YAZARLAR

Kazanan Trump değil, seçeneksizlikten beslenen gelecek korkusudur

Seçim sonuçlarını ABD’deki hiçbir anket şirketi tahmin edemedi. Sonuçlar belli olduktan sonra girişilen aşırı tasnifli seçmen/seçim mühendisliği çözümlemeleri de körlerin fili tarifine benziyor. Sorunun püf noktası, ABD toplumunda, yaşam kaygısının, gün ve gelecek korkusunun derinleşiyor olmasıdır. Temeldeki neden, ABD’de gelir ve servet eşitsizliğinin tüm zamanların en yüksek oranlarına ulaşmasıdır.

Trump ikinci kez ABD başkanı oldu. Genel kanı, İkinci Trump döneminin ABD ve dünya siyasetinde öngörülemez gelişmelere yol açacağı yolunda. Bu kanı, bir düzeltmeyle doğruluk payı taşıyor. Öngörülemezlik, Trump’ın kişiliğinden, mizacından, kendine özgü siyaset tarzından çok ABD’nin ve dünyanın içinden geçmekte olduğu karmaşık/ kaotik koşullardan, bu koşulları doğuran sistemin teorik/ tarihsel sınırlarındaki çok yönlü çelişki ve açmazlarından kaynaklanıyor. Kapitalizmin en gelişkin, en ileri modeli olan ABD çetin sorunlarla yüz yüze: Ekonomik, siyasal ve ideolojik hegemonyası geriliyor; verili üretim mülkiyet ilişkileri kabuğuna sığmayan üretici güçleri yönetecek yeni bir düzen kurulamıyor; ABD yurttaşlarının bir toplum olarak bir arada yaşama iradesi zayıflıyor.

Ukrayna savaşı tüm süreçleri hızlandırdı.

ABD’nin içeride ve dışarıda “eskisi gibi” devam etmesi mümkün değil.

*

Seçim sonuçlarını ABD’deki hiçbir anket şirketi tahmin edemedi. Sonuçlar belli olduktan sonra girişilen aşırı tasnifli seçmen/seçim mühendisliği çözümlemeleri de körlerin fili tarifine benziyor.

Sorunlu yaklaşımların başında, seçeneklerin ve sandığa atılan oyların gerçek sınıfsal çıkar ve eğilimleri yansıttığı yanılgısı var. Yalnızca iki örnek: Daron Acemoğlu, “Demokratlar işçi partisi olmaktan çıktı” diye yazdı. Bernie Sanders, “Demokrat Parti işçi sınıfını terk etti” dedi. Bu örnekler, yanlış başlangıç önermelerinden doğru sonuçlara varılamayacağının kanıtı.

Öz örgütlülükten, seçimde siyasal temsilden yoksun bir sınıfın hangi partiyi desteklediği üzerine yorum ve çıkarımlar spekülasyondan öteye geçemiyor. Sınıfsal temsil ve seçeneğin olmadığı bir seçimde tüm seçmenler gibi işçi sınıfı kişileri de ana akım medyanın güdülediği bireysel çıkar ve beklentiler doğrultusunda oy kullanırlar.

ABD’deki iki partinin sınıfsal yaklaşımları arasında esasa ilişkin temel bir fark yok. Algıları yönetmeyi beceren taraf kendi lehine varmış gibi gösteriyor. Bu seçimde de böyle oldu.

İktisatçılar, Biden döneminin ekonomi karnesinin demokratların yenilgisini açıklayacak kadar kötü olmadığında görüş birliği içindeler. Resmi istatistiklere göre büyüme sürmüş, istihdam, tüketim harcamaları, ücretler artmış, borsa yükselmiş, dolar değer kazanmış vb…

Seçimden önce yapılan bir YouGov anketinden ise, Amerikalıların neredeyse yarısının önümüzdeki on yıl içinde Amerika Birleşik Devletleri’nde “tam bir iktisadi çöküş” yaşanmasını beklediği sonucu çıkmış. 

Sorunun püf noktası, ABD toplumunda, yaşam kaygısının, gün ve gelecek korkusunun derinleşiyor olmasıdır. Temeldeki neden, ABD’de gelir ve servet eşitsizliğinin tüm zamanların en yüksek oranlarına ulaşmasıdır.

Amerikalıların en tepedeki yüzde 1’i tüm kişisel gelirlerin yüzde 21’ini alıyor; bu oran en alttaki yüzde 50’nin payının iki katından fazla. Amerikalıların en tepedeki yüzde 1’i tüm kişisel servetin yüzde 35’ine, yüzde 10’u yüzde 71’ine, en alttaki yüzde 50 ise sadece yüzde 1’ine sahip. 2020’den itibaren üstteki yüzde 1’in kişisel geliri ile alttaki yüzde 50’nin kişisel geliri arasındaki açı dramatik biçimde büyüdü.

Trump eşitsizlik artışını, Biden yönetimini sorumlu tuttuğu savaş giderlerine, enflasyona, üretim ve istihdamın Çin’e kaymasına, göçmenler yüzünden ücretlerin düşmesine bağlayan bir seçim kampanyası yürüttü. Silah satışını değil ama karşılıksız askeri harcamaları kısıtlayarak, Çin’in ve Avrupa’nın rekabet gücü yüksek metalarını gümrük duvarlarıyla engelleyerek, sermaye ve yatırımı yeniden ABD’ye çekerek, milyonlarca göçmeni kapı dışarı ederek Amerika'yı “yeniden büyük” yapacağı, herkesin de bundan pay alacağı vaatleriyle büyük seçmen yığınını etkiledi.

Bu seçimde, güçlü, bağımsız, eğitimli, çocuksuz, “kedili” bir kadın imajı üzerinden erkek seçmenlerdeki kadın korkusunun ve düşmanlığının sömürülmesini de “başarılı” bir algı operasyonu olarak değerlendirmek gerekir.

Trump destekleyicilerini “ayak takımı” (Hilary Clinton), “çöplük” (Biden) diyerek aşağılayan Demokrat Parti elitlerinin, topluma Demokrat Parti’yi desteklemekten başka hiçbir seçenek sunamayan, kimlik kırılganlıkları üzerinden statükoyu savunan liberal orta sınıf solcularının bu sürece tersten katkı yaptıklarını da eklemeden geçmeyelim.

Bu gerçeklerden çıkarak, Trump’ın seçim zaferinin yalnızca ve esas olarak algı yönetiminin ve “seçmen iradesi”nin eseri olduğu sonucuna varmak ise asla doğru değil.

*

ABD kurulu düzeninin temel direkleri Pentagon’un, CIA’nın, Wall Street’in, bürokrasinin hayırhah tutumu, gönüllü ya da gönülsüz kabulü, en azından ikircim ve farklılaşmaları olmasaydı Trump aday bile olamazdı. Neredeyse iki yıldır, ABD ve dünya kamuoyunun, kaçınılmaz bir yazgıymış gibi Trump’ın gelişine hazırlandıklarını görmezden gelemeyiz. Demokrat Parti’nin son ana dek etkili bir aday çıkarmamasını, statükonun sönük ve silik temsilcisi Harris’te karar kılmasını bilinçaltı bir kabulün işareti olarak okuyabiliriz.

Toparlarsak, Trump’ın yeniden başkan olabilmesinin üç başat nedeni var. Birincisi, ABD’nin eskisi gibi devam edemeyeceği gerçeğinin devletin, sermayenin ve toplumun bilincine çıkmış olması. İkincisi, büyük sermayenin en başta bilişim oligopollerinin Trump’a tam/aktif desteği. Üçüncüsü, bireysel tercihlerde tüm toplum kesimlerinde etkili olan ve yalnızca ABD’de yaşayanları değil tüm insanlığı etkisi altına alan gelecek korkusu. Gelecek korkusu sınırda kapitalizmin halk sınıfları nezdindeki en somut belirtisidir. Bu toplumsal kaygı, gerçek bir seçeneğin yokluğunda, sermayenin egemenliğini sürdürme aracına dönüşüyor. Program fark etmiyor; kaygıyı en iyi manipüle eden sermaye partisi iktidar koltuğuna oturuyor. Son ABD seçimlerinde bunu en iyi Trump ve partisi yaptı.

*

Kanımca ikinci Trump döneminin en önemli yeniliği, Trump ile büyük finans ve bilişim oligopolleri arasındaki örtüşmenin devlet-sermaye ilişkilerinde bir yeniden yapılanmaya (konfigürasyona) doğru yol alacak olmasıdır. Aslında bu süreç 1980’lerde Thatcher-Reagan dönemlerinde başlamıştı. Thatcher’in “toplum yoktur” sloganı bugün yeni bir aşamaya yükselen sürecin önsözü gibi duruyor.

Bu yapılanmanın hangi somut biçimler alacağını bugünden söyleyemiyoruz. Göründüğü kadarıyla Trump’ın en önemli üç vaadi ile başını Elon Musk’ın çektiği oligopollerin en temel üç talebi örtüşüyor: Büyük sermayenin, özellikle zaten az vergi ödeyen bilişim oligopollerinin vergi “yükünü” azaltmak; başta genel yapay zekâ, bilişim teknolojileri uygulamalarına sınırlar getiren her türlü kural ve düzenlemeyi (regülasyon) kaldırmak ve ”iklim krizi diye bir şey yoktur” diyerek ABD Çevre Koruma Ajansı’nı, maden ve enerji lobilerine, kuzuyu kurda teslim etmek!

Sermaye devlet konfigürasyonunun açıkça dile getirilemeyen çok önemli bir boyutu daha var. Günümüzde, bilişim teknolojilerinin silahlanma ve savaştaki özgül ağırlıkları, bu cümleden olmak üzere Elon Musk’ın uzay alçak yörüngesindeki Starlink ve Space X’inin askeri önemi arttı. Starlink’in uydudan istihbarat ve insansız araçlara uzaydan komuta etme kapasitesinin Ukrayna savaşında denendiği, “iyi” sonuçlar alındığı, ABD’nin bu birikimi Çin ve Rusya’ya karşı silah üstünlüğü sağlamakta değerlendirmek istediği anlaşılıyor. Elon Musk’ın başına devlet kuşu kanımca bir de bu nedenle konduruluyor.

*

Trump yönetiminin izleyeceği dünya siyasetine gelince. Burada, yalnızca Trump’ın değil, hiç kimsenin değiştiremeyeceği ya da kısa erimde değiştiremeyeceği sabitliklerle, değiştirilmesi gerekli ve mümkün başlıklar iç içe.

Trump yönetimi istese de ABD’yi küresel süreçlerden soyutlayan “izolasyonist” bir stratejiye dönemez. Denese de uzun erimde başarılı olmaz. Üslendiği, konuşlandığı ekonomik, askeri alanları, arkasında başka güçlerin dolduracağı boşluklar bırakarak terk edemez. Örneğin NATO’yu dağıtamaz. Avrupa’yı kendi haline bırakamaz. “Önceliğim Pasifik” diyerek Ortadoğu’dan palas pandıras çekilemez. İsrail’i tam desteklemekten bir adım geri duramaz. İran’ı ve direniş cephesini içinden ya da dışarıdan askeri müdahalelerle etkisizleştirme siyasetinden dönemez. 

ABD’nin ve Trump yönetiminin stratejik hedefi Çin olmaya devam edecek. Çin’e karşı izlenecek siyaset konusunda ABD içinde tam bir oydaşma yok. AB’de de yok. Çin’e karşı birbirinden ayrılması olanaksız ekonomi politik-jeopolitik hedeflerin güncellenmesi ve uyumlulaştırılması Trump yönetiminin en kritik ve öncelikli gündemini oluşturuyor.

Jeopolitik alanda, Trump yönetimi, Çin stratejisine bağlı olarak Ukrayna-Rusya savaşında değişik bir yol izleyebilir. Biden yönetiminin seçimi kaybetmesinde de önemli payı olan en önemli dış politika yönelimi, Henry Kissinger’den (1923-2023) Zbigniew Brzezinski’ye (1928-2017), Soğuk Savaş'tan Ukrayna savaşına ABD’nin dünya siyasetinin değişmez önceliği olan Çin ile Rusya’yı birbirinden uzak tutma, ikisinin kendisine karşı birleşmesini engelleme siyasetinden uzaklaşmasıdır. Biden yönetimi, Batı’yı ve NATO’yu kendi hegemonyasında yeniden konsolide ederek Rusya’yı kuşatıp güçten düşüreceğini, Çin’den de koparacağını hesaplamıştı. Bu hesap tutmadı. Aslında tam tersi oldu. Rusya, Ukrayna savaşında yenilmedi; ekonomik yaptırımlar etkili olmadı. Canlanıp güçlendiği bile söylenebilir. Ve en önemlisi, Çin ile Rusya şimdi tarihlerinde hiç olmadığı kadar yakınlaşmış, tüm alanlarda bağlaşıklıklarını güçlendirmiş durumdalar.

Trump’ın Ukrayna’da barış kartıyla Rusya’yı Çin’den koparmayı denemesi beklenebilir. Köprülerin altından bu kadar su geçtikten sonra sonuç vermesi zor görünüyor.

Trump yönetiminin Çin’e karşı askeri hazırlık ve kuşatmayı yoğunlaştıracağı, ticaret savaşlarını tırmandıracağı, başta elektrikli otomobil, Çin ithal mallarına çok yüksek gümrük vergileri getireceği şimdiden belli.

Önümüzdeki dönemde ekonomi politik savaşın dolar üzerinde yoğunlaşacağı anlaşılıyor. ABD dolarının dünya parası olmaya devam etmesi ABD için hâlâ yaşamsal bir öncelik. 35 trilyon dolar borcu, 800 milyar dolara yakın ticaret açığı olan, eskisi gibi dolar basamayan, mali hegemonyası Çin-Rusya kontrolündeki BRICS oluşumları ve yeni para transfer (SWİFT) alternatifleriyle sarsılan ABD’nin elindeki olanak ve araçlar azalıyor. Öte yandan, ABD ile ileri derecede bütünleşmiş aynı küresel kapitalist pazar içinde hareket eden, elinde hâlâ büyük miktarlarda dolara bağlı ABD devlet tahvilleri bulunan, kendi içinde kapitalist kriz öğelerinin kümelendiği Çin’in doları tahttan indirmek için bir meydan savaşına girip girmeyeceğini kestirmek mümkün değil.

*

Sonuç olarak, öngörülmesi zor, insanlığın ciddi tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya olduğu bir eşikteyiz.

Bunları görmek, çözümlemek, tehlike ve tehditlere karşı mücadele yolları belirlemek, yeni dönemde ABD-Türkiye ilişkilerini değerlendirmek için zamanımız olacak.

Trump yönetimindeki ABD’nin iklim krizi ve nükleer savaş başlıklarında yaratacağı tehlikelerle savaşmak için ne kadar zamanımız olduğunu ise bilemiyoruz.

Son dakika notu: Beyaz Saray ve Pentagon tarafından henüz resmen onaylanmayan ama New York Times, Washington Post ve Associated Press’te yer alan 17 Kasım tarihli haberlere göre Joe Biden, Kiev'e, uzun menzilli Amerikan silahlarını Rusya topraklarına kullanma izni verdi. Doğruluğu bir yana yalnızca haberin varlığı nükleer savaş tehlikesinin dünyamızdan uzaklaşmadığının güncel bir işareti. 


Haluk Yurtsever Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1973-1976 ve 1980-1992 yılları arasında İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya’da bulundu. 1974’de İngiltere’de TKP üyesi oldu. Bir yıl Moskova’da Lenin okulunda eğitim gördü. İlki 1990’da yayımlanan Sınıf ve Parti (Dönem Yayınevi, Ankara) olmak üzere yayımlanmış 15 kitabı var. 8 ortak kitaba katkı yaptı. Son iki kitabı, Uygarlık Dönemeci 2021’de, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk 2023’de Yordam Kitap’tan yayımlandı. Yurtsever Nisan 2024’de yine Yordam Kitap tarafından yayımlanan 15 yazarlı 100 yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin de yazarları arasında bulunuyor. Tarih, felsefe ve siyaset üzerine çalışıyor, kitap ve makaleler yazıyor. İzmir’de yaşıyor.