan iddiaları dinleyince içindeki yabancı düşmanlığı ile merhamet arasındaki mücadelede kimin galip geleceğini bilemiyor.
Bir iddiaya göre, yaşadıkları barakada elektrik kontağı sonucu yangında can verdikleri söylenen bu gençlerin ülkelerinden kaçıp mahkûm oldukları sefaleti, “gelmeselerdi o zaman”, “çok seviyorsanız evinizde besleyin” diyerek sıradanlaştıran, hatta avamlaştıran kesimler ise oldukça kalabalık.
Aynı kişiler, bir yandan “soba romantizmi” yapıp, çocuklara hakkı olan kaloriferli evleri fazla görmüş, diğer yandan yirmi sekiz yıl önce Almanya'nın Solingen kentinde Türkiye’den göçmüş Genç ailesinin evinin Neonaziler tarafından kundaklanması sonucu aileden beş kişinin öldüğüne dair haberlere günlerce, haftalarca ağlamışlardı oysa…
Kendi içine inmeye cesaret edemiyor, benliğinin dehlizlerinde karşılaşacağı tezatlardan bihaber.
Öğrencisine tokat atan, boğazını sıkan, görüntüler kameralara yansımasaydı belki de hiçbirimizin ruhunun duymayacağı bir şiddet olayı karşısında o anda kapıyı açıp bu zulme tanıklık edip hiçbir şey olmamış gibi kapatan diğer öğretmenin şahsında yaşanan ve ortaya çıkmadığı sürece asırlardır şiddeti överek meşrulaştırılan çocuk istismarı ve ihmali diskuruna rağmen “dayak değil sevgi cennetten çıkmadır” diyenlerin merhamet sarkacındaki ağırlığı ne kadar ağır olabilir?
Veya bu dayak sahnesinin “zengin çocukta” yaşanmayacağını düşünüp içi ferahlayan, çocuğu özel okulda okuyan ebeveynin çocuklara dair yaklaşımı ne kadar tutarlıdır?
Etrafındaki tüm canlılara fiziksel ve sözel şiddet uygulayıp kameralar önünde kadına, çocuğa, hayvana şiddeti kınayanların dili ile eli arasındaki vicdan mesafesi ne kadardır?
Bir diğeri ise patronun ona yıl sonu verdiği zammı yeterli görmüyor, sabahın köründe Maslak’taki plazalarda güneş yüzü görmeden dokuz saat çalışmasının karşılığının paha biçilmez olduğunu ileri sürüyor. Ama evde sosyal güvencesiz çalışan gündelik yardımcısının ücretine elli liralık bir artış yapmayı gereksiz buluyor, onu bu şekilde “şımartmış olmaktan” endişeleniyor.
Sözcük aralarından fırlayan tezatlar, emeğe dair algının farklılaştırılması, gerektiğinde “aynı gemide” oldukları iddia edilirken göğü delen plazaların devasa camlarından sekip rutubetle çaresizlik karışımı kokan gecekonduların nemli duvarlarında birbirleriyle çarpışıyor.
İşini yapmakta olan bir muhabire tokat atan ve ancak görüntüler medyaya servis edildikten sonra bundan medya önünde özür dileyen bir gazeteciye yönelik haklı tepki verilirken, sağlıkta şiddet vakalarının artık “sıradanlaştığı” bir toplumda bu yıl 1200’ün üzerinde doktorun gördükleri şiddet ve şikayetler sebebiyle yurtdışında çalışmak üzere başvurduğunun, geçen sene hekimlere uygulanan şiddet vakalarının 12 bine ulaştığının pek de fark edilmemesi… Bu şiddet eğilimi devam ettikçe günün birinde hastalandığımızda artık bize bakacak hekim bulamayabileceğimiz gerçeğini ıskalıyoruz.
Geçen hafta yaşları 1 ila 9 arasında değişen yedi çocuğun öldüğü ülkede, doğalgazı kesik evlerde ısınmak için kullanılan elektrikli sobaların kenarında ödevlerini yapan, iyi olma hali hiçe sayılan çocukların coğrafyasında kimse yanı başındaki dramları yeterince göremiyor.
Tek göz odalarda yaşayıp hayata tutunmak için kâğıt toplayan ve biricik geçim kaynağının elinden alınma tehlikesi yaşayan bir ihtiyarın talepleri, ödenemeyen elektrik faturası yüzünden oksijen alamayıp hayata veda eden bronşit hastası çocukların dramı genelde dışsallaştırılıp, timsah gözyaşlarının ardından iki güne unutuluyor.
Birçok kişinin ölümü pahasına her geçen gün piyasaya sürülen tonlarca sahte içkinin aslında ardında ne kadar büyük bir sefalet barındırdığını görmezden gelen belleklerin seçici unutkanlığında kimse kendi içindeki merhamet sefaletini göremiyor.
Paris İklim Değişikliği sözleşmesine taraf olunmasını neredeyse davul zurnayla kutlarken, kendi yaşam pratikleri içerisinde tüketimden temiz teknoloji kullanımına dek iklimin korunmasına dair asgari önlemleri almayı önemsemeyen Z kuşağı genç de, iş dünyasını ilgilendiren en önemli gelişmelerde bile suskunluğunu korumayı “asaletten sayan” büyük holding patronu da…
Kadınların ped ve tampon fiyatlarındaki artışı protesto etmesini “lüks” veya “şımarıklık”, gençlerin liseden mezun olur olmaz burs kovalayarak yurtdışında okumanın yollarını araştırmasını “özentilik” gören de…
Emeklilerin geçinecek ücreti istemesini “arsızlık”, öğrencilerin dünyada yaşıtlarının sahip olduğu imkân ve fırsatları talep etmesini “şımarıklık”, atık yönetimine özen gösterilmesi, cam ile plastiğin çöpe atılırken ayrıştırılması talebini “lüzumsuzluk” olarak nitelendiren de…
Rakı sofrasında Zeki Müren ve Bülent Ersoy’u baş tacı edip, kategorik olarak LGBTİ+ komşu istemeyen, hatta aynı asansör kullanmaktan bile çekinen de…
Netflix’te Türkiye’deki Yahudi toplumuna dair revaçta bir diziyi öve öve bitiremeyip oğlunun Yahudi kız arkadaşıyla evlenmesini engelleyen de… Yazlık evini ışık hızıyla yaptırmak için en ucuz iş gücünü arayıp bulan, ama Kürt işçilere ırkçı saldırı yapıldığında gıkını çıkarmayan da…
Hepsinin yolu aslında vicdan muhasebesinde aynı denkleme çıkıyor.
Kendi içine inmeye çalışmak, kendi yaşam pratiklerini sorgulamak yerine suskunluk sarmalına hapsolmayı uygun görüyorlar, çünkü konfor alanları bunu gerektiriyor. Ama konfor alanımızın içindeki her şey her zaman etik ve güzel olmayabiliyor. İnsan kendi içine inmedikçe değişemiyor ve geleceğin bir aktörü değil sadece edilgen bir izleyicisi oluyor.