Kalimero ile Matta arasında savrulan eğitim
Kundera, “gözler, ruhun penceresidir” der. Eğitim de, bir toplumun penceresidir. O pencereyi özgür yaşam altında bile demir parmaklıklarla, güvenlik kameralarıyla, alarmlarla, bekçilerle kapattığınızda dış dünyayla aranıza aşılmaz bir duvar girer ve aslında onlar özgür, kendimiz mahkum kalırız.
Kimileri etrafındaki her şeyden şikayet eder. İçinden çıktığı yumurta kabuğunun yarısını şapka gibi taşıyan küçük siyah civciv karakteri Kalimero misali, “Ama haksızlık bu!” diyerek sürekli hayıflanır ama hayıflanmaktan öteye gidemeyerek Kalimero misali sorunların da üstesinden gelmeyi akıl edemezler.
Kadınların özgürleşmesini eleştirirler, bir türlü iş beğenmeyen gençleri eleştirirler, yediği önünde yemediği arkasındaki çocukları yetiştiren ebeveynleri eleştirirler. Eleştiriyi bir meslek haline getirirler. Her şeyde bir haksızlık bulurlar.
Ama bu sızlanmalar yapıcı olmaktan çıkıp, çözüm üretmedikçe, uğruna mücadele edilmedikçe bir kısır döngüye girdiğinde hiçbir çözüm üretmez.
Oysa dünyanın daha iyi bir yer olması için tüm yapıcı adımlara “eğitim”den başlamak gerektiği gerçeğini çoğu zaman ıskalarlar. “Eğitim şart” sözü dillere pelesenk olsa da, bir türlü pratikte karşılığını bulmaz. Sistem çarklarının arasına çocukları ve gençleri alıp öğütürken, bizim tüm bunlara “Yeter!” diye haykırmamız gerekirken, hep kısır tartışmalara çekiliriz.
Eğitimde tarikatların, kalitesizliğin, satış/pazarlama mantığının galip gelmesini, yozlaşmanın sebep ve sonuçlarını tartışmaya ayıracağımız zamanı, bir tartışma programında gündem değiştirmek için ustaca kışkırtılan yapay gündemlere sıkışarak kaybederiz, dağılırız.
Fark ederseniz, bir süredir örneğin Çemişgezek’in ücra bir köyünde tek göz odada gaz lambası ışığında çalışan çobanların sınavlarda Türkiye’nin en prestijli üniversitelerini kazandığı, ardından Avrupa’da yapay zeka laboratuvarlarında veya siyasette fırtına gibi estiği başarı hikayeleri de azaldı; çünkü eğitim artık demokratik değil, eşitlikçi hiç değil, tamamen sınıfsal.
Doğan Kitap etiketiyle çıkan “Ağlamıyorum, Gözüme Eğitim Kaçtı” adlı kitabında eğitimci Müjdat Ataman, çok doğru bir tespitte bulunuyor: “Satın altığımız ürün ayıplı çıkarsa tüketici olarak hakkımızı sonuna kadar arayabiliyoruz, ama vergilerimizle işleyen eğitim sistemi hakkında ne yazık ki söz hakkımız bulunmuyor. Ah'lar ile geçmişi yad etmek dışında bir şey yapamıyoruz.”
Ataman, “Ben fikrimi söyleyeyim de tarafım belli olsun noktasından” bir adım ilerleyemediğimizi, ülkede eğitime dair uzmanları da kapsayan derinlemesine tartışmaların olmadığını eleştiriyor ve şöyle diyor:
“Hangi politik görüş egemen olursa olsun, iktidarda kim olursa olsun üstünü kapatıp görmezden geldiklerimiz, gelecekte ayağımıza dolanacak ve yeniden ayağa kalkmak istediğimizde çok geç kaldığımızı fark edeceğiz.”
Batılı ülkeler eğitimde kodlamadan, yapay zekadan, dijital dönüşümden bahsederken bizim eğitimin karma olup olmamasını tartıştığımız bugünlerde eğitim sisteminde bir süredir Matta etkisi, diğer ismiyle Matthew Etkisi kendini gösteriyor.
Çünkü ortada ciddi bir yapısal sorun var ve özünde kamusal bir hizmet olan eğitimde yaşanan bu sorun doğru argümanlar ve multi-disipliner yaklaşımlarla irdelenmedikçe daha da derinleşiyor, kangren oluyor. Eğitim de ülkenin politik gündeminin esiri oluyor.
“Birikmiş üstünlük” kavramından yola çıkan bu yaklaşıma göre; ekonomik ve/veya sosyal sermaye gücü olan kişinin gücü ve sermayesi, zaman içerisinde katlanarak çoğalıyor ve eğitim sisteminde zengin daha zengin, fakir daha fakir oluyor.
Eğitimin artık ticari bir faaliyete döndüğü, pozitif bilimlerin kasıtlı olarak önemsizleştirildiği bu post-truth ortamda, yabancı özel okullara, eğitim ücretlerinin yüksekliğine rağmen kontenjanlarının 6-7 kat üstünde öğrenci kaydı oluyor.
Buna karşılık, kız çocuğunu “namus” korkusuyla okula göndermeyen, onu ikinci sınıf vatandaşlığa indirgeyerek 12-13 yaşlarında evlendiren, bu evlilikten doğan çocuklara da benzer bir hayatı reva gören bir davranış modelinde, eğitimden yoksun bırakılan çocuklar daha yoksul, daha yoksun, daha yok sayılmış oluyor.
Gelenekler, tabular, alışkanlıklar, mahalle baskısı gibi türlü ambalajlarla normalleştirilmeye çalışılan, altyapıdaki çürümenin üst yapıyı bozduğu ve daha tutucu hale getirdiği bu çağdışılıkta çözüm ailelerin eğitilmesindense, kız çocuklarının eğitimden dışlanmasında aranıyor.
Tıpkı zamanında İran’da Humeyni’nin önderliğindeki Batı yanlısı eğitim reformlarından geri adım atan Pevlevi’nin karma eğitim sisteminden vazgeçme kararında olduğu gibi, tıpkı Köy Enstitüleri’nde karma eğitimi eleştiren Demokrat Parti’nin eğitime yeni kültürel kodlar dayatma arayışlarında olduğu gibi, zemin yoklamaya ve eğitimin yapısal sorunlarından dikkatleri başka yöne çevirmeye dönük, hamaset kokulu, yapay tartışmalar alevlendiriliyor.
Geçtiğimiz günlerde yitirdiğimiz ve birçoğumuzun hayatına romanlarıyla dokunmuş olan Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’nden hoş bir alıntı hep kulaklarımda: “Bir toplum zenginse, bireylerin elleriyle çalışmalarına gerek yoktur; kendilerini zihin ve ruh etkinliklerine adayabilirler.”
Biz ne yazık ki gelinen aşamada bu zenginliği yakalayamadığımız için, kâh ellerimizle, kâh zihinlerimizle, kâh ruhlarımızla dur durak bilmeksizin çalışırken, eğitimden yoksun bırakılanlar bu zenginlikten pay alamıyor.
Ve eğitim sorunlarının dayanılmaz ağırlığı altında eziliyorlar.
Sosyolog Robert K. Merton tarafından 1968 yılında ortaya atılan Matta/Matthew etkisinin eğitim alanındaki varlığı, 1986 yılında ünlü psikolog Keith Stanovich’in deneyleri sonucu ortaya çıktı.
İsmini ise İncil'deki Matthew ayetinden alır: “Sahip olanlara daha çok verilecek ve onlar bereket sahibi olacaklar; ama hiçbir şeyi olmayanların ise sahip oldukları bile ellerinden alınacak.” (Matthew 25:29)
Okumada güçlük yaşayan çocukları inceleyen Stanovich’e göre; çocukların başlangıçta öğrenmeyle ilgili yaşadıkları güçlükler, süreç içerisinde giderek artan şekilde bilişsel ve davranışsal yetersizliklere dönüşür; motivasyonlarını ve özgüvenlerini yitirmelerine yol açar.
Kısacası; sahip olduğunuz avantajlar ve dezavantajlar size eğitim hayatında yeni avantajlar ve dezavantajlar getiriyor. Küçük yaşlarda özel eğitmenler veya özel okullar aracılığıyla dersler alan, sosyo-ekonomik açıdan güçlü ailelere doğan çocuklar, okul hayatında daha çalışkan, hevesli ve öğrenmeye ilgili oluyorlar; daha hızlı öğreniyorlar. Çünkü ailelerin gelir düzeyi arttıkça çocuklarının eğitimine ayırdıkları miktar da artıyor. Örneğin bu çerçevede Elon Musk, çocukları için AdAstra isimli eleştirel düşünme temelli, müfredata bağımlı olmayan, özgür bir alternatif okul kurabiliyor. Tıpkı zamanında kıymetini bilemediğimiz Köy Enstitüleri’nde demokratikleştirilip ülke sathına yayılan eğitim modelinin “yeni sürümü”, şimdi elit çevrelerde yeniden canlandırılmaya çalışılıyor.
Erken yaşlarda atölyelerde çay servisi yaptırılan, eğitim materyallerini yoksulluktan dolayı satın alamayan, taşımalı eğitimle okuluna ulaşan, özel ders alamayan, dershaneye gidemeyen, okul-öncesi eğitimden mahrum kalan, evinde kütüphanesi ve/veya kendine ait bir odası olmayan çocuklar ise derslerde daha az istekli olup öğrenmede zorluk çekiyorlar.
Keith Stanovich’e göre; erken yaşlarda eğitim alanında dezavantajlı olan çocukların bilişsel zekası da yeterince gelişmiyor; IQ puanlamaları düşük kalıyor.
Bununla bağlantılı olarak Allington tarafından 1984 yılında yapılan bir diğer araştırmaya göre, "Matta etkisi"ne olumsuz düzeyde maruz kalan 1.sınıf öğrencileri haftada 16 kelime öğrenirken, olumlu anlamda etkilenen çocuklarda bu rakam 1933'e kadar yükseliyor.
Peki Matta etkisi kaçınılmaz mı? Elbette hayır. Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir ne de olsa…
Ancak elbette birçok nesli bir anda kapsayan bir etkiyi çözmek için bu yönde bir siyasi irade ortaya koymak şartıyla... O siyasi irade bir yandan karma eğitimle uğraşırsa, diğer yandan okullara aç karnına giden çocukları umursamazsa ve bu yönde bir bütçe kaynağı ayırmazsa elbette bu etkinin birçok nesli etkilemesi de kaçınılmaz son olur.
Bugün eğitimde fırsat eşitsizliği bu denli belirgin hale gelmişse, sadece yurtdışı bağlantılı özel okullar üzerinden aileler çocuklarına “saygın” bir gelecek tahayyül ediyorsa, İstanbul’daki özel okul sayısı devlet okulu sayısını geçmişse, eğitimin içeriğini yeterince konuşmadığımız, eğitimin biçimine dair geriye gitmeye çalıştığımız içindir.
Bugün halen kız çocukları yeterince eğitime dahil edilemiyorsa, Haydi Kızlar Okula! Kampanyasının zamanında yarattığı seferberlik ivmesi yitirilmişse, 2001’den bu yana 2 milyon 88 bin 925 doğum, 19 yaş altında gerçekleşmişse, kademeli eğitim sistemiyle birlikte bazı ailelere kız çocuklarını belli bir “ergenlik” evresinden sonra okula göndermemeleri için kolaylık sağlandığı, açık lise, açık ortaokul gibi formüllerle eğitimin ayağına çelme takıldığı içindir.
Stanovich, eğitimdeki sorunun erken aşamada tespit edilemeyip, çocukların doğru yönlendirilmemesi, karar alıcıların bu konuda hiçbir şey yapmaması sonucunda, çocuklar arasındaki uçurumun büyüyeceğini ve geleceklerini olumsuz etkileyeceğini söylüyor.
Benzer şekilde Müjdat Ataman da “meritokratik eğitim eşitliği”ne dikkat çekiyor ve bu eşitliği şu şekilde tanımlıyor: “bir bireyin eğitimdeki başarı beklentisi, o bireyin sosyal sınıf çevresinin değil, kendi çaba ve yeteneklerinin bir fonksiyonu olmalıdır.”
Toplumsal cinsiyet eşitliğinin içselleştirileceği, kadın ve erkeğin toplumda eşit, beraber ve yan yana var olabilecekleri bir düzen kurmak mı, güya tacizden endişelenen babalara kız çocuklarını rahat rahat göndersinler diye kız okulu yaptırmak ve kız çocuklarını sosyal sınıf çevresi üzerinden ayrıştırarak onlara kötülük yapmak mı?
Kadınlar ile erkeklerin mekanlarını ayrıştırarak, kadınları daha fazla tecrit ederek, toplumda kadın-erkek ilişkisinin tüm sağlıklı temellerini yok etmek ve erkeklerle kızların kamusal alanı saygılı bir şekilde paylaşma pratiklerini yok etmek mi, kız çocuklarını okula göndermeleri için çekinceleri olan aileleri ikna etmek mi?
Yetkinlik kazandıran, üretime ve istihdama odaklanan, bilimsel gerçeklerle uyumlu bir eğitim mi, diploma odaklı tabela üniversitelerinin ötesine geçmeyen bir eğitim mi?
Matta etkisi mi, eğitimde fırsat eşitliği ve çağdaş standartlar mı?
Bizim artık eğitimde yapay gündemlerle vakit harcamak yerine, eğitimin gerçek sorunlarını tartışıp çözüme ulaştıracak bir irade sergilememiz gerek. Karma eğitimden kopma formülleri üzerinde vakit geçirmek yerine, karma eğitimin nasıl daha etkin ve güçlü şekilde uygulanacağının formüllerini konuşmamız gerek. İki yüzün üzerinde üniversitenin olduğu ülkemizde uluslararası yükseköğretim derecelendirmelerinde neden ilk 500’e giren üniversite sayımızın tek tük olduğu üzerine kafa yormamız gerek.
Müjdat Ataman’ın çok yerinde ifadesiyle, “nicelik uykusuna dalmadan, nitelik konuşmaya başlamalıyız.”
Sadece İsveç’in NATO üyeliğine yönelik çekincemizi kaldırırken gündem olmamalı Avrupa Birliği… Eğer çağdaş medeniyetin bir parçası olma irademiz gerçek anlamda varsa, Batı’da eğitimde fırsat eşitliği ve laik-çağdaş-demokratik eğitim nasıl sağlanıyorsa biz de o şekilde yapmalıyız.
Kundera, “gözler, ruhun penceresidir” der. Eğitim de, bir toplumun penceresidir. O pencereyi özgür yaşam altında bile demir parmaklıklarla, güvenlik kameralarıyla, alarmlarla, bekçilerle kapattığınızda dış dünyayla aranıza aşılmaz bir duvar girer ve aslında onlar özgür, kendimiz mahkum kalırız.
Kafka’nın Dönüşüm’ünde Gregor Samsa’nın yaşarken özgür olmakla, kendini özgür sanması arasındaki ikilemi sorgulaması misali…
Ama o pencerenin önünü sakız sardunyalarıyla, çevresini sarmaşık güller ve begonviller arasında neşeyle oynayan kız ve erkek çocuklarıyla donatırsanız o pencere sizin dünyaya açılan patikanız olur. Ve o patika sizi günbegün daha zengin yapar.
Ancak o zaman sürekli Kalimero gibi davranmaktan da, Matta etkisinden de ilelebet kurtuluruz.