YAZARLAR

Katliama dönen yılbaşı kutlaması!

Netflix'te yayınlanan "Bütün Arkadaşlarım Öldü", bir anlamda oyuncularına kötü davranmaktan zevk alıyor. Ve bu şiddetli oyuna, onları bu halde görmekten gizli bir zevk alan seyirciyi de katıyor. Bizce bu daveti geri çevirmemiz için hiçbir neden yok!

Netflix kanalında biraz sessiz sedasız yayınlanmaya başlayan "Bütün Arkadaşlarım Öldü", ilk bakışta çok dikkat çekecek bir yapım gibi durmuyor. Bu Polonya yapımı film, yönetmen Jan Belci’nin ilk uzun metrajlı sinema filmi, genç oyuncuları arasında yıldız bir isim bulunmuyor ve ismi ciddi bir şiddet dozu vaat ediyor ve yeni bir ‘slasher movie’ örneği izleyecekmişiz hissiyatı yaratıyor.

Oysa yönetmen Belci, önemli karakterlerini bir eve hapsederek başarılı bir klostrofobik atmosfer kurarak ve olay örgüsüne çok kendisini ön plana çıkarmayan ama ara sıra hissettiren bir kara mizah katarak, klasik korku/gerilim filmlerinin alışkanlıklarını biraz ‘ters/yüz’ eden başarılı bir yapım çıkarmayı başarıyor. Bütün bunların yanında, bizce filmin en önemli yönlerinden biri, olayın mekanını sadece kutlama yapılan bir evden, alkol, seks ve uyuşturucunun su gibi aktığı bir ‘aşırılık’ ortamına taşıyan yönetmenin, karakterlerini bencil, umursamaz ve biraz aptal çizerek ve böylece ‘itici’ durabilecek bir görünümü ilginç ve farklı bir yana çekmesi oluyor.

Biri genç, biri ise deneyimli iki cinayet masası polisi, yeni yıl kutlaması yapılmış bir evde değişik şekillerde öl(dürül)müş onlarca genç bulur. Olay mahallinde tam bir karışıklık hakimken, bir gün öncesine giderek evinde yeni yıl daveti veren Marek’in partisinin nasıl katliama dönüştüğünü seyretmeye başlarız.

MAREK VE DAVETLİLERİ…

"Bütün Arkadaşlarım Öldü", vaatkar ama tabii ki oldukça klasik sayılabilecek bir açılış sekansıyla ‘start’ veriyor: Bir ev dolusu gencin, tamamen zararsız görünen bir kutlamada ölü bulunması merakımızı ayağa kaldırıyor ve en bilindik yol olan, bir günlük ‘flashback’ kullanılmasıyla olayların öncesine gidiyoruz. Ardından ev sahibi olan Marek’in evindeki partiye katılmaya gelen genç bir çiftin kapıda karşılanması ve içeriye girmeleriyle hikâyeye başlıyoruz. Yönetmen burada, filminde boy gösterecek bütün önemli karakterler hakkında hızlıca ‘ön bilgi’ sahibi olmamızı sağlayacak becerikli bir yol izliyor. Filmde bazı karakterler ön plana çıksa da, aslında bir ‘esas kişi’ veya ‘çift’ olmaması mantıklı bir başlangıç noktası gibi duruyor.

Ancak bizce esas nokta, bu sunulan karakterlerin oldukça sıradan, gençlik/korku filmlerinin ‘reçetelerine’ tamamen uygun, benzerlerini yığınla gördüğümüz, belli ve keskin şablonların dışına çıkmayan kişiler olması. Partiye sevgilisi Angelica ile katılan Daniel’in ablası Olivia, seks ve uyuşturucu düşkünü, gecenin sonunda farklı eğlenceler bulacak olan Anastasia ve Jordan neden hala beraber olduklarını anlayamadığımız sorunlu bir genç çift, partinin fotoğrafçısı Filip olgun ve sempatik görüntüsü altında kötü bir uyuşturucu geçmişi saklayan bir adam, hikayenin esas komik adamları Jacques, birden kendini bu partide bulmuş bir Mormon(!) ve Robert/Rafal ikilisi ise bir türlü kız tavlamayı beceremeyen iki şapşal ve ortalıkta dolaşıp gösterişli ‘kitsch’ kıyafetleriyle partide ‘dağıtmak’ isteyen iki genç kız ise, ‘slasher filmlerde’ ilk kurbanlardan olmaya uygun, yapmacık, seksi ve ‘aptal kadın’ karakterler... Ev sahibi Marek’in de çok sorumluluk sahibi bir genç olmadığını kabul edersek bütün bu ‘itici’ (ve ölmelerinden pek rahatsızlık duymayacağımız !) karakterler arasında en az sorunlu karakterler, partiye beraber katılan Daniel/Angelica ve Pawel/Gloria çiftleri gibi görünüyor. Onlar da birlikteliklerini bir üst seviyeye çıkarmak istedikleri için ‘acı sürprizlerle’ karşılaşıyorlar.

WES CRAVEN’IN MİRASI!

Yönetmen filminde ‘klişe’ kokan bu karakterleri kullansa da, hepsine dengeli bir süreyle, kendi ‘yan öyküsünü’ kurma zamanı açtığı için hikâyede ciddi bir dinamizm kendini hissettiriyor. Bütün bu karakterler, kendilerinden ‘beklenen’ eylemlerde bulunsalar da bazen kendilerinin de tahmin edemeyecekleri kadar zor durumlara düşüyorlar. Filmin bilinçli bir şekilde karakterlerine ekstra bir psikolojik katman koymama tutumu, ahlaki ve vicdani açıdan oldukça düşük bu kişilerle tam anlamıyla örtüşüyor.

Aslında "Bütün Arkadaşlarım Öldü", Wes Craven sinemasıyla başlayan bir akımı daha da belirgin bir hale getiriyor: Craven’ın, 80’li yılların sonunda "Elm Sokağında Kabus" (1984) filmiyle başlattığı ‘ekol’ neredeyse (modernize edilmiş bir şekilde!) yine kendisinin "Scream" (1996) filmine kadar sürmüştü ancak ilginç olan, asıl olarak ‘genç’ seyirci kitlesini hedef alan bu filmlerde, sırayla öldürülen yine filmdeki genç karakterler olmasıydı! Üstelik bu karakterlerin çoğu (esas kız veya oğlan dışında) sorunlu, sorumsuz, narsist, biraz mankafa gençlerdi. Sanki yönetmen hedeflediği kitleyi bir anlamda küçümsüyordu. Ancak bu tutum, sadece seyirciyi filmlere daha da fazla çekti. "Bütün Arkadaşlarım Öldü" de benzer bir yolu izleyip, bütün bu yan karakterlere ‘göz kırparak’, adeta ‘çiviyi daha da derine çakıyor!’

Filmdeki ‘kara mizah’ sahneleri gözümüze sokulmuyor, daha çok ufak yönetmen ve senarist dokunuşları ile kendini hissettiriyor. Basit ve biraz ‘beklendik’ hikâye dallanıp budaklandıkça, senaryodaki ‘hınzırlık’ kendini daha açık bir şekilde gösteriyor. Hikâyenin merkezini oluşturan evde, ‘kapalı kapılar’ açıldıkça bazı karakterler zaten tamamen yabancı oldukları bu ortamda dengelerini kaybediyorlar (mormon Fransız, parasını bekleyen pizzacı…), bazıları ise alışık oldukları bu alemde en sert terkedilmeleri, en yaralayıcı reddedilmeleri yaşıyorlar.

HİTCHCOCK YOLUNDAN ESİNTİLER!

Filmi Hitchcock filmleriyle karşılaştırmak ne kadar yerinde olur bilemeyiz ama senaryo ‘üstadın’ açtığı yoldan ilerliyor. Yani seyirci, filmdeki karakterlerden daha önce olayın sonunu, çözümlenmesini biliyor. Dolayısıyla olayın ‘ne’ değil ‘nasıl’ olduğuyla ilgileniyor.

Aslında filmin ‘karamsar’ havasını ve karakterlerinin ciddi anlamda ‘mizantrop’ bakış açısını göz önüne aldığımızda, bu yapımın Netflix tarafından yayınlanması belli bir ironi de taşıyor, daha doğrusu filmin prodüksiyonunun işine yarıyor. Filmin, onu sunan dijital platformun (Netflix) sevdiği gibi beklendik yönetmenliği, karakterlerinin neredeyse karikatüre kayabilecek nitelikte olması ve her birinin karakter bozuklukları ve sorumsuz davranışları yüzünden birbirlerini katletmesi filmin ‘kötücül’ havasını daha da güçlendiriyor.

Sonuç olarak film, bir anlamda oyuncularına kötü davranmaktan zevk alıyor. Ve bu şiddetli oyuna, onları bu halde görmekten gizli bir zevk alan seyirciyi de katıyor. Bizce bu daveti geri çevirmemiz için hiçbir neden yok!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .