YAZARLAR

Kar bir duygudur, çocuklar

Kar büyüdür, çocuklar... Yumuşak görünür ya, serttir. Toprak gibidir. Heykeltraş olsam kar kullanmak isterdim. Kar düşündürür çünkü. Elinin altındaki kar düşündürür. Gözünün önündeki kar düşündürür. Döne döne yağan kar düşündürür. Hava kar kokar, düşünürsün. Pencereden bakarsın, düşünürsün. Sabah uyanırsın, dünya bembeyaz, düşünürsün. Gece olur, dünya parlar demir gibi, düşünürsün. Düşünür düşünür ağlarsın. Kar öyledir, sadece güzellikten değil, çaresizlikten de ağlatır insanı.

“Her sene üç beş gün yağmasına, şehrin bir hafta on gün kar altında kalmasına rağmen, kar her seferinde İstanbulluları ilk defa yağıyormuş gibi hazırlıksız yakalar, yollar kesilir, savaş ve felaket zamanlarında olduğu gibi ekmek fırınlarının önünde hemen kuyruklar oluşur ve en önemlisi bütün şehir aynı konunun, karın etrafında bir cemaat duygusuyla birleşirdi. Şehir ve insanları dünyanın geri kalanından iyice koparak kendi dertleriyle içlerine kapandıkları için karlı kış günlerinde İstanbul hem daha tenhalaşmış, hem de masallardan çıkma eski günlerine biraz daha yaklaşmış gibi gelirdi bana.”  (Orhan Pamuk - İstanbul: Hatıralar ve Şehir)

1.

Kar yağıyor ve ben arkadaşım F.’yi düşünüyorum. 

Kar yağıyor ve “bu defa tutacak mı acaba” fikri zihnimde açık seçik bile belirmemişken daha, ben kendimi F’yi düşünürken buluyorum. Her defasında, her kar yağdığında bulduğum gibi… 

F. benim çocukluk arkadaşım. Güneyde bir sahil kasabasında beraber büyüdük. Ailelerimiz de evlerimiz de birbirine yakındı; üstelik aynı okuldaydık. Aynı kitapları okuduk, aynı filmleri seyrettik, o zaman bunu düşünmesi hiç iyi gelmiyordu ama aynı kızları sevdik. Üniversiteyi beraber kazandık. Aynı şehre; İstanbul’a beraber geldik. Farklı bölümlerdeydik ama üniversitemiz yine aynıydı; üstüne bir de aynı yurtta kaldık. 

Bunca aynılık yetmiyormuş gibi onunla bir ortak noktamız daha vardı: İkimiz de hayatımızın ilk karını İstanbul’da gördük. Yine beraberken… 

Bir cuma akşam üzeriydi diye hatırlıyorum. Okuldan çıkmış, kendimizi Taksim’e atmıştık… F.’nin Çukurcuma’da yaşayan emekli öğretmen bir tanıdığına akşam yemeğine davetliydik. Daha doğrusu F. davetliydi de bir telefon kulübesinden aradığımız annesi ona beni de muhakkak beraber götürmesini tembihlemişti. Tembihle yetinmemiş, telefona beni istemiş, “birbirinizden ayrılmayın, iki lokma da ev yemeği yiyin” demiş, gitmezsem güceneceğini de eklemişti. “Teyze sözü çiğnenmez” de demişti. “Teyzeleri üzmeyin.”

Canım pek istemiyordu ama bu tatlı, bu şen şakrak teyzemin sözünü dinlemiştim. İyi ki de dinlemişim. Yoksa ilk defa kar yağdığında F. ile beraber olmayacaktım. Akşam yemeğinden epey önce Taksim’e ulaştığımızdan, kışın dalları kurumuşsa da, ağaçlı ve bugüne göre epey tenha İstiklal Caddesi’nde iki serseri mayın gibi bir aşağı bir yukarı yürüyorduk. Etraf nedense çok sessizdi. Bir şey olacağı belliymiş gibi.. 

Oldu da… Olan biteni ikimiz de önce burnumuzda hissettik… Süzülerek yere inen kar taneleri, tıp diye burnumuzun ucuna düştü. Ne oldu diye kafamızı kaldırınca yarı karanlık bir gökten üstümüze zahmetsizce, usul usul, bir büyü gibi yağan karları gördük. 

“Aaa” dedim. “Döne döne yağıyormuş.”

Güldük. İkimiz de bilmiyorduk bunu. 

Kar bir duygudur, çocuklar - Resim : 12.

F.’nin annesinin sözünü iyi ki dinlemişim. Buna bugün iki kere seviniyorum. Çünkü bu sayede Tarık Bey’i tanıdım. F’nin babasının askerden arkadaşı, emekli bir ilkokul öğretmeniydi. O zaman çok gençtim ama bugün bile örneğine rastlamadığım türde, enteresan bir adamdı Tarık Bey. İstanbulluydu, orta halli bir ailenin çocuğuydu ama İstanbul’a uzun yıllar uğramamıştı. Mecburi hizmete atandığı ücra bir Kars köyünde yirmi yıl kalmış, evliliğinden epey sonra dünyaya gelen kızları İstanbul’da bir Anadolu Lisesi kazanınca, pek de istemeden geri dönmüştü.  “Neden o kadar kaldınız” diye sorunca ismini şimdi hatırlamadığım (Filiz miydi?), olağanüstü güzel, artık yirmili yaşlarının sonlarındaki kızı ve yine ismini hatırlamadığım eşi birbirine bakıp kıkırdamıştı.

Çukurcuma’daki mütevazı evin salonunda, yemek sofrasında altı kişiydik. F., ben, Tarık Bey, Tarık Bey’in eşi ve kızı, bir de önce damat sandığım ama sonra “bir akrabamız” diye tanıştırıldığım, saf ve düşünceli görünen, hüzünlü bakışlı, sessiz bir adam… 

Tarık Bey yetmişlik bir rakı açmış, birer kadehi de zorla önümüze sürmüştü. “Neden o kadar kaldınız” diye sorduğumda rakısını ağır ağır yudumluyordu. Karısı ve kızı birbirlerine bakıp gülümserken, o yudumu ağzında çevirdi, biraz düşünür gibi yaptı (belki gerçekten de düşünmüştü) ve hiç unutmadığım şu cevabı verdi: “İhtiyaçtan.”

“Gittim, çünkü kimse gitmiyordu; kaldım; çünkü gelen dönüyordu. İlkokul çocuğuna bir yıllık öğretmenlik olmaz. Birkaç yıl durayım dedim. İhtiyaç vardı. Birkaç yıl daha durdum. İhtiyaç vardı. Sonra da kaldım işte. Kimbilir, belki esas benim orada yaşamaya ihtiyacım vardı.”

Ben hayranlıkla afallamıştım ama eşi “ne demezsin” deyip gülüverdi. Derken Tarık Bey de kendini tutamadı, güldü. “O yoklukta bir de böyle büyük büyük konuşmayı öğreniyorsun” deyip esaslı bir yudum daha aldı. Masada bir sessizlik olunca, güzel kızı sordu bu defa: “Baba ne dersin bu kar tutar mı?” Burun büktü Tarık Bey; “siz ne dersiniz çocuklar” diye bize döndü. F. neşeyle “biz hiç anlamayız Tarık Amca” dedi, “biz hayatımızda ilk defa bugün kar yağdığını görüyoruz.”

“Nasıl yani” diye söze girdi, masadaki sessiz adam. “Hiç mi görmediniz bu yaşınıza kadar?” Anlattık. Karın döne döne yağdığını bilmediğimizi, okulumuz hiç kar tatiline girmediğinden büyük şehirlerdeki tatil haberlerini izleyip üzüldüğümüzü, hayatımızdaki ilk kar topunu oraya gelmeden az evvel o da yarım yamalak yaptığımızı bir bir anlattık. Biz anlattıkça, büyük bir romancımızın tam isabetle tarif ettiği üzere, dışımızdaki dünyadan da, üzerinde köpek biblolarıyla sofranın karşısında duran ve tüm gürültüsüyle dış dünyayı içeriye, yanı başımıza getiren televizyondan da kopup, karın etrafında, kendimizi has bir cemaat duygusuyla birleştik. Tarık Bey’in kar hakkında, şimdi size de aktaracağım sözlerini söylemesine neden olan da -dördüncü kadeh rakısının yanı sıra- belki işte bu duyguydu: 

“Kar büyüdür, çocuklar. Yumuşak görünür ya, serttir. Toprak gibidir. Heykeltraş olsam toprak değil, metal değil, kar kullanmak isterdim. Kar düşündürür çünkü. Elinin altındaki kar düşündürür. Gözünün önündeki kar düşündürür. Bugün sizin de üstünüze yağdığı gibi döne döne yağan kar düşündürür. Hava kar kokar, düşünürsün. Pencereden bakarsın, düşünürsün. Sabah uyanırsın, dünya bembeyaz, düşünürsün. Gece olur, dünya parlar demir gibi, düşünürsün. Düşünür düşünür ağlarsın. Kar öyledir, sadece güzellikten değil, çaresizlikten de ağlatır insanı. Kara bakar düşünürsün. Ne kadar yalnızsın bu dünyada. Ne kadar küçüksün. Ne kadar çaresizsin. Yollarını tıkar kar. İçine de yağar. Üşütür. Öldürür de. Romantiktir. Zalimdir. Aynı anda ikisidir… Cenap Şahabettin “bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş” demiş, biraz öyle. Gaiptir kar. Dünyada yeri yok gibidir. Ama bir yağar, dünyanın kar altında yeri yok, dersin. Okyanus gibi derin gelir bakınca. Bakarsın zaten. Tek işin bakmak olur sonra. Kendini içeri attın mı, tamam. Bakarsın bakarsın… Düşünür durursun… Heykeltraş olsaydım keşke, düşünmekle kalmasaydım… Anlatamıyorum ki… Kar bir şey değildir, anlatamıyorum. Bir doğa olayı değildir. Eriyen, yolları tıkayan, çamura bulayan bir şey değildir. Kar bir duygudur.”

Tarık Bey anlattıkça, hepimiz pencereden dışarıya, giderek artan rüzgârla savrulan, İstanbul gecesine karışan karlara bakıyorduk…

Kar bir duygudur, çocuklar - Resim : 2
Sapporo Kar Festivali

3.

Bir daha Tarık Bey’i görmedim. Çukurcuma’daki o eve gitmedim. Sonrasında F. ile hakkında epey -belki haddinden fazla- konuştuğumuz o güzel kızını da görmedim. İstesem de göremezdim. Bir sebep kalmamıştı. Tarık Bey o yaz vefat etmişti. Kaderin cilvesi; ömrünün son karını gördüğü akşam onunla beraberdik. 

Güzel hikâyelerde hep denildiği üzere, yıllar yıllar kovaladı. F. ile ben okullarımızı bitirdik. Zaten zehir gibiydi de, okudukça daha da kafalı bir çocuk olmuştu arkadaşım. Ufku genişti. Start-up kelimesi daha tedavülde değilken; şöyle diyeyim, ben İstanbul’da daha çevirmeli bağlantı kullanıyorken, o ABD’de bir start-up kurup satmıştı. Bir tane daha… Bir tane daha… F. Silikon Vadisi’nin bilinen yüzlerinden biri haline geldi. Epey de zengindi. Keyfi yerindeydi. En azından öyle görünüyordu. Sonra kader tuhaf hamlelerinden birini yaptı ve onu bambaşka bir yöne savurdu. Japonya’ya… 

Müzmin bekâr F., Silikon Vadisi’nde tanıştığı Japon bir kızla, biz arkadaşları daha ne olduğunu bile anlamadan yıldırım hızıyla evlendi. İkili aynı hızla Japonya’ya taşındılar. Tokyo’ya, Osaka’ya falan da değil, Hokkaido Adası’ndaki Sapporo şehrine… Hokkaido, Japonya’nın kuzey ucundaki büyük ve soğuk adaydı. Sapporo da bu adanın kar festivaliyle ünlü şehri…

F.’nin müstakbel eşi, Sapporo’da doğup büyümüştü, ailesi de hâlâ orada yaşıyordu. F. daha sonra anlattığı üzere, ismini bile eşi vesileyle öğrendiği adaya gittiğinde büyülenmiş ve oraya çekildiğini hissetmişti. “Birkaç yıl burada yaşasak ne olur” demişti önce… Sonra “artık çalışmasak ne olur?” Sonra, “acaba hep burada mı kalsak?”” Bitcoin zenginiydi zaten… Yedi ceddine yetecek parası vardı. 

Ama bu konulardan, bir dönem büyük hevesle anlattığı start-up’lardan, bitcoin’lerden uzaklaşıyor gibiydi. Telefonda konuştuğumuzda sadece doğadan bahsediyordu.  “O kadar çok kar var ki” diyordu. “Bütün çocukluğumuza yetecek kadar kar… Gelsene…”

İnsan Hokkaido Adası’na atlayıp gidemiyor. 

Gidemedim. 

Kar bir duygudur, çocuklar - Resim : 3
Sapporo Kar Festivali
4.

Ben gidemedim ama o bana geldi. Bir mektupla… Silikon Vadisi’nin dahisi artık mektup mu yazıyordu? Şaşırdım. Ama okuyunca sebebini anladım. 

Biraz ürkek, biraz beceriksiz, sanki yeni öğrenilmiş, yeniden öğrenilmiş bir el yazısıyla kaleme alınmış mektubu zaman içinde defalarca okuyacaktım:

“Sevgili dostum, 

Yıllar sonra Tarık Amca’yla karşılaştım. Onun Japon ikiziyle… Bir bilsen, bir görsen, aynı adam… Bu da Hiroshi Amca… Sadece önünde bir kadeh rakısı eksik. Ama sağlam sake içiyor. Ruhu da benziyor hem… Düşünceli, şakacı, sakin… Anladın, değil mi? Rahmetli Tarık Amca yaşasaydı, tam bu yaşlarda olurdu. Seksenlerinde bir eski tüfek…

Neyse, Hiroshi Amca bana iki yıldır gönüllü Japonca öğretiyor. Sana onu ancak anlatabiliyorum, bağışla. Yazmayı hep düşünüyordum ama elim kolum bağlanmış gibi geliyordu. Hiçbir şey yapamıyordum. Sadece düşünüyordum. Elim bilgisayara gitmiyordu. Elim hiçbir şeye gitmiyordu. Pencereden bakıyordum, düşünüyordum. Sokağa çıkıyordum, düşünüyordum. Di’li geçmiş’le yazdığıma bakma; halen de düşünüyorum. Tek fark, artık bir şeyler de yapabiliyorum. Mesela yazabiliyorum. Ama klavyede değil. Kâğıt kalemle… 

Neden böyle oldu? Hep bunu sorup duruyorum. Şunu bil ki, kendimi çok çaresiz hissettim. Tarık Amca’nın söylediklerini, hatırlıyor musun? (Öylesine sordum, asla unutmayacağını biliyorum). İçim çekilmişti, boştum, çaresizdim. Dünya çok büyüktü. Çok farklı, çok eskiydi. Burada çok kar var. Sanki hep kar var. Okyanus gibi. Okyanus karada da devam ediyor gibi. Başka bir derinlik var. Bu derine daldım ve artık çıkamıyorum; çıkmak istemiyorum. Yüzmeyi büyüdükten sonra öğrenen bir balık gibiyim. Kar, öğretiyor.

Hiroshi Amca bir heykeltraş… Gülüyorsun, değil mi? Evet, Tarık Amca’nın hayal ettiği gibi… Emekli mühendis ve artık bir heykeltraş. Neredeyse bütün senesini kardan heykeller yapmakla geçiriyor. Şaka değil, sahiden kardan heykeller yapıyor. Burada bir Kar Festivali düzenleniyor her sene… İşte Hiroshi Amca’nın bir ekibi var. Beni de aldı ekibine. Bütün sene kardan bir kale yaptık. Aylarca uğraştık. Seneye Galata Kulesi’ni yapacağız, haberin olsun, seversin sen. 

Kar bir duygudur, çocuklar - Resim : 4
Sapporo Kar Festivali- Heykeltraş: Hiroshi

Hiroshi Amca geçen gün bana ne dedi, biliyor musun? 

“Kar bir şey değildir, nasıl anlatayım” dedi… “Kar bir duygudur.”  Öyle baktım kaldım… “Anladım” dedim sonra.  “Anladım Tarık Amca…”

5.

F., sonra hep mektup yazdı bana… Her ay… Ben de ona. 

Ve halen Hokkaido’ya gitmedim. Atlasan gidilmiyor, ne yapalım… 

Kar epey hızlandı. Bu defa tutacak gibi. “Tutar mı dersiniz, çocuklar?”  Bu defa tutar Tarık Amca…

İhtiyaç varsa, tutar.  

Kar bir duygudur, çocuklar - Resim : 5

 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.