YAZARLAR

Kavramsal tasarrufun şiddete yansıması

Kadınlara yönelik erkek şiddetinin çok yaygın olduğu bir toplumda, şiddetle mücadele edilmesi gerektiğini ve bu mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğini ifade eden kelimelerden tasarruf edildiğinde toplumda zihniyet dönüşümü yaratmak mümkün değil. Tersine şiddeti besleyen toplumsal algı bu kısaltmayla pekiştiriliyor.

Hani adettendir, tıpkı ‘her işin başı eğitim’ demek gibi bir diğer basmakalıp yaklaşımla ‘kadına şiddet siyaset üstü görülmeli’ denir sıkça. Biz de yırtınırız ‘şiddet politiktir, özel olan politiktir’ diyerek. Şiddetle mücadelenin siyasetin dışında, üstünde veya altında değil tam merkezinde yer aldığını, temel konu olarak ele alınması gerektiğini söylemekten dilimizde tüy biter. Anlamazlar. Anlamazdan, duymazdan gelirler. Sanattan siyasete, spordan iş hayatına, sağlıktan eğitime, yargıdan emniyete, yazılı ve görsel basına, hasılı akla gelebilecek her alandan ‘bilirkişi’ edasıyla yükseltilir bu basmakalıp yargı. ‘Kadına şiddet siyaset üstü’… Dil, düşüncenin yansıması bir bakıma fakat aynı zamanda düşünme eyleminin kurucusu dil. Ve böyle bakarak ‘kadına şiddet siyaset üstü’ şeklindeki düşüncesiz kalıp yargıyı irdelemek şart..

‘Eee daha daha nasılsın’larla uzayıp giden boş lakırdı zaman kaybı sayılmaz tıpkı Cumhurbaşkanlığı uçak sayısı fazlalığının israf sayılmadığı gibi. Anlayış aynı, tıpa tıp aynı… Karşısındakine itibar göstergesi olarak defalarca tekrarlanan hatır sorma hali gibi çok sayıda makam uçağı varlığıyla ülkenin itibarının yükseltildiği sanrısı, birbirinden besleniyor. Vakitten ve nakitten tasarruf gereği bu alanlara uğramıyor. Ancak düşünme etiğinin gerekleri, silsilesi ve düşünmeyi mümkün kılan kavramların o düşüncenin söz ve yazı ile ifadesi anında sırasıyla kullanılmasından tasarruf ediliyor. Kadınlara yönelik erkek şiddeti ile mücadelenin, siyasette partiler arası doğal rekabetin, uygulamada kurumlar arası inisiyatif kullanmaya yönelik kabul edilebilir orandaki çekişme ve çatışmanın üstünde tutulması ve ortak tutum alınarak yürütülmesi gerektiği, açıkça ifade edilmeli. Fakat bu uzun cümle yerine karşımıza çıkan kalıp: Kadına şiddet siyaset üstü.

Fahiş israf gibi tasarrufun da fahiş halini bu minik kalıplaşmış yargıda görebiliyoruz. Hal böyle olunca gerçek yaşama yansıyanın, kadınlara yönelik her türlü şiddet karşısında tüm siyasi partilerin, medyanın, spor kulüplerinin dili gibi eylemi de kadına şiddet uygulamak yönünde ortaklaşması kaçınılmaz. Dil çünkü zihniyetin kurulumunda etken ve siyaset üstü görülen şey kadına şiddet (uygulamak), toplumsal algı dahil tüm iktidar biçimlerinde normalleşiyor maalesef. Kadınlara yönelik erkek şiddetinin çok yaygın olduğu bir toplumda, şiddetle mücadele edilmesi gerektiğini ve bu mücadelenin nasıl yürütülmesi gerektiğini ifade eden kelimelerden tasarruf edildiğinde toplumda zihniyet dönüşümü yaratmak mümkün değil. Tersine şiddeti besleyen toplumsal algı bu kısaltmayla pekiştiriliyor.

İktidar ve muhalefet partileri arasındaki zihniyet farklılığı bir incecik çizgi kadar bile görülemez hale geliyor, flulaşıyor. Örneğin sevgili Tuba Torun’a yaşatılanı hatırlayalım. Fenerbahçe camiasından bazı holiganlar, Tuba Torun’un kent yaşamı ve stadyumun yeri konusunda yaşanan sıkıntılara dair görüşünü ifade ettiği için sinkaflı küfürler edecek derecede hadsizleşmişlerdi. Kulüp, cinsiyetçi küfür ve hakaretlere maruz kalan kadını özür dilemeye davet etmekten çekinmedi. Holiganlara dair, o küfürlere dair tek laf etmeden hem de. Partinin ne yaptığını da hatırlayalım. Koskoca ana muhalefet partisi CHP, yüksek disiplin kurulu üyesi Tuba Torun'u, cinsiyetçi şiddet karşısında desteklemek yerine sessizliğe gömülerek şiddete ortak oldu. Kadınlara yönelik şiddetle mücadelede ortaklaşmak yerine 'kadına şiddet siyaset üstü' kalıbının yarattığı algı bozukluğu doğrultusunda kadına şiddet konusunda ortaklaşıldığını billurlaştıran örneklerden birisi bu durum bana göre. Cinsiyetçi saldırıya karşı hem kulüp hem parti üç maymunu oynamakla kadına şiddete ortak oldu. Şiddet faillerinin sırtını sıvazlanıp ‘böyle devam et aslanım’ demiş oldular, sporda şiddet ve holiganlık beslendi bir kere daha.

Bir örnek de iktidardan vermek gerekirse en yakın olayı Dilipak davasını hatırlayalım. İstanbul Sözleşmesi hakkında karalama kampanyası yürütenlerin en ünlülerinden Dilipak, pis bir dille kadınlara saldırmıştı. AKP Kadın Kolları 81 ilde dava açtı. Ancak İstanbul’daki davanın 2’inci duruşması (17 Kasım) yaklaşırken Cumhurbaşkanı Erdoğan da toplumsal cinsiyet eşitliği ilkesini kast ederek İstanbul Sözleşmesi hakkında ‘sapkın ideoloji’ ifadesini kullanmakla Dilipak’ın cinsiyetçi saldırısıyla neredeyse aynı yerde saf tutmaktan çekinmedi. Malum duruşma yaklaşırken yargının bu sözden etkilenmesi hatta bu ifadenin yargıya talimat olarak anlaşılmasının kaçınılmazlığını hepimiz biliyoruz. Fakat öte yandan bu talimatın öncelikle AKP Kadın Kolları ve bir önceki duruşmada müdahillik talebi kabul edilmiş olan Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) için ihtar anlamına geldiği de ortadaydı. Bu ortamda başlayan ikinci duruşmada bağımsız kadın örgütlerinin müdahillik talebi bir yana davalının cinsiyetçi saldırıları ve bu saldırıları basın yoluyla gerçekleştirerek kadınları ve halkı kin ve düşmanlığa sevk etmesi bir yana bırakılıp avukatların ‘İstanbul Sözleşmesi Bizim’ yazılı maskeleri, hedef haline getirildi. Davalı vekilleri, EŞİK gönüllüsü avukatların müdahillik taleplerinin reddedilmesi yönündeki görüşlerini “zaten onlar AKP’li değil” sözleriyle ifade etmekten bile kaçınmadı. Hakaretler İstanbul Sözleşmesi’ni savunan herkese yönelikti o yazıda. Ancak duruşmada kadınları AKP’li olan ve olmayan olarak bölmek erkeklerin savunmasını kolaylaştıracaktı. Yazık ki KADEM avukatları bu stratejiyi gözden kaçırdıkları gibi böyle bir stratejinin AKP’li kadınları “hakaret edilebilir” statüde görmek anlamına geldiğini de fark edemediler. Medyada cinsiyetçi söylem ve hakaretlerle kadına yönelik erkek şiddeti sergilenmiş olmasına karşısın davalı vekillerinin iddialarını besleyen bir iktidar söylemi nasıl duruşma öncesinde sergilendiyse mahkeme salonundaki müşteki ve müdahil olmakla birlikte iktidar kanadını temsil eden kadın avukatlar sürdürüldü. Metiner’in ‘bizim değerimiz’ gerekçesiyle Dilipak’a açılan davanın geri çekilmesi talebiyle reisine partisine seslenişi de verilen talimat ve yapılan ihtarın bir kere daha seslendirilişi gibi duruyor.

Erkeklerin sözlü ve cinsiyetçi şiddetine kadınlar itiraz ettiği zaman başka erkekler devreye girip bir başka muktedir erkek tarafından kadınların susturulması isteniyor özetle. Söylenenler şiddet, kadınlar şiddete karşı sessizliğe davet ediliyor ve bu davetin yapılması için araya girmiş gibi yapanlar da erkek ve tıpkı şiddetin failleri gibi kadınları susturacak olanlar da erkekler. Şimdi bu duruma şiddette ortaklaşmak adını vermek yanlı geliyorsa buyurun siz bir isim bulun. Ben buna şiddette ortaklaşmak diyorum, kadına yönelik erkek şiddetiyle mücadele etmekte ortaklaşmak yerine kadına yönelik erkek şiddeti uygulamakta ortaklaşmak diyorum.

 


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.