Karamanlılar tartışması: Türk edebiyatı mı, Yunan edebiyatı mı?

Şehnaz Şişmanoğlu ile 'İki Kilise Arasında Binamaz' kitabını konuştuk. Şişmanoğlu, "Anadolu Yunan ya da Rum edebiyatının ilk örnekleri daha gerilere, eski Yunan edebiyatına kadar gidiyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mübadele ile birlikte Yunanistan’a gönderilen Anadolu’nun Hıristiyan toplulukları içinde Karamanlılar da vardı. Karamanlılar'ı diğer Ortodoks Hıristiyan topluluklardan ayıran en önemli unsur ise dillerinin Türkçe oluşlarıydı. Bu nedenle etnik kökenleri, dilleri üzerine birçok tartışma yürütüldü.

Şehnaz Şişmanoğlu, Metis Yayınları'ndan çıkan 'İki Kilise Arasında Binamaz, Karamanlıca Edebiyatta Dil, Kimlik ve Yeniden Yazım' adlı kitabında Anadolu’nun bu en kadim topluluklarından olan Karamanlılar'ın edebiyatını ve yazın geçmişini araştırıyor.

Şişmanoğlu, Karamanlıca edebiyatın en bilinen örneği belki Türk edebiyatının da ilk eserlerinden sayılabilecek olan Evangelinos Misalidis’in 'Temaşa-i Dünya ve Cefakar u Cefakeş (1871-1872)' adlı romanı üzerinden bu edebiyatın Müslüman-Türk ve Yunan edebiyatları ile olan ilişkisini inceliyor.

Şehnaz Şişmanoğlu ile 'İki Kilise Arasında Binamaz, Karamanlıca Edebiyatta Dil, Kimlik ve Yeniden Yazım'ı konuştuk.

Şehnaz Şişmanoğlu

'KARAMANLILAR SORUNLU BİR İFADE'

Karamanlılar aslında çok geç keşfedilen bir halk ve dil diye düşünüyorum. En azından gündemimize girmesi çok sonra oldu.

"Karamanlılar" aslında sorunlu bir ifade çünkü bu topluluk kendilerini Karamanlı olarak değil büyük ölçüde din üzerinden tanımlıyor ve Anadolulu Hıristiyanlar olarak adlandırıyorlar. 15. yüzyıldan beri yazılı kaynaklarda izlerine rastlıyoruz. Karamanlılık özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Yunanca konuşan Rumlar tarafından pejoratif ve aşağılayıcı olarak kullanılmaya başlanmış. Karamanlı ifadesinin kaba, saba, görgüsüz, eğitimsiz vb. olumsuz çağrışımları var. Bir yandan da bu kullanım yerleşmiş. 20. yüzyıl başlarına kadar Müslüman Türkler tarafından yazılan edebi eserlerde pejoratif anlamı içermeyen bir ifade olarak kullanıldığını da görüyoruz. Özellikle Karamanlı bakkal karakteri, Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde de yer verdiği gibi geride bıraktığımız yüzyılda İstanbul'un gündelik hayatında bilinen, önemli bir unsur. Anadolulu Ortodokslar aslında etnik köken tartışmalarıyla birlikte 1920’lerde Milli Mücadele yıllarında Papa Eftim öncülüğünde Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin kuruluş aşamasında gündeme geliyor. Türk-Yunan nüfus mübadelesi sırasında da kısmen gündemdeler. Bugün Kuzey Yunanistan’a giden Türkler bu topluluğun hala Türkçeyi capcanlı konuşan 3. ve 4. kuşak torunlarıyla karşılaşınca epeyce şaşırıyorlar. Etnik kökenleri konusunda akademik kaynaklarda bir uzlaşım yok.

Peki o halde konuşan bu dili nasıl tanımlamalıyız? Karamanlıca ayrı bir dil olarak düşünülebilir mi? Dil olarak diğer Müslüman Türkler'in konuştuğu dilden bir farkı var mı?

Karamanlıca aslında anakronik bir ifade, Türkçe konuşan Ortodokslar Yunan harfli Türkçe üretimlerini genellikle "Rumca hurufat ile lisan-ı Türki" ve "Rumiu’l-huruf, Türkiü’l-ibare" (Rum harfleriyle Türkçe) şeklinde ifade etmekteydiler. 1950’lerde ilk kez çok sayıda Karamanlıca metni dilbilimsel açıdan ele alan Janos Eckmann, muhtelif "ağızlar"dan oluşan bir "Karamanlı dili"nin söz konusu olduğunu ileri sürüyor. Buradaki Karamanlı ifadesi aslında Anadolu diyalektlerini ilk kez farklı bölümlere ayıran Ignác Kúnos’un Anadolu’nun güneydoğusunda Mersin ile Konya arasındaki bölgeye ait diyalektleri “Karamanisch” (1896) olarak tanımlanmasından ileri geliyor. Bugün dilbilimsel açıdan bakıldığında Karamanlıcayı ayrı bir dil olarak değil Nevşehir, Niğde, Kayseri vb. İç Anadolu bölgesini içine alan geniş bir bölgede Türkçe ve Yunancanın çeşitli ağız ve diyalekt özelliklerini taşıyan bir unsur olarak görmek gerek. Ama yazılı, grafik anlamıyla baktığımızda Anadolulu Ortodoksların Yunan harfli Türkçe üretimlerini elbette ayrı bir fenomen olarak değerlendirmek gerekli. Ancak bunun 19. yüzyıl yayıncılığı için bir anomali değil sıradan bir vaka olduğunu da söylemeliyiz. Tıpkı Ermeni harfli Türkçe, İbrani harfli Türkçe, Arap harfli Yunanca, Ladino vb. Karamanlıca da bu büyük kültürel yapbozun bir parçası.

'RUM CEMAATİ HOMOJEN DEĞİLDİ'

Kitabının ismi 'İki Kilise Arasında Binamaz, Karamanlıca Edebiyatta, Dil, Kimlik ve Yeniden- Yazım.' Tam bu nedenle mi iki kilise arasında binamaz?

'İki Kilise Arasında Binamaz' ifadesi kitabın asıl konusunu oluşturan 1871-1872 yılında Yunan harfli Türkçe olarak Evangelinos Misailidis tarafından yazılan 'Temaşa-i Dünya ve Cefakar u Cefakeş' romanında geçen bir ifade… Bilindiği gibi Müslümanlar bu ifadeyi "iki cami arasında binamaz" ya da "beynamaz" olarak kullanıyor. Bir tür iki arada bir derede kalma, iki seçenek arasında sıkışma, bir tereddüt hali… İlk okuduğumda bu ifadenin Anadolulu Ortodoks kimliğinin ve edebiyatının birçok yönünü temsil ettiğini düşündüm.

İki Kilise Arasında Binamaz - Karamanlıca Edebiyatta Dil Kimlik ve Yeniden - Yazım, Şehnaz Şişmanoğlu, 368 syf., Metis Yayınları, 2024.

Kimlik açısından baktığınızda 18. yüzyılın ortasından itibaren makbul bir Rum olabilmek için en önemli iki özellik Rumca konuşmak ve Ortodoks inancına sahip olmak. Dil ve din birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak görülmeye başlıyor. Özellikle de anadili Rumca olan ve büyük şehirlerde yaşayan Rum elit tarafından. Dolayısıyla Anadolu’da yaşayan ve Türkçe konuşan Rumlara küçümseyici, tepeden bakan, oryantalist bir bakış gelişiyor. Anadolulu Ortodoks aydınlar ise bu atmosferde entelektüel üretimlerini, basın aktivitelerini, dernek faaliyetlerini hep bu yokluğun ve eksikliğin üzerine inşa ediyorlar. “Türkçe konuşuyoruz ama biz de Rumuz, hatta Anadolu Rumları olarak en halis Rumlar biziz”, önemli bir söylem onlar için. Rumca konuşan Rumların içerisinde kendi meşruiyetlerini ve varlıklarını ispat etmeye çalışan bir gayret var; o nedenle bu Rum cemaati arasında da belirli bir ikilik yaratıyor. Aynı zamanda Türkçenin ve Müslümanlığın da kültürel havzasından önemli ölçüde etkileniyorlar. Dini jargonları da bundan nasibini alıyor. Örneğin ibadetlerine “namaz kılmak”; Meryem Ana'ya “Panayia” değil “Validetullah” diyorlar. Ortodoksluğun ve Yunanca konuşmanın Rum kimliğinde gittikçe baskın olduğu bir paradigmada bunlar kolayca ötekileştirilebilecek unsurlar. Bu nedenle iki kilise arasında olma hali de kaçınılmaz oluyor sanırım.

Bu ikiliğe edebi düzlemde de farklı çekim noktaları ekleyebiliriz; Osmanlı ve Yunan edebiyatı, hatta Batı edebiyatının çekim alanında olmak, İslam ve Hristiyan geleneklerinden aynı anda beslenmek, alfabe düzeyinde ise Türkçeyi Yunan harfleriyle yazmak; sürekli hem o hem öteki olma hali. Bu aynı zamanda homojen bir Rum cemaati olmadığının da bir göstergesiydi.

'ÇOK DİLLİ, ÇOK DİNLİ EDEBİYATIN BİR PARÇASI'

O halde Karamanlıca yayınları tam olarak nereye yerleştirmek gerekiyor? Yunan harfleri ile Türkçe yazıyorlar. Anadolu Yunan edebiyatı olarak mı Türk edebiyatının ilk örnekleri olarak mı görmek gerekiyor? Yoksa Osmanlı edebiyatının bir kolu olarak mı bakmak lazım?

Anadolu Yunan ya da Rum edebiyatının ilk örnekleri tabii çok çok daha gerilere, eski Yunan edebiyatına kadar gidiyor. Misailidis eski Yunan filozoflarını da Anadoluluk üzerinden temellük ediyor, onların torunları olduklarını belirtiyor, kendi mensup olduğu cemaati yüceltmek ve amiyane tabirle onları “gaza getirmek” için. Ama edebiyatlarını özellikle de modern anlamda 19. yüzyılın ikinci yarısından sonraki üretimlerini Osmanlı edebiyatını oluşturan çok dilli, çok dinli diğer edebiyatları da içeren yapbozun bir parçası olarak değerlendiriyorum ben. Misailidis tıpkı Osmanlı Müslüman yazarlar gibi hem çağdaşı Fransız edebiyatçılarından etkileniyor hem de Tıflî Hikayeleri gibi geleneksel halk anlatılarını edebiyatına dahil ediyor.

Elbette Karamanlıca gazetelerde tefrika edilen Yunan harfli Türkçe roman çevirilerinin ve 'Temaşa' romanının modern Türkçe edebiyatın ilk örnekleri olduğunu gözden kaçırmamak gerek ve bu edebiyat tarihimizde çok bilinmeyen bir nokta. Örneğin 'Robinson Crusoe'nun ilk Türkçe çevirisi (1852) Anadolulu bir Ortodoks’a ait. Keza Aristoteles de 1819 gibi erken bir tarihte Kayserili Karakulafzade Hacı Grigor tarafından Türkçeye çevrilmiş.

Evangelinos Misailidis nasıl bir yazar? Anadoluluğa bir vurgu var sanırım Misailidis’te.

Misailidis, Osmanlı’daki diğer çağdaşları gibi çok şapkası olan bir yazar. Bugünkü Manisa’nın Kula ilçesinde 1820 yılında doğmuş. Her şeyden önce gazeteci. 1840’larda İzmir’de başladığı gazeteciliğe 1850’lerde İstanbul’da devam ediyor. Karamanlıca olarak çıkardığı Anatoli gazetesi Osmanlı basın tarihinin en uzun ömürlü gazetelerinden biri. Bu vesileyle onun portresinin de Basın Müzesi’nde yerini alması gerektiğini; Ahmet Mithat ve Theodor Kasap’ın yanına çok yakışacağını düşünüyorum. Gazeteciliğinin yanı sıra yayıncı, çevirmen, roman yazarı, aynı zamanda bu çok boyutlu yayıncılığıyla Anadolu Ortodoks cemaatinin önde gelen temsilcilerinden biri oluyor. Anadoluluk, Misailidis başta olmak üzere diğer Anadolulu Ortodoks yazarlarda çok önemli bir kimlik. Hatta daha önce sözünü ettiğim gibi Eski Yunan filozoflarını da bu bağlamda temellük ediyorlar; Mavi Anadolucuların bir tür öncülü gibi. Ayrıca kullandıkları dil bugün neredeyse unutulmuş Anadolu deyimlerini ve ifadelerini içeren bir hazine niteliğinde.

EDEBİYAT TARİHİNDE İLKLER TARTIŞMALI BİR ALAN

Yunan harfleriyle Türkçe yazılan bir romandan söz ediyoruz. O zaman bu romanın Türk edebiyatının ilk örneklerinden birisi olduğunu söyleyebilir miyiz?

Öncelikle hemen şunu belirtmek gerek. Edebiyat tarihinde ilkler her zaman tartışmalı olmuştur ama elimizdeki verilerle bu roman, 1851'de Vartanyan Paşa'nın Ermeni harfli Türkçe olarak yazdığı Akabi Hikayesi'nden sonra Türkçe olarak yazılan ikinci roman. Belki daha doğru ifadeyle ilk romanlardan biri. Bu örnekler Şemseddin Sami'nin 'Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ından önce. Burada bir yarıştan söz etmiyoruz elbette ama 20 yıl öncesine göre bildiklerimizden çok daha çeşitli ve zengin bir Osmanlı romanından söz edebiliyoruz bugün.

Temaşa-i Dünya ve Cefakar u Cefakeş, Cild-i Evvel

Evagelinos Misailidis'in 'Temaşa-i Dünya’sını nasıl yorumlamak gerekiyor? Sanki dönemin farklı coğrafyaları ve halklarını tanımak isteyen insanına hitap ediyor. Çünkü roman kahramanı yalnızca Osmanlı coğrafyasında değil, farklı ülkelerde de bir sürü maceraya atılıyor.

Bu coğrafi genişliğin en önemli nedeni romanın ilham kaynağının İstanbul doğumlu Rum yazar Grigoris Paleologos'un yazdığı pikaresk roman 'O Polipathis' (1839) olması. Paleologos karakterini İtalya, Fransa, Eflak-Boğdan ve Yunanistan gibi çok çeşitli coğrafyalarda, farklı sosyal tabakalar arasında dolaştırıyor. Misailidis bu kaynak romanda olmayan bir unsuru Anadolu coğrafyasını da ekliyor romanına ve bambaşka anlamlara büründürüyor.

Misailidis'in bu romanı yazarken amaçlarından biri okurlarına ibretlik hikâyeler sunmak. Kaynak metindeki farklı coğrafyalarda, farklı sınıflarda yer alan insanların kültürlerini, başından geçenleri okurlarına anlatmak gibi bir derdi de var. Ama bundan daha çok Anadolu'nun çeşitli yerlerinden İstanbul'a göç eden dindaşlarını; büyük şehirlerde onları bekleyen ahlaki ve ekonomik bazı "tehlikeler”e karşı anlattığı hikayelerle uyarmak istiyor. Örneğin Usta Yorgi gibi Niğdeli bir karakteri bu amaçla yaratıyor.

'AHMET MİTHAT ONDAN SİTAYİŞLE BAHSEDİYOR'

Osmanlı’da aslında gayrimüslimler birçok alanda ilk yazılı eserleri vermeye başlıyorlar. Ama bu tarih parçanın bütününden ayrı bir süreç gibi anlaşılıyor. Müslümanları ya da diğer Osmanlı halklarının aydınlarını etkilememiş gibi bir algı var. Bu ne kadar doğru? Mesela Evangelinos Misailidis diğer yazarları ne derece etkilemiştir?

Burada Müslüman ve gayrimüslim cemaatlerin birbiriyle etkileşimlerini ne abartmak ne de küçümsemek gerek sanırım. Son yıllarda bu alanda tarih ve edebiyat alanında yapılan çalışmalar etkileşimin sandığımızdan çok daha fazla olduğunu ortaya koyuyor. Kuşkusuz burada birincil kaynakları kendi dilinde okuyabilen, edebiyata ve tarihe belirli bagajlarla bakmayan araştırmacıların emeği büyük. Karamanlıca özelinden bakacak olursak benim odaklandığım yazar olan Evangelinos Misailidis'in yaşadığı dönemde gazeteci ve yayıncı olmasından da kaynaklanan bir etkisi olduğunu görüyorum. Özellikle Müslüman meslektaşları ile İstanbul özelinde bir etkileşimleri olması kaçınılmaz. Ölümünün ardından Ahmet Mithat'ın 'Tercüman-ı Ahval'de ondan sitayişle söz ettiğini okuyoruz.

Özellikle Anadolulu Ortodoksların Arap harfli Türkçe ve Fransızca metinlerden çeviri yaptıklarını, yine Osmanlı Müslümanlarının farklı alfabelerde ve dillerde yazılmış üretimleri takip ettiklerini biliyoruz. Dönemin çok satan ve basılan romanlarının neredeyse bütün cemaatlerde ortaklaşan isimler olduğu da etkileşimin bir göstergesi.

Dönemin Karamanlıca gazeteleri özellikle Osmanlı Müslümanları ve Ortodoksları için sade dil meselesinin ne denli önemli ve ortak bir mesele olduğunu gösteriyor. Alfabe ve sade dil tartışmalarında birbirlerini takip ettiklerini ve etkilendiklerini gözlemliyoruz. Etkileşimin boyutlarını daha iyi ortaya koymak için önümüzde kat edecek daha çok mesafe var tabii.'Temaşa-ı Dünya' neredeyse yüz yıl sonra 1982 yılında Tercüman gazetesinde tekrar yayınlanıyor. Yüz on yıl sonra onun tekrar keşfedilmesini ne sağlıyor?

Tercüman gazetesi 70’lerden itibaren 1001 Temel Eser serisiyle milliyetçi muhafazakar sağın kültür dünyasında söz sahibi olan bir yayın politikası izliyor. 19. yüzyılın önemli bir gazete geleneği olan tefrika geleneğini de devam ettiriyor gazete. Temaşa-i Dünya’nın bazı bölümlerinin Osmanlı Bankası Türkiye Genel Müdürü Jacques Jeulin tarafından gazetede 1982 yılında 27 tefrika halinde yayımlandığını biliyoruz. Jeulin de Osmanlı kültür tarihiyle ilgilenen bir isim. Jeulin’in Temaşa-i Dünya’yı ilk keşfeden isim olan Robert Anhegger ile İstanbul’un edebi mahfillerinden bir tanışıklığının olduğunu kestirmek çok zor değil. Bu ilginç tefrikanın dönemin gazete okurlarının da ilgisini çekeceğini düşünmüş olmalılar. Sonrasında Anhegger, Vedat Günyol ile 1986 yılında ilk kez Temaşa-i Dünya’yı Latin harfleri ile kitap olarak yayımlıyor ve küçük çaplı bir edebiyat olayına dönüşüyor bu yayın.