Katliam ve ertesi
Hep aynı koalisyon. Hangi pogromda, toplu katliamda, linç girişiminde örgütleyiciler, failler, sahip çıkıcı-kollayıcılar, içinden onaylayıcılar ve tepki göstermeyiciler cephesine başımızı çevirsek onunla karşılaşıyoruz. Yelpazenin iki ucunda güya birbirinden tiksinen iki ortak; tam ortada, Nusret Demiral portresinin ardına gizlenmiş, vaziyete hep hakim birileri. O ikisini birden temsilen iş gördükleri için oradalar.
Yine bir 2 Temmuz geldi, otuz sene önce duyduğumuz acının, geçtiği yeri zedeleyen katılaşmış halinin iliklerimde dolaştığını hissediyorum ve facianın hatırasının, asla sona erdirilemeyecek dargınlığa dönüştüğünü anlıyorum. 2 Temmuz Sivas Madımak Katliamı, her şeyden önce, kimseye en ufak zararı dokunmamış ve dokunmayacağı belli, heveskâr, azimli, güzel ruhlu yoksul aile çocuklarının, memleketin bir grup yazan-çizeni, çalan-söyleyeni, okuyan-anlatanıyla beraber feci şekilde öldürüldüğü bir korkunç hadise. Katliam. Öyle, bir kalabalığın silahlı güçlerce uzaktan taranması falan gibi de değil, içinde insanların bulunduğu bir binanın, kaç kişinin acılar çekerek can vereceği umursanmaksızın yakılması. Alevler yükseldikçe kendinden geçen “insanımız”ın içindeki canavarın sırf acımasızlıkla, gaddarlıkla değil, büyük hoşnutluk ve çocuksu neşeyle sahneye fırlayışı. Ve kimseye göz veya ağız açtırmamaya kararlı olduğu zaman neler yapabileceğini bildiğimiz devlet güçlerinin gayet kolaylıkla önleyebilecekleri bir toplu cinayete engel olmamakla kalmayıp, katliamcı topluluğa gün boyunca “daha ileri gidebilirsiniz” işaretleri verişi. Bütün bu dinamiklerin birarada böylesine kolayca iş görebilmesini sağlayan da, Alevilere saldırmayı düpedüz meşru sayan egemen zihniyet. Üstüne, bu zihniyetin resmen korunması kollanması. Yanlarında namlı solcuların bulunması veya saldırılacak Alevilerin bizzat solcu olması da saldırı için izin gereğini bile ortadan kaldırıyor. Özel teşebbüse açık alan.
Bir Asım Bezirci’nin, kimilerimizin varlığından bile haberdar olmadığı azim, emek, gayret gibi insan zenginliklerinin ne kadarı ne zahmetle biriktirilerek ve nasıl dikkatle harcanarak yetişebildiği, Türkiye’de iki grup tarafından dikkate alınmaz, hattâ bu işten hiç hoşlanılmaz: toplum çoğunluğu ve devlet. Madımak 93’ün doğrudan sorumluları. Memleket kültürüne -ikisinin de hoşlanmadığı- zenginlik(ler) katan bir Asım Bezirci yok olduğunda zenginlik kaybına üzülmez, mikrop azaldı diye sevinirler. (Muhterem okur, burada size hap gibi yakın Türkiye medeniyet tarihi ve güncel kültür tahlili sunuyorum, belki fark edilmemiştir diye izah etme gereği duydum. Lütfen bu izahattan önceki cümleme çabucak bir göz atıverin: Emin olunuz, her şeyin tafsilatlı izahı orada.) Kendini o çoğunluktan ayrı tutan “tahsilli” ahalimizin, ayağını mâhut kırmızı çizginin öbür tarafına basacak bir muhayyel Asım’ın katlini “oh olsun” diye karşılamaması da ancak katilin “gerici” olması halinde mümkün.
2 Temmuz Madımak Katliamı, 12 Eylül’de inşa edilen 1980’ler sonrası Türkiye’sinin kuruluş bildirgesi gibiydi. Ekonomik programı Turgut Özal okumuştu, siyasî-askerî -o sırada siyasî olan askerîydi- program için her gün “yarın sabah”a ertelenen “bölücü terörün bitirilmesi” beklenmekteydi. Umulan zamanda bitmeyeceği belli olduktan, aslında bitirilmeyerek çok daha geniş çerçevede, derinlemesine kazanımlar sağlanacağına kanaat getirildikten sonra, toplumun meydanı boş bulup, Avrupa laflarına falan kanıp tatsız beklentilere girmemesi için ortalığı şöyle bir toparlamaları gerekti. Alevilerin kalkıp Sivas’ın ortayerinde Pir Sultan’ı anması tam da mazallah hepimizi aşırı cüretkâr davranışlara sürükleyebilecek girişimdi. Ve tam o esnada!.. Kitleleri kendi tahripkâr emellerinin peşinden sürüklemek için taarruz ve tahrip fırsatları arayan birileri, yüzyılların alışkanlıklarından yararlanarak, aynı şehirde henüz on beş yıl önce tekrarlanmış -1970’lerde birçok Anadolu şehrinde gerçekleştirilmiş- bildik işin ufağına soyunmasın mı! Oteli yaktılar, kimi, kaç kişiyi öldürdüklerini bile bilmeden otuz üç insanın hayatını söndürdüler.
Toplu kurban ayini veya binlerce kişilik kalabalığın vecd-coşku içerisinde kendini kaybettiği orjiye dönüşen siyasî kitle eylemi olarak katliam ve nasıl olup da böyle bir felakete yol verildiği üzerine uzun konuşulabilir. Konuşacağız. İnanın, yeterince deşilmedi mevzu.
Fakat esas deşilmeyen ve deşilmedikçe bizi insanlığımızın kalan kısmından da çıkaran bir tarafı daha var meselenin. 2 Temmuz’da yaşanan, feci bir katliam olmasının yanı sıra, ahlâk bakımından Türkiye toplumunun yüz karasıdır. Karanın da karası. Bu katliamı birileri örgütledi, birileri yol verdi, birileri yaptı, birileri de zevkten kendinden geçerek seyretti, orjiye katıldı. Sivas Katliamı ile fiilen, doğrudan veya dolaylı olarak, yol verici, ilham verici, güven verici, kol kanat gerici olarak ilgili hiç kimse ve onlarla muhit, kültür, inanç, siyaset, ideoloji vs… bakımlarından ilişkili hiç kimse çıkıp doğru dürüst “üzüldüm” bile demedi. İslâmcı camia, olabilecek en utanç verici yollardan ikisini seçip, ya hiç böyle bir şey olmamış gibi davranma pespayeliğine savruldu ya da insanları yakmış güruha sahip çıkıp kurbanları suçlama tutumunu benimsedi. Katliamdan vali, Aziz Nesin, Alevi dernekleri… böyle birileri sorumluydu. Zaten bunu Sivas halkı yapmamıştı. O asla öyle şeyler yapmazdı. Dışarıdan gelenler yapmıştı. Derin devlet yapmıştı. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük megalomanı olmaya hevesli, şımarık herif çıkıp “ne yani, n’olmuş!" postası bile koydu. “Sivas’ın üstünde Sırp tayyareleri mi uçsun?” sürmanşetiyle “millî” gazete çıktı. Millîydi hakikaten.
Madımak Katliamı’nın sonrası, kendisi kadar feci. Bu topraklarda kimin kimi öldürmeye alenen hakkı olduğunu, o onu öldürdüyse devletin, hukuk kisvesi altında karşımıza konan mekanizmanın hangisine sahip çıkacağını, buradaki düzenin temel direklerinin neler olduğunu ve haksızlıktı, hukuksuzluktu, gasptı, cinayetti, katliamdı, bunların hiçbiri yüzünden o direklerin sarsılmasına müsaade edilmeyeceğini, aptal veya akıllı, hepimize tane tane izah ettikleri dava süreci kadar öğretici pek az şey vardır diyeceğim, ama diyemiyorum. Çünkü yıllar boyu takip ettiğimiz Hrant Dink Cinayeti Davası geliyor aklıma meselâ. Onda da hep o şarkı vardı: Senin yolun yol değil / vakit varken çark et / na buralar hep bizim / sev veyahut terk et…
Gerçekte Nusret Demiral’ın çıkıp şöyle bir görünmesi yetebilirdi, hak arayanın karşılaşacağı muameleyi anlayıp yol yakınken evine dönmesine. Tabiî evladını, eşini, babasını kaybetmiş insanları vazgeçirip evlerine döndürmek kolay olmuyor; “yok lan size hukuk mukuk!” desen de. Hem de yıllar boyu davalar falan yürütmek, memleketin kudretlisine ayrıca imkânlar sunuyor: Çocuğunu öldürmüşsün, bir de üstüne mahkeme kapısında itip kakıyor, suratına gaz sıkıyorsun, allaah, ne zevk!..
Gençler, bakın, zor değil: Nus-ret De-mi-ral. Hemencecik arama yapıp bir çırpıda bakıverin, kimdir, nedir, ne yapmış, hangi hayatları nasıl karartmış falan, az buçuk öğrenin de yakın Türkiye medeniyet tarihi dersi hukuk bahsi bakımından zayıf kalmasın. Nusret Demiral’sız Türkiye dersi olmaz. Türkiyem dersi hiç olmaz.
Şimdi biz bir 2 Temmuz’u daha geride bırakıyoruz. Katliama yol açan zihniyetle, hurafe ve nefret âlemiyle doğrudan ilişkili kimse kendinden şüphe etmiyor, benzer şeyleri tekrarlama hakkını kendinde görüyor, nefret suçlarını, hattâ katliamı, ahiret yolunda hesabı sorulacak iş gibi bile görmüyor. O o olduğu için onun her şeye hakkı var! Beri yanda, kendini toplumun aydınlanmış zihni sayan, otel etrafındaki “cahil” kalabalığı küçümseyici bakışlarla süzerken “bilime inanma” gibi bir sözel ucûbeyi kutsallaştıran tahsilli ahali, isteseler anında önleyebilecekleri katliamın yolunu açanlara toz kondurmadı. “Devlet”i sorumlu tutacaksa bile Demirel’i, Çiller’i seçti. ’93 yılındaki ordu katliamı önlemeye niyetlense Çiller’i dinlermiş gibi.
Madem yakın Türkiye tarihine çok atıfta bulunduk, o halde 2 Temmuz Madımak Katliamı ve gösterilmeyen tepkileriyle ertesinin, rezilâne dava süreciyle sonrasının bir araya getirdiği ülke koalisyonunu başka hangi olaylardaki millî koalisyonlarla karşılaştırabileceğimizi de düşünelim. “…lar” dediysem lafın gelişi; yoksa hep aynı koalisyon. Hangi pogromda, toplu katliamda, linç girişiminde örgütleyiciler, failler, sahip çıkıcı-kollayıcılar, içinden onaylayıcılar ve tepki göstermeyiciler cephesine başımızı çevirsek onunla karşılaşıyoruz. Yelpazenin iki ucunda güya birbirinden tiksinen iki ortak; tam ortada, Nusret Demiral portresinin ardına gizlenmiş, vaziyete hep hakim birileri. O ikisini birden temsilen iş gördükleri için oradalar.
Madımak’ta can verenlerin hepsi için ayrı ayrı acı çekmemek çok zor. Ama insan ister istemez, lafın tam anlamıyla hayatının baharına yeni adım atmış gençlere başka türlü yanıyor. Onları hayattalarken tanıyamadım, yokluklarını fark edemiyor, hayattalar sanıyorum. Üstelik hep o yaştalar. Yüzlerine bakıp bakıp gözyaşlarımı sildikçe içimde imkânsız telafi hisleri uyanmıyor artık; merhamet, şefkat, birilerinin yardımına koşma arzusu, bir şeyleri değiştirme isteği uyanmıyor. Hiçbir yere götürmeyeceği belli, tahripkâr bir öfke uyanıyor. Sanki kalkıp zihnin, ruhun bütün odalarını dolaşıyor, beslenebileceği, kullanabileceği bir şey arıyor. Allahtan galiba bulamıyor, kenara çöküyor. İlk fırsatta yeniden ayaklanmak üzere.
Madımak’ta sevdiklerini canilere ve komploculara kurban veren insanların acısını azıcık olsun hafifletebilecek, eksik, yoksun hayatı onlar için birazcık katlanılabilir hale getirecek, dahası, koskoca Alevi toplumunu artık güvencesiz, tehdit altında yaşamak zorunda olmadığına ikna edebilecek o kadar çok şey yapılabilirdi ki. Tam tersi yapıldı. Bu tercihe yol açan cânice, haince ruh hali ile bunun ürünü, resmiyet kazanmış uygulamalar -buyurun gençler, bu son bahis-, yakın Türkiye medeniyet ve kültür tarihinin sayfası açılamayan, açmaya kalkanın kafası koparılan parçası. Altın bulma hırsıyla delik deşik edilmiş kanlı toprak parçası. Bütün kötülüklerin fışkırdığı kaynak orada.