Karanlıkta kalmış çocuklar
Hukuki düzenlemeler ve cezaların artırılması da tek başına çözüm değil. Köklü bir toplumsal devrime ihtiyacımız var. Çocuklarımızı koruyamadığımız sürece kendimizi de koruyamayacağız.
Çocuk istismarı, bir toplumun en karanlık yüzünü yansıtır; çocuklar, kendilerini savunamayan varlıklardır ve bu güçsüzlük, güçlülerin ellerinde bir baskı aracına dönüşür. Fiziksel, duygusal ve cinsel saldırılar, bu masumları hedef alırken kurbanlar çaresizlik içinde bırakılır, failler ise insanlıklarından uzaklaşmış boşluklarını bu acımasızlıkla doldurmaya çalışır. Cinsel saldırıların en ağır şekli olan tecavüz, bu vahşi güç gösterisinin zirvesini oluşturur; burada çocuklar sadece birer beden olmaktan çıkar, adeta şiddetin sembolüne dönüşür.
Bu suçları işleyenler, derin bir ruhsal boşlukta sürüklenir. Toplumdan yabancılaşmış, insanlıklarını kaybetmişlerdir. İçlerinde derin kök salmış travmalar, bireysel narsisizmin pençesinde bocalarken, öfke ve şiddet kültüründen beslenirler. İktidarı, savunmasız bir beden üzerinde kurmanın doyurucu olduğunu sanan bu kişiler, toplumsal yozlaşmanın birer ürünüdür. Çürümüş sosyo-ekonomik yapılar, bu insanları körükler ve suçlarını meşrulaştıracak boşluklar yaratır.
Geleneksel toplumlarda çocuklar, mülk olarak kabul görür. Feodal düzenin katı hiyerarşisinde bireylerin hakları yoktur, yalnızca otoritenin ve ailenin çıkarları öne çıkar. Ataerkil yapılar, aile içindeki mutlak iktidarı beslerken, çocukların insanca yaşama hakkı bu düzen altında ezilir. Çocuklar, sadece aile onurunu koruyan varlıklar olarak algılanır ve onların acıları bu düzenin sürdürülmesi için önemsizleşir. Ailelerin ellerinde birer araç haline gelirler, beklentiler altında ezilirler, toplumsal normlar ise bu şiddeti görmezden gelir.
Örneğin, 18. yüzyılda Bursa’da bir baba, kızını öldürerek aile onurunu koruduğunu sanmıştı. Osmanlı adalet sistemi, yalnızca toplumsal düzen tehdit altına girdiğinde müdahale ederdi. Aile içi şiddet, toplumsal çıkarlar gözetilmediği sürece yok sayılmış, çocuklar bu düzenin en zayıf halkası olarak feda edilmişti. Osmanlı İmparatorluğu'nda iktidar uğruna dökülen kan, masumiyetin dokunulmaz olmadığını gösterdi. 1553’te Kanuni Sultan Süleyman, oğlu Şehzade Mustafa’yı ve onun küçük oğlu Mehmet’i öldürttü; iktidar savaşlarında çocuklar bile güvende değildi. 1595’te III. Mehmed, kardeş katli fetvasıyla 19 kardeşini boğdurdu; böylece kan, gücün tek geçerli yol olduğunu ilan etti.
Yüzyıllar değişse de çocuklara yönelik şiddet sona ermedi. 1956’da İstanbul Bebek’te bir kız çocuğu, ebeveynlerinin ellerinde öldü. 1973’te Balıkesir’de 8 yaşındaki Mehmet Demir, babasının ellerinde can verdi. 1988’de Ankara’da Hatice Yılmaz, annesinin eziyetiyle hayatını kaybetti. 1999’da İzmir’de küçük Ayşe Küçük, "yaramaz" olduğu gerekçesiyle annesi ve üvey babası tarafından dövülerek öldürüldü.
Yeni milenyum da bu karanlığı aydınlatamadı. 2007’de Berfin Yıldız, annesinin öfkesiyle hayattan koparıldı. 2010’da Arda Yurtseven, üvey babasının şiddetine kurban gitti. 2017’de Irmak Kupal, babasının vahşetiyle yaşamdan alındı. 2018’de Leyla Aydemir, amcası tarafından kaçırılarak açlıktan ölüme terk edildi. 2020’de Elif Yiğit, babası tarafından boğularak aramızdan ayrıldı. Bu şiddet sarmalı, binlerce kötü örnekten seçilmiş olsa da yıllar boyunca acımasız bir gerçeklik olarak varlığını sürdürdü.
Bugün Türkiye’de çocuklara yönelik şiddet vakaları, yalnızca bireysel acıları değil, toplumsal çöküşün simgesini oluşturur. Çocuklarına değer vermeyen bir toplum, yalnızca bugününü değil, geleceğini de karartmaktadır. Bu şiddet döngüsünü kırmak, yalnızca hukuki düzenlemelerle değil, kültürel bir dönüşümle mümkün olacaktır. Çocukların haklarını tanımayan, özgürlüklerini kısıtlayan bir toplum, kendi geleceğini inkâr etmektedir.
Narin Güran’ın hunharca katledilmesi, bu karanlık tabloyu bir kez daha gözler önüne serer. Toplumun vicdanında derin yaralar açan bu olay, çocukların ne denli kolay gözden çıkarıldığını ve şiddetin sıradanlaştığını kanıtlar. Köy halkının bu cinayeti örtbas etmeye çalıştığı iddiaları, Türkiye’de şiddetin ne kadar içselleştirildiğini ve toplumsal yapının şiddeti nasıl meşrulaştırdığını ortaya koyar. Ailelerin çocuklara yönelik şiddete göz yumması, şiddeti yalnızca fiziksel bir eylem olmaktan çıkarır, aynı zamanda bir kültürün parçası hâline getirir.
Toplumsal çürüme, geçmişin izlerini taşımakla kalmayıp, bugünün de en büyük yarası olarak karşımızda duruyor. Feodal düzenin ve ataerkil yapının çocukları birer nesne gibi görmesi, modern hukuk sistemlerinin gelişmesine rağmen tamamen ortadan kalkmamış. Bugün Türkiye’de çocuklara yönelik şiddet vakalarının artması, çoğu zaman cezasız kalmasıyla birlikte şiddetin normalleşmesine yol açtı. Bu normalleşme toplumsal dokuyu zayıflatarak, bireyler arasındaki empatiyi hızla yok ediyor. Hannah Arendt’in de belirttiği gibi, kötülüğün sıradanlaştığı bir toplumda, insan yaşamının değeri azalıyor, çocukların masumiyeti ise hoyratça yitip gidiyor.
Toplumun çocuklara karşı sergilediği tutum, geleceği şekillendiren en önemli aynalardan biri. Nelson Mandela’nın, “Bir toplumun gerçek yüzü, çocuklarına nasıl davrandığıyla belli olur” sözü, bugünkü Türkiye’yi en net şekilde özetliyor. Çocuklara yönelik şiddet ve ihmaller, vicdanın kaybolduğunu açıkça gösteriyor. Feodal zihniyetin izleriyle mücadele etmeye çalışırken, modern dünyayla tam anlamıyla hesaplaşamadan, çocuklara karşı işlenen bu büyük suçların bedelini ödemek zorunda kalıyoruz. Her geçen gün artan şiddet vakaları, çocukların birer birey olarak kabul edilmemesi ve toplumsal yapıdaki köklü sorunlardan besleniyor.
Bu şiddetin yalnızca bedensel bir zarar olmadığını, zihinlerde derin yaralar açarak çocukların geleceğini kararttığını unutmamak gerek. Çocuklukta yaşanan travmalar, yetişkinlik dönemlerinde izler bırakıyor, bu bireyler gelecekte aynı şiddeti çocuklarına da uygulayabiliyor. Alice Miller, çocukluk travmalarının bir toplumun kolektif bilinçaltında derin yaralar açtığını ve bu yaraların toplumun genelini etkilediğini vurguluyor. Türkiye’de bu travmaların etkisi büyüdükçe, bireyler arasındaki empati bağı hızla kopuyor.
Bu sorunu çözmek bireysel çabalarla mümkün olmayacak. Hukuki düzenlemeler ve cezaların artırılması da tek başına çözüm değil. Mesele çok daha derinlere iniyor; köklü bir toplumsal devrime ihtiyacımız var. Albert Einstein’ın söylediği gibi, “Gerçek sorunları, onları yaratan düşünce yapısıyla çözmeye çalışamayız.” Türkiye’de çocuklara yönelik şiddetin asıl nedenlerine inmek, ataerkil düzeni ve feodal kalıntıları sorgulamak, gerekli kültürel dönüşümün ilk adımı olacak.
Sonuç olarak, çocuklara yönelik artan şiddet vakaları sadece bireysel trajediler değil, toplumsal çöküşün en acı yansıması. Toplum olarak, çocuklarımızı koruyamadığımız sürece kendimizi de koruyamayacağız. Çocukların geleceği, toplumun en büyük güvencesi. Onların haklarını gözetmeyen bir toplum, sadece bugünü değil, yarını da karanlığa sürükler. Jean-Jacques Rousseau’nun, “İnsan özgür doğar, ancak her yerde zincirler altındadır” sözü, Türkiye gibi zincirlerle mücadele eden ülkelerde çocukların özgürlük mücadelesinin sembolü oldu. Bu zincirleri kıramadığımız sürece, gelecek nesillerin omuzlarındaki yük daha da ağırlaşacak, şiddet döngüsü devam edecek.