Kalem tutan kadınlar

Bundan 2 bin yıl önce bir Yunan şehrinde bir kadın, 19’uncu ve 20’nci yüzyılın başlarında tıp fakültesine girmek isteyen ya da felsefe alanında bir kürsü hayal eden hemcinslerine göre daha şanslıydı.

Lysandra’nın mezar steli. MÖ 1-MS 1. yüzyıl. J. Paul Getty Müzesi.
Google Haberlere Abone ol

Antik Yunan’da eğitim, öncelikle aileleri bir öğretmene ödeme yapabilecek maddi imkanlara sahip olan erkek çocuklara mahsus olsa da gelecekteki vatandaşlarını eğitmekten sorumlu siyasi bir organ olarak polis dahilinde, kız çocukları için de tamamen erişilmez değildi. Didaskaleion denen okullarda bazen kız çocukların da eğitim gördüklerini düşünmek için nedenlerimiz var. Örneğin, Teos’ta bulunan bir yazıtta Polythrous adında varlıklı bir vatandaşın, kız ve erkek çocukların eğitimini finanse etmek üzere önemli bir sermaye bırakan vakfından bahsedilir. Atina’da, Attika seramikleri üzerindeki resimlerde okuma yazma öğrenen genç kadın öğrenciler, üzerinde harflerin görülebildiği tabletler, styloslar veya bazen açılmış papirus rulolarıyla tasvir edilir.

Bu örnekler, antik yazarların eserlerinde sıklıkla karşılaştığımız ‘kadın düşmanı’ imajla çatışmaktadır. Mesela Ksenophon, ev ekonomisi üzerine yazarken, bir kız çocuğunun ancak ev kadını rolüne hizmet edecek ölçüde ve nitelikte bir eğitim alması gerektiğinden bahseder. Aynı şekilde Theophrastos da kız çocuklarına ev içi sorumluluklarını daha iyi üstlenebilmeleri için okuma yazma eğitimi verilmesini tavsiye eder. Menandros ise, bir kadını eğitmenin “bir yılana daha fazla zehir vermek” gibi olduğunu ileri sürer.

Eğitime en kolay ulaşabilen kadınların, anneleri tarafından ‘iyi’ bir hayat yaşasın diye fahişe olarak yetiştirilen hetairalar olduğunu biliyoruz. Eskort ya da geyşa olarak çevirebileceğimiz hetairalar, istedikleri erkekle ve istedikleri müddetçe birlikte olma lüksüne sahip kadınlardı. Bu da onların ‘namuslu’ annelerinden daha iyi koşullarda yaşamaları anlamına geliyordu. Ancak, hetaira olmak erkeklerin sadece bedenlerine değil ruhlarına da hitap etmeyi gerektirdiğinden kadın, müzik ve dans gibi konularda eğitimli, şiir ve edebiyat gibi alanlarda donanımlı olmalıydı. Bu eğitimli hetairaların belki de en ünlüsü, Miletoslu Aspasia’dır. Perikles’in hayat arkadaşı olan bu kadın, Platon’un söylediğine göre, hitabet sanatında usta ve bunun eğitimini de veren bir kadındı.

MÖ 6’ncı yüzyıl gibi erken bir tarihte, Lesbos adasındaki Mytilene’de kadınlara açık bir eğitim merkezi vardı. Lirik şiirin temsilcisi sayılabilecek Sappho, sadece eserleri günümüzde de okunan bir şair olmakla kalmamış, her biri sonradan ün kazanacak başka kadın şairleri de eğitmişti. Mesela onun öğrencilerinden biri olan Damophyla, Küçük Asia’nın güneybatısındaki Pamphylia bölgesinde bir okul kurdu. Şair kadınların saygın bir yere sahip olduğunu, başta Sappho olmak üzere diğer önemli kadın şairlerin de dokuz Mousa’dan sonra onuncu Mousa (ilham perisi) sayıldıklarını biliyoruz. Sadece şairler değil, müzik eğitimi alan genç kadınlar da ‘Mousa’ların dostu’ olarak anılırlar.

KADINLARIN MEZAR TAŞLARINDA PAİDEİA GÖRÜLMEZ

İlham perilerinin dostu olan şair kadınlara, müzik eğitimi alan genç kadınlara rağmen, genel eğitim kadınların kolaylıkla erişebildiği bir alan değildi. Erkekler için en önemli erdemlerden biri olan paideia (eğitim, kültür) kadınların mezar taşlarında görülmez. Kadının eğitimli olması, onun erdemli, namuslu, iyi bir eş ve anne olması gibi özelliklerinin ardından onları tamamlayan değil, süsleyen bir unsur olarak gelir. Okuyan kadının yanında her zaman eşi ya da babası gibi bir erkek figür olur. Elinde papirüs rulosu tutan kadın tasvirleri, kocalarıyla birlikte mezar stellerinde yer alırlar. Erkek bir klineye uzanmış ve elinde yarı açılmış bir papirüs tomarı tutarken tasvir edilir. Kadın ise klinenin ucunda ya da bir sandalyede, bir yandan iffetli bir şekilde peçesini tutarken, diğer eliyle de bir parşömen taşır ya da kölesi tarafından kendisine uzatılan bir tableti alır. Entelektüel bir figür olarak tek başına tasvir edilen kadın sayısı çok çok azdır. Bunlar da tek çocuk olduğu için ailesi tarafından bir erkeğe verilecek haklarla donatılmış olan Sardeisli Menophila gibi çok istisnai örneklerdir.

Mezar taşlarındaki kabartma figürlerin elinde gördüğümüz parşömen ruloları ya da tabletler, o kişinin eğitim almış, okur yazar biri olduğunu göstermek için kullanılırdı. Bazı durumlarda ise, bir ‘paideia’ simgesi olmanın ötesinde anlamlar da içerebilir, örneğin doktorluk gibi bir mesleği sembolize edebilirdi. Doktorluk, kadınların erkeklerle aynı alanda çalışabildiği ender mesleklerden biriydi. Kadın doktorların mezar yazıtları, olağanüstü hizmetlerinden dolayı erkeklerle aynı şekilde onurlandırıldıklarını ortaya koyar. Erkek meslektaşları tarafından kaleme alınan eserlerde, tıbbi çalışmalarını yazıya geçiren kadın doktorlardan saygıyla bahsedilir. Antik Yunan ve Roma dünyasında kadın doktorların sayısının hiçbir zaman çok fazla olmadığı bir gerçektir. Ancak tıp pratiği yapmak isteyen kadınların önüne aşılamaz engeller de konulmamıştır.

Kadın Doktor Mousa’nın mezar steli. Byzantion. MÖ 2-1’inci yüzyıl.

Kadınlar Grek-Roma antik toplumunda çeşitli tıbbi görevlerde bulunmuşlardır. En önemli rolleri, insanlık tarihinin en eski mesleklerinden biri olarak ebelikti. Bununla birlikte, zaman içerisinde, erkeklere özgü bir alan olan doktorluk mesleğine de el attılar. Kadın doktorlara ait kanıtlarımız erken dönemlere kadar uzanır. Attika’daki Akharnai’de bulunan MÖ 4’üncü yüzyıla ait bir yazıtta Phanostrate adlı kadın hem ebe (maia) hem doktor (iatros) olarak geçer:

“Ebe ve hekim Phano-strate burada yatıyor. Kimseye acı vermedi ve herkes onun ölümünün yasını tuttu.”

Yazıta eşlik eden kabartmada Phanostrate, etrafı çocuklarla çevrili bir ebe olarak tasvir edilmiştir. Phanostrate’nin eril bir isim olan iatros ile anılması, tıp alanında ebelik bilgisinin üzerine çıktığının göstergesidir. Bu mezar taşının, küçük bir köydeki ‘bilge bir kadın’ için değil, basit bir ebeden çok daha kapsamlı bir hizmet sunan ve bilgisi ve başarıları nedeniyle haklı olarak doktor terimini hak eden bir kadın için yaptırıldığı açıktır.

ANTİOKHİS, HEYKELİ DİKİLEREK ONURLANDIRILDI

Bu yazıt MÖ 4’üncü yüzyılda kadın bir doktorun varlığına dair tartışılmaz bir kanıt sağlamakla birlikte, bu dönemde çok sayıda kadının doktorluk yapmaya başladığının delili olarak ele alınmamalıdır. Ancak kadın doktorların sayısı bu tarihten sonra hızla artmış olmalıdır ki MÖ 4 ve 3’üncü yüzyıllarda, Yunanca iatrine terimi, muhtemelen artan sayıda kadın doktorun varlığına bağlı olarak, iatros’un dişil biçimi olarak ortaya çıkar. Bir başka terim olarak iatromaia ise eğitim alarak işinde uzmanlaşmış bir ebeyi tanımlar. Kadınların tıp alanındaki varlığı ve ağırlığı gitgide artmış olmalıdır. Öyle ki MÖ 1’inci yüzyıla gelindiğinde, Taraslı Herakleides’in kadın Doktor Antiokhis’e yazdığı bir mektupta görülebileceği gibi bir erkek doktor bir kadın doktora ‘meslektaşım’ diye hitap edebiliyordu. Antiokhis, Lykia’daki Tlos kentindendi ve Tlos kent meclisi tarafından ‘tıp alanındaki deneyimi nedeniyle’ heykeli dikilerek onurlandırılmıştı. Tloslu olduğu halde kariyerine Roma’da devam ettiği bilinen Antiokhis’ten, Galenos da dalak ağrısı, kalça gutu ve romatizma ilaçlarının yaratıcısı olarak bahsetmekteydi. Hiç şüphe yok ki Antiokhis, erkek meslektaşlarıyla eşit düzeyde saygın bir doktordu.

Antik Çağ’da tıp eğitimi genel olarak usta-çırak ilişkisine dayanıyordu. Büyük tıp okullarında eğitim alarak ya da ünlü ve saygın doktorların yanında çalışarak doktor olanlar genelin içinde azınlıktaydı. Doktor olmak için bir diploma ya da sertifikaya ihtiyaç yoktu. Herkes doktor olarak çalışabilirdi. Kişinin ünü ‘sertifika’ işlevi görürdü. Tıp mesleği genellikle bir aile geleneği olarak babadan oğula geçerdi. Kadın doktorların çok büyük bir kısmının da bu aile geleneği içinde yer aldığını görüyoruz. Yani, akademik tıp eğitimi alan bir kadın doktora rastlanmazken, babası veya eşi doktor olan kadın doktorlara ilişkin çok sayıda kanıtımız var. Tıpkı yukarıda bahsettiğimiz, eğitimini kendisi de ünlü bir doktor olan babasından almış olan Antiokhis’in durumunda olduğu gibi... Kocası doktor olan Pantheia’nın yazıtına bakalım. Pergamon’da bulunmuş olan ve MS 2’nci yüzyıla tarihlenen bu mezar yazıtı, kadın Doktor Pantheia için babası Philadelphos ile birlikte kendisi de bir doktor olan kocası Glykon tarafından diktirilmişti:

“Al, Pantheia, karım, senin ölümüne neden olan kader tarafından ebedi yas içine atılan eşinin veda selamını. Çünkü evliliğin koruyucusu Hera, daha önce hiç senin kadar mükemmel güzellikte, mizaçta ve bilgelikte bir eş görmemişti. Bana kendi suretim olan oğullar verdin. Sırayla kocana ve çocuklarına göz kulak oldun. Ev halkını ustalıkla idare ettin ve benimle birlikte tıp doktoru olarak ün kazandın, çünkü sevgili eşim, bu sanatta benden daha az nitelikli değildin. Bu nedenle kocan Glykon seni, ölen Philadelphos’un bedeninin de gömülü olduğu ve ölümümden sonra benim de içinde yatacağım bu mezara gömdü; evlilik yatağını nasıl paylaştıysam, yeraltında da senin yanında yatacağım.”

Yine Küçük Asia’daki Neoklaudiopolis’ten MS 2-3’üncü yüzyıla ait bir yazıtta, bir koca, doktor olan karısı Domnina’nın gidişinden duyduğu acıyı şu şekilde ifade eder:

“Ölümsüz tanrılara koştun Domnina ve beni, kocanı unuttun. Bedenini yıldızlı göklere yükselttin. İnsanlar senin ölmediğini, ülkeni hastalıktan kurtardığın için tanrıların seni kaptığını söyleyecekler. Elveda; sevdiklerine sadece ıstırap ve sonsuz acı bırakmış olsan da cennet tarlalarında neşe bulabilirsin.”

‘Ülkesini hastalıktan kurtaran’ Domnina, MS 2’nci yüzyılın ikinci yarısında tüm Roma İmparatorluğu’nu vuran Antoninler Vebası sırasında hekimlik yapmış ve bu sırada ölmüş olmalıdır.

Kadın doktorlara verilebilecek epigrafik örneklerin sayısı arttırılabilir. Yazıtlarda, çoğu ebe, bir kısmı da doktor olarak geçen kadınların sayısı azımsanmayacak miktardadır. Üstelik yazıtlar bize dolaysız bir şekilde, antik yazarların önyargılı erkek bakış açısı tarafından çarpıtılmamış gerçeklerden bahsettikleri için ayrıca önemlidir. Bütün bu örnekler bize, tıp mesleğinde kadınların, sayıca erkek meslektaşlarından çok daha az olsalar da kendi toplumları tarafından önyargısız bir şekilde kabul edildiklerini göstermektedir. Uzmanlıklarından ötürü onurlandırıldıklarını, bazılarının bilgilerini yazıya döktüğünü ve eserleriyle sonraki önemli hekimler tarafından kabul gördüklerini anlayabiliyoruz.

Hypatia’nın Jules Maurice Gaspard (1862-1919) tarafından yapılmış portresi.

OTUZ FİLOZOFTAN BİRİ KADINDI

Eli kalem tutan, erkeklerin egemen olduğu entelektüel dünyada varlık gösterebilen kadınlardan söz ederken kadın filozoflara da değinmeliyiz. Elbette sayıca çok azdılar. Adı günümüze kadar ulaşmış olabilenleri daha da azdı. En ünlüsü, beşinci yüzyılın başında İskenderiye’de Hıristiyanlar tarafından öldürülen Neoplatonist filozof Hypatia idi. Onun dışında, antik yazarlara konu olmuş başka kadın düşünürlere de rastlıyoruz. Mesela Pythagoras’ın biyografisinin yazarı olan Iamblikhos’un bu eserdeki filozoflar listesinde Pythagoras’ın öğretisine bağlı birkaç kadın filozoftan bahsedilir. Edebi, tarihi, epigrafik ve papirolojik kaynaklara dayanan bir çalışma olan ve antik çağda filozof olarak tanımlanan üç binden fazla kişiyi içeren Dictionnaire des Philosophes Antiques, bize yüz kadar kadın filozofu da tanıtır. Bir başka deyişle, başlangıçtan Yeni Platonculuğun sonuna kadar, Hıristiyan yazarlar da dahil olmak üzere, otuz filozoftan biri kadındır. Ayrıca bu kadın filozoflar hemen hemen her zaman bir felsefi okula bağlı olarak tanımlanmıştır. Yeni Platoncu, Stoacı ya da Epikourosçu olarak geçerler. Yine sözlükte geçen bütün kadın figürler bir erkek filozofla akrabadır. Bir filozofun kızı, kardeşi, karısı ya da gelinidir. Tıpkı kadın doktorlarda olduğu gibi, kadın filozoflar için de bilime, felsefeye erişimin tek yolu ailedir. Elbette, kadının dünyasının evin içiyle sınırlı olması gerektiğini savunan erkek filozofların dünyasında, bir kadının ailesinden bağımsız bir biçimde, hatta ona rağmen felsefe eğitimi alabileceğine, felsefe okullarında yer alabileceğine inanmamız çok safiyane olurdu. Sokrates ile Iskhomakhos arasında geçen diyalogda Sokrates tarafından ifade edildiği gibi, kadının yeri ‘içerisi’ idi:

“İçerinin ve dışarının bu çifte işlevi emek ve özen gerektirdiğinden, tanrısallık bana göre en başından beri kadının doğasını içerinin bakımı ve işi için, erkeğinkini de dışarının işi ve bakımı için tahsis etmiştir. [...] Aslında kadın için sürekli kaçmaktansa içeride kalmak doğrudur. Erkek içinse dışarıdaki işlerle ilgilenmektense içeride kalmak utanç vericidir.”

Antik Yunan’da kadının ‘ait olduğu’ yere ilişkin bu genel tavrı yok sayamayız. Ancak muhakkak ki felsefe çevresinde kadının ev dışında, üstelik entelektüel faaliyetlerde bulunabileceğine inanan erkekler de olmalıydı. Antik çağın tek gerçek feminist filozofu olduğunu söyleyebileceğimiz Platon bunlardan biriydi. Kız ve erkek çocuklara aynı eğitimin verilmesini, yönetici sınıftaki kadınların ev işleri ve çocuk bakımından kurtarılmasını ve aynı sınıftaki erkeklerle eşit hale getirilmesini öneriyor, kadınların hamilelik ve çocuk doğurma dışında erkeklerden hiçbir farkı olmadığını savunuyordu. Antik Yunanca’da ‘yurttaş’ (polites) kelimesi sadece eril olarak kullanılırken, Platon bu kelimeyi dişil olarak kullanan, erkek ve kadın yurttaşlardan bahseden tek yazardı. Platon’un fikirlerinin çok sayıda erkek tarafından benimsendiğine inanmak fazla iyimser olmayı gerektirecektir.

Tıp ve felsefe gibi alanlarda kadınların dikkate değer bir yere sahip olması, erkek meslektaşlarının diğer sosyal çevrelere mensup erkeklere kıyasla ileri görüşlü olmalarından kaynaklanmıyordu. Yine de bu çevrelerde, ailelerinden yana şanslı olan ve aile geleneğinin bir parçası olarak ‘paideia’ya ulaşabilen kadınların da dahil olabildiği bir alana izin verilmişti. Ve bu anlamda, bundan 2 bin yıl önce bir Yunan şehrinde, varlıklı ve eğitime önem veren bir ailenin içine doğmuş olan bir kadın, belki de 19’uncu yüzyılda ve 20’nci yüzyılın başlarında tıp fakültesine girmek isteyen ya da felsefe alanında bir kürsü hayal eden hemcinslerine göre çok daha şanslıydı.