‘Kara bulutların fırtınayı taşıdığı gibi, kapitalizm de savaşı taşır’
Savaşlar hakkında yapılan bilgisayar oyunlarını bilirsiniz. Takip ettiğiniz senaryo genelde aynıdır, sağa sola operasyon düzenleyip bir yerleri ele geçirirsiniz. Tek değişen öldürdüğünüz adı sanı belli olmayan düşmanların ten renkleri ve konuştukları dillerdir. İster geçmişte ister gelecekte geçsin çoğu oyun böyledir.
‘Battlefield’ isimli oyun da bu türün ilk akla gelen örneklerindendir. Yeri gelir geçmişe gidip komünist Vietnamlılarla savaşırsınız, yeri gelir geleceğe gidip Ruslarla ya da Çinlilerle… Fakat onlarca farklı savaşı işlediği versiyonu bulunan Battlefield, mevzu Birinci Dünya Savaşı'na geldiğinde istisnai bir anlatı tercih eder.
Battlefield I isimli bu oyun, savaşı diğer versiyonlara göre çok daha insancıl bir şekilde ele almaktadır: Bir askerin savaş travmalarıyla başlayan hikâye, sıradan askerlerin anlamsız ölümleriyle devam ediyor. Hatta girişte izlediğiniz jenerikte şöyle bir hatırlatma yapılıyor: “Altmış milyonu aşkın asker ‘Tüm Savaşları Sona Erdirecek Savaş’ta savaştı. Hiçbir şeyin sonu getirilmedi. Yine de dünya sonsuza dek değişti.”
Elbette harika bir anlatıya sahip bir oyun değil bu. Ancak diğer örneklerden farklı bir hikâye tercih etmesi nedeniyle dikkat çekici. Peki ama bu tercihin nedeni ne?
EMPERYALİSTLER ARASINDA TERCİH YAPMAMA
Birinci Dünya Savaşı, bugün rahatça emperyalist paylaşımın getirdiği vahşet olarak tanımladığımız bir olay. Oysa savaşın başlangıcında, bugün mutabık olduğumuz ‘barbarlık’ tanımını kullanmak ve emperyalistler arasında bir tercih yapmamak marjinal göründüğü kadar tehlikeliydi de.
Mesela 1914’ün yaz aylarında Avrupa kıtasındaki atmosferi hatırlayalım. Savaşın iki büyük gücü Almanya ve Fransa, vuku bulan olayı bir ‘savunma savaşı’ olarak değerlendirir. Gazeteler bir anda savaş bakanlığının yayın organına dönüşür, pek çok erkek güle oynaya orduya kaydolur. Öyle ya, ne de olsa savaş Noel’den önce bitecektir...
Ve en önemlisi cephenin her iki yakasındaki sosyal demokratlar kendi savaş hükümetlerine desteğini sunar. Şöyle diyordu Lenin:
“Bütün dünya sosyalistleri, 1912'de Basel’de, Avrupa'da yaklaşmakta olan savaşı, bütün hükümetlerin ‘canice’ ve gerici bir girişimleri olarak gördüklerini ve bu girişimin devrimi hızlandırarak kapitalizmin yıkılmasını çabuklaştıracağını ilan etmişlerdir. Savaş çıktı ve beraberinde bunalımları getirdi. Sosyal-demokrat partilerin çoğu, devrimci taktikler yerine, gerici taktiklere saptılar ve kendi hükümetleri ile burjuvazilerinin yanında yer aldılar. Sosyalizme karşı bu ihanet, II. Enternasyonal'in (1889-1914) çöküşü demekti.”
Lenin gibi düşünenlerin sayısı ilk başta oldukça azdır. Aklımıza ilk olarak Clara Zetkin, Karl Liebknecht ya da Rosa Luxemburg gibileri geliyor. Ancak pek sık hatırlanmayan bir isimi tekrar tekrar anmamız gerek: Fransız sosyalist Jean Jaurès.
Aslında siyasi olarak çoğu zaman ılımlı bir tavra sahip olmasına karşın Jaurès, savaş kapıya dayanınca taraflar arasında tercih yapmak yerine gerçek bir barışı, proletaryanın barışını korkusuzca savunur.
O dönem Fransa’da sosyalistlerin büyük çoğunluğu savaş hükümeti gemisine çoktan atlamıştır. Çünkü onların gözünde savaş, ‘militarist Almanya’nın çökertilmesi ile birlikte bağımsız yeni bir Avrupa’nın doğuşunu’ müjdeleyecektir. [1]
Fakat Jaurès savaşın sonunu -hatta başını bile- görecek kadar şanslı değildir. Fransa’nın savaşa resmi katılımından birkaç gün önce bir Fransız milliyetçisinin kurşunuyla öldürülür.
‘TEK ÇIKIŞ: PROLETARYANIN BİRLİĞİ’
Jaurès’i hedef tahtasına oturtan tek neden savunduğu fikirler değildi, aynı zamanda o fikirleri nasıl savunduğuydu. Görüşü ne olursa olsun herkes onun Fransa’daki en güçlü hatiplerden biri olduğu konusunda hemfikirdi. Üstelik sesi sadece kurucusu olduğu l’Humanité gazetesinde [2] değil, aynı zamanda sokaklarda yankılanıyordu. Ölmeden günler önce, Lyon’da yaptığı son konuşmasında şunları söylüyordu:
“(…) Fransa’nın sömürgeci politikası, Rusya’nın sinsi politikası, Avusturya’nın acımasız isteği, içerisinde bulunduğumuz felaketin yaratılmasına katkı sundu. Avrupa, kâbus görür gibi kıvranıyor. Öyle ya da böyle, yurttaşlar. Ben bunları bir çeşit çaresizlik içerinde dile getiriyorum. Dahası yok; cinayetle ve vahşetle tehdit edildiğimiz bir zamanda barışı ve uygarlığı korumak için tek bir şans var. Proletaryanın, nice Fransız, İngiliz, Alman, İtalyan, Rus kardeşlerini içerecek şekilde tüm güçlerini toplaması. Korkunç kâbusu defetmek için bu binlerce insandan ahenkle çarpan kalplerini birleştirmeleri istiyoruz.(…)”
Jaurès’in ölümü -ya da son sözleri- Fransa için I. Dünya Savaşı’nı gayri resmi başlangıç tarihi olarak sayılabilir.
ZAMANI KUM SAATİNDEN TAKİP ETMEK
Sonrasında ne mi oldu? Savaştan yana tavır alan Fransız sosyal demokratların hayalleri Verdun siperlerinde çamura saplandı. O yıl askerler Noel’i vadedildiği üzere evlerinde değil, cephede karşı tarafın askerleriyle beraber kutladı. Jaurès’in talebi, siperlerde ölen milyonlarca insanın ardından ete kemiğe büründü. Gönüllü olarak askere giden pek çok milliyetçi, kolay kolay akılda canlandırılamayacak bir vahşetin ortasında Jaurès gibi düşünenlerden yana saf tuttu. Almanya’da Spartakistler ya da Rusya’da Bolşevikler, ideolojik olarak tüm farklılıklarına rağmen Jaurès’in “Kara bulutların fırtınayı taşıdığı gibi, kapitalizm de savaşı taşır” sözleri ile aynı yolu paylaştı.
Geçmişteki olaylara baktığımızda karşımıza çıkan resim aslında konsantre bir sonuç paragrafıdır. Bu -zaman denilen şeyin doğası gereği şaşırılmayacak şekilde- geçmiş bir dönemde yaşamış insanların hiç ‘şimdisi’ olmamış gibi düşünmemize yol açar. Sanki ‘şimdi’ sadece bize bahşedilmiştir…
Birinci Dünya Savaşı’nı düşündüğümüzde bir takım emperyalist çıkarların yarattığı vahşet ve insan kasaplığından yaka silken insanlar gelir aklımıza. Sanki bu insanlar ilk günden son güne kadar bu fikre sahiplermiş gibi gelir. Oysa bu, hikâyenin bir noktasında varılan bir yerdir ve işin başlangıcı sonuyla pek de doğru orantılı değildir.
Dolayısıyla geçmişe bakarken onu ‘şimdisiyle’ birlikte kavramaya çalışmak bize daha bütünlüklü bir bakış sunacaktır. Ne diyordu Subcomandante Galeano: “Kum saatine bakarken akıp gitmiş zamanı, geçmişi görebiliyor, onu anlamaya çalışıyoruz. Yaklaşan zamanı da görebiliyoruz. Zapatista zamanı, kum saatinde zamanın akışını izlemeye odaklanmış bakışı idrak etmeden anlaşılamaz.”
[1] Histoire Mondiale des Socialismes, Jean Elleinstein, Tome 3
[2] Gazete daha sonrasında Fransız Komünist Partisi (PCF) tarafından kullanılır. Bugün hâlâ PCF tarafından yayınlanmaktadır.
Kavel Alpaslan Kimdir?
1995'te İzmir'de doğdu. İzmir Saint Joseph Fransız Lisesi'nden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, Gazetecilik Bölümü'nde eğitim gördü. Gazeteciliğe 2014 yılında Agos’ta başladı. Gelecek/Umut Gazetesi’nde çalıştı. 1+1 Express Dergisi’nde yazıyor. 2016 yılından bu yana Gazete Duvar’da yazı ve haberleri yayınlanıyor. "Aynı Öfkenin Çocukları: Dünyadan Devrimci Portreleri" kitabı 2023 yılında Sel Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.
İran’da bir Sovyet deneyimi: Azerbaycan Milli Hükümeti 16 Kasım 2024
Komünist aerobik öğretmeninden İsrail işgaline suikast 06 Kasım 2024
Baalbek’in yıkımı ve mirası 02 Kasım 2024
Lübnanlı komünist tutsak Abdallah: Geri çekilmek rezilliktir 30 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI