'Kalıplara' sığmayan David O. Russell, konu dışı kalıyor!
"Amsterdam" yıldız isimlerine tutunmaya çalışan, kontrolsüz yönetimini inandırıcılıktan uzak ‘twistlerle’ örtmeye çalışan ama özellikle senaryo açısından ciddi anlamda ‘su alan’, başarısız bir yapım olmuş…
David O. Russell’ın filmleri bize hitap etse de etmese de, yönetmenin bir konuda hakkını vermemiz gerekir: Russell, senaryolarını ve dolayısıyla filmlerini önce romantik komedi, entrika filmi, dram veya polisiye film gibi değişik türlerin şablonları içinde başlatsa da sonrasında bu çerçeveleri esnetir, derinleştirir hatta bazen kırmayı başarır. Dolayısıyla yönetmen, filmlerinin belli kalıpların dışına taşmasından çekinmeyen bir isim… Özellikle yönetmenin "Dövüşçü" (The Fighter) (2010), "Umut Işığım" (Silver Linings Playbook) (2012) veya "Düzenbaz" (American Hustle) (2013) gibi en çok aklımızda kalan filmlerini hatırlayacak olursak bu yapımlarda asla 'vulgaire' veya saf güldürü kıvamına dönüşmeyen bir mizah dozu, birbirinden renkli karakterleri karşılaştıran güçlü bir hikâye ve bildiğimiz aşk ilişkilerinin ve sevgililerin dışında yer alan karakterler bulunur.
Ancak Russell’a, klasik şablonları kırıp filmlerine kendine has yönetmenlik imzası atmak yeterli kalmıyor ve yönetmen, hikâyeleri ister günümüzde isterse de geçmiş dönemlerde geçsin, inceden ve derinden bir Amerika 'otopsisi' de yapmayı da ihmal etmiyor. Genelde bu tutum senaryoyu zenginleştiren ve ağırlığını pozitif yönde arttıran bir nitelikteydi, ta ki…. bu filme kadar!
Zira "Amsterdam", yine buram buram Russell filmi kokan ve belli noktalarda dikkat çeken ama bu sefer yönetmenin 'dallanıp budaklanan' senaryosunu toparlayamadığı, çok şey anlatmak isterken bir türlü herhangi bir şeyi tam olarak anlatamadığı ve filminin 'light'a çalan ve eğlenceli atmosferini giderek 'itici' bir şekle soktuğu, denetimsiz ve başarısız bir yapım olmuş.
Hikâyeye değinecek olursak: 1930’lı yılların Amerika’sında Burt Berendsen, Birinci Dünya Savaşı sırasında beraberce çarpışmış olduğu savaş gazilerine yardım eden bir doktordur. Bir gün o ve yakın (ve askerlik) arkadaşı Harold Woodman, en işlek caddelerden biri üzerinde bir cinayete tanık olurlar ve o karmaşada katil olmakla suçlanırlar. Kaçak haline düşen iki arkadaş hem suçsuzluklarını ispat etmek hem de gerçek failleri bulmak için eskiden beri tanıdıkları Valerie Voze ile bir araya gelirler.
TEK HİKÂYE BANA YETMEZ!
Başta de değindiğimiz gibi Russell, hikâyesine 'twist'ler eklemek ve tempo katmak için üç ana karakterini özenle 'çiziyor', onların hem geçmişlerini özetliyor hem de gelecekteki amaçlarını hissettiriyor. Burt’ün Amerika’daki nişanlısı, onun muhafazakar ve katı ailesi, hikâye ilerledikçe açığa çıkan Valerie’nin 'nüfuzlu' akrabaları, yine hikâyeye sonradan dahil olan ama sonrasında çok önemli bir yer tutan Gil karakteri gibi birçok detay görünen hikâyecik veya yan karakter aslında ana 'üçlüyü' belli bir çerçeveye oturtmak için yardımcı oluyor. Ancak yönetmenin asıl eğildiği şey, Burt, Harold ve Valerie’i arasında oluşan aşk/arkadaşlık üçgeni oluyor. Filme ismini de veren Amsterdam'da geçen bu güzel yıllar, sanki bir post 'Jules ve Jim' havası (gerçi burada Valerie seçimini yapmış ve Harold’la beraberdir ama) estiriyor. Farklı dünyalardan gelmiş ve her biri değişik yollardan Amerika için fedakarlıklar yapmış üç kişiden oluşan bu 'trio', aşk ve arkadaşlık temalarına dem vuran hafızanın önemini vurguluyor.
Bizce yönetmenin bu 'üçlüye' bu derece odaklanması ve bunun bazen asıl senaryonun merkezi olan cinayet ve etrafını saran esrar perdesinin bile önüne geçmesi ilk 'kontrolsüzlük' sinyallerini veriyor.
Russell bir yandan ana karakterler Harold ve Burt’ün kaçış/saklanma sürecini anlatırken bir yandan da tanık oldukları cinayetin münferit bir olay olmadığına ve Amerika’nın geleceğini bile tehdit edebilecek bir komplonun parçası olduğuna işaret ediyor. Valerie’nin ortadan kaybolmasıyla zaten 'kan kaybetmiş' bu ikili, önüne çıkan engelleri ve boğuşmak zorunda kaldıkları bürokratik sorunları belli bir mizah katarak çözmeye çalışıyorlar ama bu mizah işlemiyor. Yönetmenin önceki filmlerinde güzel bir şekilde çevrelediği 'aykırı bir aşk hikâyesi' veya 'giderek büyüyen bir dolandırıcılık komplosu' yerini burada nereye varacağı belli olmayan bir kaotik ortama bırakıyor.
ÇEŞİTLİLİK DEĞİL FONKSİYONELLİK…
Hikâyenin devamında olaya müdahil olan ünlü isimler yönetmenin hakimiyet kurmakta zorlandığı 'büyük komplo' olayında yerlerini bulmakta sorun yaşıyorlarmış gibi duruyor. Normalde hikâyeye canlılık ve kişilik çeşitlemesi getirmesi gerektiren bu karakterler giderek şekillenmeye çalışan bir senaryonun kullandığı araçlar ya da onun önemsiz öğeleri gibi durmaya başlıyorlar.
Geçişlerinde zaten çatlaklar veren film, yönetmenin hangi türe döneceğine tereddüt etmesinden dolayı bir türlü hedeflediği tonu tutturamıyor. Russell, esrarengiz bir cinayet olayıyla yabancı bir ülkedeki bir aşk hikâyesi arasında salınıyor. Ardından da (sofistike) komedi türüne sarılıyor. Bu değişik film türleri arasında dolaşan ve filmini 'hybrid' bir şekle sokmaya çalışan yönetmen bir türlü ikna edici ve mantıklı bir atmosfer yaratamıyor, seyirciler temsili değeri olan karakterlerle bile bir iletişim kuramıyorlar.
Bir de filmin göreceli olarak güçlü yanlarından olan Amsterdam sürecine dönecek olursak: Her ne kadar bahsettiğimiz üçlü, izlemesi keyifli sekanslar sunsa da Harold ve Valerie arasındaki ‘kimya’ bir türlü tutmuyor. Burt'ün aralarındayken ikna edici bir şekilde akan ‘sevgi yumağı’, onun ülkesine dönmesiyle ciddi bir darbe alıyor. Washington ve özellikle şu ana kadar oynadığı rollerin dışında bir karakteri canlandıran Margot Robbie’nin bütün çabalarına rağmen…
Yönetmenin önceki filmlerinin cazibelerinden biri olan konuşmaların da yerini burada ritim aksaklığı yaşayan ve giderek sıradan hale dönüşen gevezeliklere bıraktığını da hesaba katarak belirtelim ki "Amsterdam" yıldız isimlerine tutunmaya çalışan, kontrolsüz yönetimini inandırıcılıktan uzak ‘twistlerle’ örtmeye çalışan ama özellikle senaryo açısından ciddi anlamda ‘su alan’, başarısız bir yapım olmuş…
Kısaca diyebiliriz ki: Brel’in (‘Dans le port D’Amsterdam’) ‘Amsterdam rıhtımlarında yeni bir şey yok!’.