YAZARLAR

Kavara: Reform, büyük kongre, manifesto vs...

Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz; onu siyasal olarak yönetmeyi de giderek zorlaştıran, sınıf ittifakları ve koalisyonlarını aşındıran bir noktaya vardıkça rejim, kendi bekasına yönelik tehdit hissediyor ve tehlike anında kabuğunun içine saklanan bir kaplumbağa gibi, destek çevresinin sadık katmanına, ‘dava neferleri’nin sert ama dayanıklılığı tartışmalı kabuğuna doğru çekiliyor. Tüm toplumu, propagandadan kışkırtmaya varan yollarla tehlikeli şekilde geriyor.

Türkiye, öncesindeki bazı sancılı işaretler bir yana, 2013 Mayıs ayından itibaren ekonomik ve siyasi yönleri olan, çok katmanlı, inişli çıkışlı, gerilimi tırmanan bir krizin içinde. Bu süreğen kriz, bir yandan Erdoğan iktidarının rejim inşası için ihtiyaç duyduğu sürekli olağanüstülük halini sağlar ve ona yeni sınıfsal-siyasal ittifaklar geliştirmek, eskileri bozmak için fırsatlar yaratırken; bir yandan da yıpratıcı, aşındırıcı sonuçlar üretti. Geride kalan bu 8 yıl boyunca, neredeyse her yıl bir (bazen iki) seçim/sandık, ülke tarihinin en yaygın ve kitlesel protestoları, çok ağır sivil kayıplara da yol açan büyük tedhiş eylemleri, darbe girişimi, keskin uluslararası krizler ve bölgesel askeri operasyonlar, emek sömürüsünün ilkel biçimlerinin yol açtığı katliamlar, depremler, ‘kaza’lar gibi büyük olaylar eksik olmadı. Tüm bu kriz anlarında iktidar, genellikle sertlik ve baskının dozunu artırıp demokratik alanı daraltarak kendisine koridorlar buldu. Ama 2018’den itibaren ağırlaşan ve yayılan kriz bu koridorları zaten bir hayli daraltmışken, 2019 yerel seçimlerinde ortaya çıkan tablo, önceki yıllardan farklı olarak toplumsal rıza alanında da önemli sonuçlar doğduğunu gösterdi. [AKP-MHP’nin, zaten bu müstakbel sonuçlardan kaçınmak için alelacele yaptığı 2018 Haziran seçimlerinden bu yana yapılmış tek seçimde yenilgi aldığını –hatta kritik İstanbul seçimi nezdinde iki kez yenildiğini– yani bu yaklaşık 3 yıllık sürede bir sandık başarısı görmediğini hatırlamalı.]

Toplumsal desteğindeki bu görünür gerilemeyle aynı dönemde iktidar, 2017 referandumunda atı alıp Üsküdar’a geçmiş olmaya ve 2018’deki Başkanlık seçimini kazanmış olmaya, ama esasen de cüretkâr bir zor kullanımına yaslanarak, uzun süredir devam eden rejim inşasını hızlandırdı, hoyratlaştırdı. AKP-MHP’nin ideolojik kökleriyle uyum içinde bir dinselleşme ve milliyetçilik, resmi propagandanın yanı sıra rejim inşasının da yönünü tayin etti. Sözgelimi Ayasofya’yı camiye dönüştürmek, hem İslamcı-ülkücü çekirdekteki sembolik karşılığı açısından, hem de (Diyanet Başkanı’nın kılıcından fetva makamı gibi davranan Ayasofya başimamına dek) arzulanan rejimin somut aktörel yapısını ilan ve inşa açısından işlevli oldu. Yine aynı dönem, başta Kürt siyaseti ve toplumsal muhalefet olmak üzere, her kesime karşı gerilim ve çatışmaların dozu yükseldi. Rejim ittifakı, resmi muhalefeti parçalamayı başaramasa da pasif bir “zaten gidecekler” pozisyonunda tutmayı ve etkisini azaltmayı başardı. 2020 baharından itibaren ise bu tabloya Covid-19 salgınının çok yönlü etkileri eklendi.

Tüm bu süregelen bunalımlar esnasında iktidar, kendi otantik sınıf tabanını oluşturan MÜSİAD sermayesi, küçük ve orta ölçekli kapitalistler, inşaatçılar, esnaf vb. ile diğer sermaye kesimleri arasında göreli bir ‘denge’ politikası izleyebilmişti. Ancak kritik 2018 baharından itibaren bu dengeyi sağlamanın nesnel olanakları azaldı ve özellikle geleneksel büyük sermaye çevreleri ve uluslararası finans sermayesiyle, zaman zaman tansiyonun yükseldiği gerilimler yaşandı. ABD seçimlerinin ‘yeni’ bir uluslararası konjonktüre işaret edeceği yönündeki genel kabul ise geçtiğimiz kasım ayında daha tavizkar davranmayı zorunlu kıldı. Sermayenin tüm kesimlerinde, ağırlaşan çalışma koşulları, gerileyen ücretler ve salgın etkileriyle kıpırdanmaya başlayan emek hareketlerine karşı duyulan tedirginlik de ‘uzlaşmayı’ kolaylaştırmıştı.

Kasım ayında Hazine ve Maliye Bakanlığı ile Merkez Bankası’ndaki aktör değişimine eşlik eden ‘yeni’ politikalar, enflasyon-faiz konusundaki inatlaşmadan (en azından bir süre) vazgeçme ve “şeffaflık”, “öngörülebilirlik” parolalarıyla işaret edilen yerli-yabancı büyük sermaye taleplerini benimseme yönünde atılan adımlardı. Kasım-Mart arasındaki 4,5 aylık bu süre, iktidar blokunun organik bileşeni olan sermaye kesiminin rahatsızlıklarının, toplumdan/emekten yana duyulan tedirginlik ve siyaset yoluyla teskin edildiği bir dönem gibi görünüyor; Saray yönetimi bu yolla, bir kez daha çok geniş bir sermaye koalisyonu sağlamış olma efekti arıyordu. Peş peşe gelen faiz artırımlarının ardından MÜSİAD, TOBB ve TESK, 26 Ocak’ta TÜSİAD ile birlikte bir destek açıklaması yayınladı: “Cumhurbaşkanımız liderliğinde başlatılan yeni ekonomik reform gündemini çok yakından takip ediyor ve enflasyonla mücadelenin öncelikli hedef olmasını destekliyoruz. (…) Enflasyonla mücadelede başarılı olmamız için Merkez Bankası’nın ve ilgili kamu kurumlarının çabalarına tüm paydaşların destek vermesi gerektiğini biliyoruz.” (1)

Ticaret ve sanayi burjuvazisinin hemen tüm kesimleriyle küçük kapitalistlerin, farklılaşan çıkarlarına rağmen bir arada göründüğü bu geçici an, Erdoğan’ın nüfuzuyla sağlanmış olmalı. Ancak maddi koşullar, yüksek faizden rahatsız olan sermaye çevrelerinin gönülsüzlüğünü büyüttü. Görünür şekilde bu kesimlerin sözcülüğünü yapan MÜSİAD, 11 Şubat’ta Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal ve ekibini “ağırladı”. Bu görüşmeye ilişkin MÜSİAD dergisinde yer alan haberin son cümlesi dikkat çekici: “Ekonomideki son gelişmelerin istişare edildiği toplantıda ayrıca, kalıcı fiyat istikrarı için MÜSİAD adına öneriler sunuldu.” (2) Kısa haberde MB politikalarına destek ifadesi yer almazken, “MÜSİAD adına öneriler sunuldu” vurgusu görüş farklılığına işaretti.

MÜSİAD Başkanı Abdurrahman Kaan’ın, Erdoğan’ın 12 Mart’taki “Ekonomik Reform Paketi” açıklamasının ardından yayınladığı mesajda da, “Böylece son dönemde parasal sıkılaştırma adımlarıyla birlikte nispeten baskı altında kalan ekonomik aktivitedeki toparlanma hızı da yılın ikinci çeyreği itibariyle ivme kazanacak…” deniliyordu.(3) Aynı pakete dair TÜSİAD Başkanı Simone Kaslowski’nin açıklaması ise daha ihtiyatlıydı. Kaslowski söze, “Ekonomi ve hukuk gibi yapısal alanlarda reforma olan ihtiyaç nettir” diye başlıyor, bu melez paketin MÜSİAD’ın övdüğü yanlarından başka yanlarını övüyor, “İş dünyası açısından bu reformlara yönelik uygulama süreci aciliyet taşımaktadır” diyerek, yani bir bakıma ‘uygulamayı görelim’ şerhi düşerek bitiriyordu. (4)

Mart ortası itibariyle farklılıklar belirginleşiyor, ama Erdoğan halen, her iki tarafın da beklentilerine karşılık vermeye çalışıyormuş gibi görünüyordu. Bu esnada Erdoğan yönetimi üzerinde, kendi kök sınıfları olan kesimlerden gelen bir basınç olduğunu tahmin etmek zor değil. Zaten olayların gelişiminde bu basınç gazete manşetlerinde bile kendini gösterdi. Siyasal tablodaki bozulma emarelerinin yanında, partinin bizzat temsilcisi olduğu sınıflar koalisyonundan, taşıyıcı kolonlarından yükselen gıcırtılar Erdoğan’ın tereddütlerini artırmış olmalı.

Sonra herkesin malumu, 18 Mart’taki 200 puanlık faiz artırımı kararı geldi. MÜSİAD Başkanı Kaan, aynı gün bir açıklama yaparak: “Elbette 100 baz puan çevresinde yoğunlaşan tahminlerin oldukça üzerindeki bu artış piyasaların beklediği bir gelişme değil” diyordu, “Enflasyonla mücadelenin yalnızca politika faizi enstrümanı ile sürdürülmesinin yeterli olmayacağı kanaatindeyiz.” Kaan, MB ile köprüleri atacak kadar ileri gitmese de eleştirinin dozunu yükseltmiş, “Yüksek faizin iç piyasadaki talep üzerinde olumsuz etkisi ve ihracatçı için uygun Dolar/TL düzeyinin bulunması iki önemli husus” diyerek sözcülüğünü üstlendiği kesimlerin, inşaatçıların, ihracatçıların, KOBİ’lerin, esnafın, iç pazara çalışan tüccar ve üreticilerin şikâyetini duyurmuştu. MÜSİAD, faiz artırımını “neticede geçici bir süreç”, “faizde indirim sürecinin bu kez kalıcı şekilde sağlanması için uygulanan konjonktürel bir zorunluluk” olarak gördüğünü ilan ediyordu. (5) Ertesi gün Yeni Şafak gazetesi de MB Başkanı Naci Ağbal’ın resminin üzerine “Bu operasyonu kim adına çektiniz” manşetiyle çıkacaktı.

Yine malumunuz, iki gün sonra “Resmi Gazete sarsıntısı” yaşandı, Ağbal görevden alındı. TÜSİAD, ilginç şekilde faiz artırımıyla ilgili açıklama yapmamıştı. Hararetle desteklediği ‘Kasım konsepti’ni terk etme anlamına gelen Ağbal’ın gönderilmesi hamlesine de sessiz kaldı. Ağbal’ın gidişine MÜSİAD da yorum yapmadı. Sessizlik birinde teessür, diğerinde tebessüm gibi durdu. TÜSİAD Ağbal’ın tasfiyesine susmuştu ama aynı sayılı Resmi Gazete marifetiyle İstanbul Sözleşmesi’nin ‘terk edilmesini’ eleştiriyor, “Kararın geniş kamuoyu vicdanına kulak verilerek yeniden değerlendirilmesi” çağrısı yapıyordu.(6) Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gibi ‘büyük’ler çeşitli kurumsal araçlarla ayrıca benzer açıklamalar yaptılar.

Saray rejiminin, çıkarları farklılaşmış sermaye gruplarının taleplerini bir arada yönetme kapasitesinin aşındığı, bir bakıma bunun ‘maliyetini’ taşıyamaz hale geldiği anlaşılıyor. Bu sıkışmaya, işçinin, üretici köylünün, küçük esnafın, kent yoksullarının sorunlarıyla birlikte derinleşen toplumsal ölçekteki güç yitimi ekleniyor. Bu noktada, rejimi oluşturan siyasal odakların en sadık ama aynı zamanda en gerici çekirdek unsurları ‘zinde güçler’ olarak önem kazanıyor belli ki... Gergerlioğlu’na yapılanlar, HDP’ye kapatma süreci, İstanbul Sözleşmesi’nin terki, Gezi Parkı’na el konması gibi adımlar, iktidarın zayıflayan hegemonyası için bir ‘tedbir’ olacak şekilde kararlı ve cüretkâr çekirdeği teşvik ediyor. Tıpkı Ayasofya vakasında olduğu gibi çift taraflı bir bıçak gibi kullanılan bu adımlar, demokratik alanı geriletmek ve toplumsal itirazlar üzerindeki tehdidi çoğaltmaya da yarıyor. Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz; onu siyasal olarak yönetmeyi de giderek zorlaştıran, sınıf ittifakları ve koalisyonlarını aşındıran bir noktaya vardıkça rejim, kendi bekasına yönelik tehdit hissediyor ve tehlike anında kabuğunun içine saklanan bir kaplumbağa gibi, destek çevresinin sadık katmanına, ‘dava neferleri’nin sert ama dayanıklılığı tartışmalı kabuğuna doğru çekiliyor. Tüm toplumu, propagandadan kışkırtmaya varan yollarla tehlikeli şekilde geriyor. Üstelik Yeni Şafak manşetine, yukarıdaki başlıklarda yürütülen tartışmalar sırasında iktidar aktörleri arasında yaşanan gerginliklere vs. yansıdığı üzere, ‘içeride’ de hemfikir olunmayan pek çok güncel konu var. Bu haliyle rejim, “içeriye doğru ısınan, dışarıya doğru soğuyan bir madde” gibi hem sertleşmeye hem de kırılganlaşmaya devam ediyor.

Reform, büyük kongre, 2023 manifestosu gibi tumturaklı sözlerle aranan heyecan, bu büyük büyük sözlerin altı inandırıcı şekilde doldurulamadığından, dünkü kongrede görüldüğü gibi, amigoluğa, tribün koreografisine, sahne şovuna ve bunların da önce birer kavara (7) gibi görünüp sonra birden sönüvermesine dönüşüyor. Ancak emeğe ve toplumun çeşitli kesimlerine yönelik saldırıları, büyük yoksullaşma ve geleceksizliği, HDP linçini, kayyumlardan müsaderelere, siyasi tutuklamalardan sansüre tüm hukuksuzlukları; etrafında örgütlenecek talep alanlarına dönüştürmek yerine, “ilk seçimde gidecekler” uyuşukluğuyla izleyen restorasyoncu muhalefet mevcut haliyle bu kırılganlıktan hakkıyla yararlanabilecek gibi görünmüyor.

(1) https://www.tobb.org.tr/Sayfalar/Detay.php?rid=26239&lst=MansetListesi

(2) MÜSİAD Çerçeve dergisi, sayı 95, Mart-Nisan 2021, sf. 127

(3) https://www.musiad.org.tr/icerik/haber-detay-39/p-1003

(4) TÜSİAD açıklamasının son cümlesi, [Bu süreçte istişareyi önemseyen ekonomi yönetimine ve tüm paydaşlara teşekkür ederiz] MB ve Bakan Elvan’a yönelik bir destek olarak görülebilir. Açıklamanın tam metni. 

(5) https://www.musiad.org.tr/icerik/haber-detay-39/p-1008

(6) https://tusiad.org/tr/basin-bultenleri/item/10738-i-stanbul-sozlesmesi-nin-feshedilmesi-kadina-yonelik-her-turlu-siddeti-besleyen-carpik-zihniyeti-cesaretlendirir

(7) Kavara: Balı alınmış petek. Halk ağzında, yel, gaz, yellenme.

 

Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.