Kanarya’nın ‘kolu kanadı’ kırık!
Pierre Morel'in yönettiği ‘Siyah Kanarya’ hem hiçbir orijinallik taşımayan hem de ‘aksiyon’ filmlerine meraklı seyircilerin bile biraz ‘heveslerini kursaklarında bırakacak’ vasat bir yapım.
Zamanında Luc Besson ‘tedrisatından’ geçmiş olan Fransız yönetmen Pierre Morel daha sonra çektiği ‘Banlieue 13’ ve özellikle ‘Taken’ filmiyle iyi-kötü kendine aksiyon/polisiye film türünde bir yer bulmaya çalıştı. Hatta başarı dereceleri tartışılsa da Sean Penn (Gunman) veya Jennifer Garner (Peppermint) gibi yıldızları beyaz perdeye taşıyan filmleri yönetmesi, Morel’in kariyerinde dikkate değer bir ivme kazandığına işaret ediyordu. Ancak bu ‘yükselme’ çabasının doğal olarak bir bedeli de oluyor: Türün bazı kalıplarının dışına taşmamak ve zaman zaman da olsa ‘klişeleri’ kullanmak zorunda olmak…
Ancak bizce işte bu noktada büyük yönetmen ile başarılı yönetmen arasındaki fark ortaya çıkıyor: Bu türde yani aksiyon/casusluk filmlerinde büyük yönetmenler konunun özünden kopmadan kendi yönetmenlik ‘dokunuşlarını’ filme serpiştirerek hikayeyi çok daha insani bir boyuta taşırlar hatta özellikle yapımcılar tarafından dayatılan katı kuralları esneterek veya bir anlamda ‘eğip bükerek’ kendi avantajlarına dönüştürmeyi başarırlar. Başarılı yönetmenler ise adeta ‘alışveriş listesini’ tamamlar gibi sadece filmden ana beklentileri karşılamaya çalışmakla (ki bu filmde tabii ki aksiyon sahneleri) yetinirler.
Ancak ‘Siyah Kanarya’ ne yazık ki başarılı bir aksiyon filmi bile değil! Aksine son derece yavan, hiçbir ruh ve özellik taşımayan, benzerlerini ve çoğunlukla daha iyi örneklerini daha önce ‘tonla’ gördüğümüz ve bir hikayedeki ‘kolaycılık’ tuzaklarının nerdeyse her birine düşen vasat bir yapım…
Konudan bahsedecek olursak: Avery Graves görünürde kocasıyla sakin ve huzurlu bir hayat süren, normal bir işte çalıştığı görünümü veren ama aslında CIA’nın en tehlikeli görevlerinde yer alan güzel bir gizli ajandır. Bir gün kocası, içinde çok gizli bilgiler bulunan bir nesne (mikro film mi, disket mi ya da başka bir şey mi bilmiyoruz) karşılığında, şantaj amaçlı kaçırılır. Avery hem kocasını kurtarmak için hem de bu ‘değiş tokuşun’ çok zararlı sonuçlar doğuracağının farkında olan ve engel olmaya çalışan teşkilatına karşı çıkmak için bir mücadeleye girişir.
BENZERLERİNİN ÇOK ALTINDA OLMAK!
‘Siyah Kanarya’ daha açılış sekansında bile ne kadar sıradan bir yol izleyeceğinin sinyalini veriyor: Özel ajan Avery’nin (kendisine hiç uymayan bir peruk eşliğinde) çok korunaklı bir ‘karşı gizli servis' evine girişine ve hem burayı yöneten kişiyi hem de onun korumalarını haklayarak görevini başarıyla tamamlamasına tanık oluyoruz. Tokyo’da geçen bu açılış sekansı o kadar David Leitch’in ‘Atomic Blonde’unun final sekansını anımsatıyor ki bir kıyaslama yapmak kaçınılmaz oluyor. Bu kadar düz ve beklendik akan bir sekansta, esrar ve sürpriz (ya da twist mi desek?) öğelerinin sıfıra yakın olduğunu hesaba katarsak asıl bel bağladığımız şey yakın dövüş ve silahlı çatışma sahneleri oluyor. Koreografi ve tempo açısından bu sekanslar da zayıf kalınca filmdeki ‘ruh eksikliği’ daha da görünür bir hale geliyor. Örneğin değindiğimiz ‘Atomic Blonde’ zaten ciddi bir politik dönemi hikayesinin arka planına koyuyor, bunun üzerine sürekli saf değiştiren ve ikili çalışan gizli ajanlar ekliyor ve ayrıca da çok gerçekçi, sert hatta ilkel duran kavga sahneleri sunuyordu. Kısaca asla kahramanın elini kolunu sallayarak düşmanlarını haklamasına izin vermiyordu!
Üstelik bu final sekansında bile kendi içinde küçük bir twist vardı ve bu, filme ekstradan bir güç katıyor hikayeyi daha gerçekçi temellere oturtuyordu.
‘Siyah Kanarya’da ise sıralanan dövüş, arabalı takip, silahlı çatışma sekansları sanki ‘otomatik pilota bağlanmış’ gibi bir hissiyat veriyor. Ne heyecan, ne entrika ne de karakterler açısından tatmin oluyor, adeta ‘tutunacak bir dal’ bulamıyoruz.
NİKİTA’NIN MİRASI…
Filmin (pek beğenmesek de) bir ‘Salt’ veya ‘Atomic Blonde’ ‘altı’ olduğunu söyledik ama ‘Siyah Kanarya’nın asıl hatırasına ihanet ettiği film, Luc Besson imzalı ‘Nikita’! Besson’un 1990 yılında imzaladığı bu film ‘kadın gizli ajan’ akımında adeta yeni bir kapı aralamış, aksiyon sahneleri kadar ana karakterlerin tereddütlerine, ikilemlerine, pişmanlıklarına, suçluluk duygularına yani kısaca iç dünyalarına da önem vermişti.
Bu filmde ise karakterlerin neredeyse her biri ‘hazır bir reçeteden çıkmış’ gibi duran, çoğu zaman fonksiyonel olmaktan başka görevi olmayan tiplemeler…. Hatta bazıları (örneğin ‘Rus kötü ajanlar’) nerdeyse karikatür düzeyinde duruyorlar.
Bütün bunlara bir de vasat bir yönetmenlik, basmakalıp diyaloglar, sönük bir entrika ve (şaşırtmayan) sözüm ona ‘ters köşeye’ yatırmaya çalışan olaylar eklenince filmi sonuna kadar izlemek biraz sabır gerektiriyor.
Bu kadar başı sonu belli, düz bir hikayede üzüldüğümüz bir nokta da, elinden geldiğince inandırıcı bir performans sergilemeye çalışan Kate Beckinsale’in varlığı oluyor. Son derece sınırlandırılmış karakterine bir insani yön ve vicdani değer katmayı deneyen Bale, ne yazık ki bu ‘klişe’ seli altında adeta ‘boğuluyor. Aksiyon sahnelerinde başarısız olmasa da, değindiğimiz gibi yapılan koreografiler parlak değil, oyuncunun dublörüne oldukça iş düştüğü belli ve bazı ‘uçuk’ sahnelerde (örneğin Bale’in bir drone’a tutunarak bir gökdelen çatısına indiği sekans) kullanılmış olan ‘yeşil ekran’ çok göze batıyor.
Sonuçta ‘Siyah Kanarya’ hem hiçbir orijinallik taşımayan hem de ‘aksiyon’ filmlerine meraklı seyircilerin bile biraz ‘heveslerini kursaklarında bırakacak’ vasat bir yapım. Öğrendiğimiz kadarıyla film Fransa’da sinema salonlarına uğramadan direkt bir şekilde Pime video platformunda yayınlanacakmış. Ne yazık ki biz o kadar şanslı değiliz!