Kazakistan’da manzara
Örgütsüz halk her büyük iktidar çatışmasında olduğu gibi bu defa da, görece küçük ve geçici kazanımlarla yetinmek, ama esas olarak hâkim sınıflar arasındaki çatışmada kanını dökmek zorunda kaldı.
6 Ocak’ta twitter hesabımdan şöyle yazmıştım:
“Gösteriler kendiliğinden başladı. Ancak güçlü ve harekete önderlik edebilecek bir solun bulunmaması yüzünden hızla provokasyona açık hale geldi. Göstericilere silah dağıtılması, keskin nişancıların askerlere ateş açması gibi olaylar, batılı gizli servislerden ziyade, menfaatleri çatışan iktidar ortağı kesimlerin provokasyonlarda rol oynadığını gösteriyor olabilir. Bütün bunlar, Kazakistan’daki rejimin kırılganlığını da gösteriyor. Bu olayların batı tarafından örgütlenen faşist bir darbenin zafer kazandığı Ukrayna ve batı tarafından örgütlenen faşist bir darbenin yenildiği Belarus ile şimdilik benzerliği yok. Çatışmaları Rusya ve Çin’in kışkırttığı iddialarının gerçeklikle uzak yakın ilişkisi olmadığını düşünüyorum.”
Bugün, bu yazdıklarımı mümkün olduğunca özet bir çerçevede ayrıntılandırmaya çalışacağım.
Eski Sovyet toplumları, birbirlerinden pek çok açıdan nitelik olarak ayrılırlar.
Baltık ülkeleri dönüşümü tamamlamıştır; bunlarda güçlü bir komünist tarihe sahip Estonya dışında yeni bir dinamik beklemek güçtür.
Ukrayna, faşist diktatörlüğün AB ve ABD tarafından örgütlenen çeteler aracılığıyla kurulmasına ve kurumsallaşmasına, bu kapsamda ülkenin bütün varlıklarının emperyalizmin eline geçmesine rağmen sosyal dinamiklerini bütünüyle kaybetmiş değildir; özellikle etnik Rus etkisi, bu dinamikleri diri kılmaya devam ediyor.
Belarus, sol-keynesçi yönetim sayesinde en canlı işçi hareketine sahip olan eski Sovyet ülkesidir. İkinci Ukrayna senaryosuna direnmeyi başarmasını buna borçludur. Belarus yönetimi bu bölgeyi Londra’dan okuyan dış siyaset “uzmanlarımız” tarafından Rusya kuklası sanılır, oysa bu da doğru değildir. Belarus yönetimi batı karşısında bağımsızlığını Rusya ile ittifak ilişkileri içinde bir iktidarla korumaya çalışıyor, bunu yapmayı da şu zamana kadar başardı. Kaldı ki Rusya da çeperinde kuklalar değil, tampon niteliği taşıyacak bağımsız ülkeler bulmak ister.
Tacikistan görece istikrarlı bir kapitalist ekonomiye sahiptir, ancak Çin etkisine karşı bağımsızlıkçı eğilimleri güçlüdür.
Kırgızistan, Sovyetlerin dağılmasından sonra kabile aidiyetleri ile bir tür yeni-feodalizmin içine düşmüştür, buna rağmen güçlü bir marksist damar vardır, nitekim geçen yıl çıkan olaylarda haydutluğa karşı öz savunma komitelerinin örgütlenmesini esas itibariyle buna borçludur.
Türkmenistan da kabile aidiyetleri açısından Kırgızistan’a benzer, ancak bu ülkede marksist bir damar olduğunu düşünmüyorum; bu, Türkmenistan’ı bölgenin en geri toplumu kılar.
Gürcistan, artık büyük ölçüde Sovyet kültürel çeperinin dışına çıkmıştır, ancak askeri ve siyasi denge durumu onun güneyde bir tür Letonya’ya evrilmesini engellemektedir.
Ermenistan sürekli gerginliklere ve Amerikancı, Fransacı ve Rusyacı akımlar arasındaki sürekli çatışmalara rağmen bu çeperin dışına çıkmayacaktır, zira bölgenin stratejik öneminden başka, Rusya’da 2,5 milyonun üzerinde Ermeni yaşar. Ermenistan’da gerici-şoven bir burjuva diktatörlüğü hâkimdir, bununla birlikte sosyal dinamikleri güçlü, demokratik gelenekleri sağlamdır.
Bu boyutta olmasa bile, onun anti-tezi durumundaki Azerbaycan da benzer nitelikler gösterir. Azerbaycan’ı toplumun demokratik özlemleri ve refleksleri açısından Ermenistan’ın çok daha gerisine düşüren başlıca faktör, zenginliğidir. Azerbaycan’ın geçen yıl İsrail ile olağandışı yakınlaşması ve İran’a karşı açık bir düşmanlık gütmeye girişmesi bana hep şaşırtıcı gelmiştir, çünkü Aliyev hırsız da olsa ülkedeki egemenliğini ancak dengeler üzerinde sürdürebileceğinin farkındadır. Bu, muhtemelen, Aliyev familyasının Türkiye ve İsrail ile muazzam akçeli ilişkilerinin sonucudur.
Kazakistan da kabile ilişkileri açısından Kırgızistan’ı andırır. Ama sadece andırır; gerçekte pek çok başka etken de rol oynar ve yapısal olarak tamamen farklı kılar: Sovyetler Birliği’nin çekirdek bölgelerinden biri olması, petrol ve doğalgaz zenginliği, muazzam altyapısı, Sovyetler Birliği sonrası Rusya’yı bile geride bırakan kapitalistleşme, emperyalist sermayenin petrol ve doğalgaz sektörüne yatırımları, bununla birlikte görece istikrar, bonapartist Nazarbayev diktatörlüğünde kimi oligarkların iktisadi ve siyasi sistemden tasfiyesi, bununla birlikte antikomünist baskılar, keza turancılık eğilimleri ve kimi etkili siyasetçilerin Türkiyeli faşistlerle ortaklıkları, son olarak da ülkedeki geniş Rus azınlığa yönelik yer yer pogrom niteliği alan saldırılara rağmen Rusya ile ilişkilerin kopmazlığı, ülkeyi tamamen farklı kılar.
Bütün bu farklı niteliklere rağmen, Baltık ve Türkmenistan dışında bütün eski Sovyet toplumlarının, Rusya dâhil, ortak bir özelliği ortaya çıkar: Bunların hepsi de demokratik toplumlardır. Bu kavramı, hürriyet alanlarının saldırıya uğraması durumunda bir kıvılcımla kendiliğinden ve görkemli kalkışmalara girişebilecekleri anlamında kullanıyorum. Ancak solun örgütsüzlüğü ölçüsünde, bütün bu halk hareketleri çok kısa bir sürede sönümlenebilir ve iktidar içi çatışmaların silahlı vasıtaları haline gelebilir.
Bu yüzden, ilk çatışma haberleri düştüğünde, hatta 5-6 Ocak gibi görece geç tarihlerde, hatta bugün bile kimilerinin hareketin kendiliğindenliğine bakarak yaşadıkları coşku, bana anlaşılmaz ve saçma geldi, geliyor. Bunlar, kendiliğinden hareketlerin gücünü abartıyor ve her hareketin arkasında bir Gezi görmeye meylediyorlar.
Oysa Türkiye’deki Gezi, eski Sovyet ülkelerindeki kendiliğinden sokak hareketleriyle karşılaştırılamaz.
Birincisi bu ülkelerde, özgürlük alanlarının daraltılmasına karşı daha yaygın ve dolayısıyla daha demokratik tepkiler daha sık ortaya çıkar. Ancak her sosyal harekette olduğu gibi ilk bakılması gereken yer bunların sınıf kökenleridir. Bizim cehaletimiz sınıfsallığı unutmakla birleşince, Rusya, Ukrayna, Belarus’taki orta ve küçük burjuva kalkışmalarında Gezi kokusu alıyor. Oysa bunlar, sosyalist bir harekete uzaklıkları ölçüsünde faşizme yaklaşırlar. Rusya’da Navalnıy destekçisi hareketler, liberal etiketlerinin arkasında, Ukrayna’nın ve Belarus’un emperyalizm tarafından örgütlenen faşist hareketlerinden farksızdır.
İkincisi ve en az bunun kadar önemli olan da şudur: Türkiye’de solun örgütsel etkisi son derece zayıf, ideolojik etkisi ise son derece güçlüdür; bu nedenle herhangi bir sosyal patlama, ister işçi sınıfına ister küçük burjuvaziye dayansın, kaçınılmaz olarak solun damgasını taşır veya hiç değilse potansiyel olarak öyledir. Eski Sovyet toplumlarında ise öyle değildir. Sol, ideolojik ve kültürel olarak da, ancak örgütlü olduğu ölçüde bu hareketler üzerinde etki sahibidir.
Dolayısıyla, Kazakistan’da 2 Ocak’ta ortaya çıkan sosyal kalkışmanın meşruiyetinden ve kendiliğindenliğinden hiçbir kuşku duymadığım halde, daha aynı gün, solun örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğü yüzünden bu hareketin çok kısa bir sürede iktidar içi çatışmaların arenası haline geleceğinden de kuşku duymadım. Emperyalist güçler elbette Londra ve Washington’daki sürgün ve Kazakistan’daki yerleşik komprador oligarklar aracılığıyla müdahale etmeye çalışacaklardı; ama çatışma esas itibariyle Nazarbayev ile Tokayev arasında cereyan edecekti. Nitekim Tokayev tarafından 5 Ocak’ta hükümetin emekliye sevk edilmesi, sadece halkın kendiliğinden tepkisine verilmiş kaçınılmaz bir taviz değil, hükümeti kendi adamlarından kuran Nazarbayev’in gücünün de tasfiye edilmesi anlamına geliyordu. Aynı gün Nazarbayev’in yeğeninin Milli Güvenlik Konseyi’nden kovulması ve Tokayev’in konsey başkanlığını kendi eline almasının anlamı da buydu.
8 Ocak'a varıncaya kadar Nazarbayev’e yakın olduğu iddia edilen üst düzey istihbarat ve polis yetkililerinin vatana ihanet suçlamasıyla tutuklanması, ülkeyi terk ettiği iddiaları dolaşan Nazarbayev’in ise ancak bugün Tokayev’e destek açıklaması yapması, belki de tepedeki meselenin şimdilik çözüldüğünü gösteriyordur.
Her halükârda, çatışma büyük ölçüde bitti. Örgütsüz halk her büyük iktidar çatışmasında olduğu gibi bu defa da, görece küçük ve geçici kazanımlarla yetinmek, ama esas olarak hâkim sınıflar arasındaki çatışmada kanını dökmek zorunda kaldı. Ve ancak bu aşamadan sonra emperyalist müdahalenin kokusu daha keskin duyulur oldu. Rusya Federasyonu Komünist Partisi lideri Zyuganov’un 5 Ocak’ta yaptığı açıklama, bu açıdan yeterince öngörülü ve önemlidir: “Kazakistan'daki karışıklık esasen gaz ve diğer şeylerin fiyatlarına zam yapan hükümet tarafından kışkırtıldı. Rusya'yı hibrid bir savaşla suçlayan güçler de bütün bunları aktif şekilde kullanıyorlar.” Başka deyişle, KGAÖ nezdinde Rusya, Kazakistan’da çatışan taraflardan herhangi birine müdahale etmedi, Kazakistan’ın siyasi sistemine müdahale etmedi, ama Kazakistan’da Londra ve Washington merkezli ortaya çıkabilecek müdahalelere, olası bir “eksen kaymasına” karşı ön aldı.
Demek ki Rusya açısından önemli olan tek şey, demin Belarus bağlamında batı çeperi için söylediğim gibi, eski Sovyet ülkelerinin batıdan bağımsızlığının korunması, daha doğru bir ifadeyle; bu ülkelerin batıyla ilişkilerinin Rusya karşıtı bir oryantasyona dönüşmesinin önlenmesidir. Bu ülkelerin, hatta gerilimli noktalarda (Çeçenistan’da ve kısmen Tataristan’da olduğu gibi) Rusya Federasyonu’nu oluşturan federal cumhuriyetlerin bile siyasi sisteminin, tercihlerinin, diktatörlük veya demokrasi olmalarının bir önemi yoktur. Bu, hiçbir ülkenin iç işlerine karışmamaya yönelik Yalta sisteminin devamıdır, ama bu sistem aynı zamanda uluslararası meşruiyet sistemidir, dolayısıyla uluslararası hukuku esas alır. Sistemin çerçevesini üçüncü aktörler değil meşru hükümetler arasındaki ilişkiler oluşturur. Bunun Rusya’ya meşruluk kazandırdığına şüphe yok; bununla birlikte daha önce birkaç defa değinmeye çalıştığım gibi ilişkilerdeki esnekliğini aşındırdığına da şüphe yok.
*Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çevirileri, İthaki, Kırmızı Kedi, Kitap, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde çıkıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de Medya Günlüğü’nde yayınlanıyor.