Kelimeler müzelik oldu
Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin yanı başına güzel mi güzel bir müze yerleşti: Türkiye’nin ilk Kelime Müzesi. Müzenin ilk katında kelime kökleri, üst katında kelimeler, en üst katta da farklı enstalasyonlar ve seramik eserlerin de eşlik ettiği bir ortamda cümlelerle ilgili sergi alanları bulunuyor. Katları birbirine bağlayan merdivenler ise, Türkçe’nin yanı sıra Uygur, Arap ve Göktürk harflerinin yer aldığı bir avize ile ziyaretçileri şaşırtmaya devam ediyor.
Ankara’nın Kale mahallesi, uzun zamandır ciddi bir yerel kalkınma ve kentsel dönüşüm sürecinden geçiyor. Bunda Ankara Kent Konseyi bünyesinde Kale Meclisi eliyle yürütülen çalışmaların ve büyükşehir belediyesinin ciddi bir emeği var.
Geçtiğimiz günlerde bu mahallenin tam ortasına, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nin yanı başına güzel mi güzel bir müze yerleşti: Türkiye’nin ilk Kelime Müzesi.
Daha önce tiftik ve zahire ambarı olarak kullanılan dört katlı eski yapı, güzel bir restorasyonla zarif bir müze haline getirildi.
Müzenin ilk katında kelime kökleri, üst katında kelimeler, en üst katta da farklı enstalasyonlar ve seramik eserlerin de eşlik ettiği bir ortamda cümlelerle ilgili sergi alanları bulunuyor. Katları birbirine bağlayan merdivenler ise, Türkçe’nin yanı sıra Uygur, Arap ve Göktürk harflerinin yer aldığı bir avize ile ziyaretçileri şaşırtmaya devam ediyor.
Bir diğer katın arasında, “Nato kafa Nato mermer” yazılı mermer enstalasyondan, bu deyimin aslında Yunancadan (“na to marmari, na to kefali”; işte mermer, işte kafa) geldiği anlatılıyor.
Bir katta yer alan “kelime çekmecesi” ise, alfabedeki harflerin yer aldığı çekmeceler içerisinde her harfle başlayan kelime ve anlatımlarla buluşturuyor ziyaretçiyi. Bu vesileyle de Türkçede en çok “K” harfiyle (10 binin üzerinde), en az da “J” harfiyle (153 tane) başlayan kelime olduğu görülüyor.
Müzenin en çarpıcı yanı, “zamansız saat”... Saatte zaman, rakamlar yerine Anadolu’da sık kullanılan kelimelerle anlatılıyor: şafak sökmeden, gün dikimi, ay karanlığı, kaba kuşluk, gurup, kızıl ikinci, ilk horoz, yarı gece, dün buçuğu... İnsan dilin zenginliğine ve Anadolu insanının anlatım derinliğine bir kez daha hayran kalıyor.
Kurucusu Şermin Yaşar. 40 yaşında, Berlin doğumlu Türk yazar. Geçtiğimiz sene Deli Tarla kitabıyla Sait Faik Hikâye Ödülü’nü aldı. “Bir çiçeği dibinde ona hava aldıracak deliği olmayan saksıya diktiğin zaman ister dünyanın en nadir çiçeği, ister en dirayetli çiçeği olsun, soluyor. Benim insana hava aldırabilecek bir aralığım yok. Hiçbir şey tutmuyor toprağımda,” satırları Deli Tarla’dan belleğime işleyen en güzel ifadelerden biri.
Şermin Yaşar, Türk Dili ve Edebiyatı bölümü mezunu. Çocuk öykücülüğü alanında son yıllarda ismine sık rastlanıyor.
Bu müzeyi kurmaktaki amacı ise, Türkçe kelimelerin, deyimlerin ve atasözlerinin anlamının çocuklara, gençlere ve hatta yetişkinlere anlatılması, çokça kullandığımız kelimelerin ve deyimlerin ardındaki tarihsel uzantılara dair merak uyandırılması ve bir yandan da dile yerleşmiş hataların silinmesine bir şekilde katkı sunulması.
Bu müze, belki bir açıdan da kelimelerle birlikte dilin yok oluşuna, kelimelerin ve dilsel derinliğin dımdızlak bırakılmasına karşı kişisel bir başkaldırı... Bir enstalasyonda da görüldüğü gibi, çünkü “bazen kelimeler ellerden dökülür”.
On iki yıl boyunca okullarda verilen zorunlu Türkçe dersine rağmen öğrencilerin kelimeleri içselleştirmeden kullanmaları, ardındaki gizemi yeterince merak etmemeleri, OECD ülkeleri arasında 15 yaşındaki çocuklar arasında yapılan PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) testinde okuduğunu anlama düzeyinin halen düşük olması ve sosyal medya çağında günlük kelime kullanımının daha da gerilemesi, aslında kelimelerle aramızda daha sağlıklı bir bağ kurmamız gerektiğini gösteriyor. Bir nevi “dil bilgisi” seferberliği gerekiyor.
Sosyal medyada, insanların birbirleriyle yazışmalarında kullanılan aşırı özensiz dil, kelime seçimindeki kıtlık ve tekdüzelik, zamanlarının büyük çoğunluğunu sosyal medyada geçiren insanlar açısından dilin ölümü anlamına mı geliyor?
Sosyal medya kurulana kadar, antik çağdan beri insani iletişimin en önemli aracı olan ve bazıları birer edebi metin olup dilin gelişmesini sağlayan mektuplar, yavaş yavaş yok oluyor.
Münazaralarla güzel konuşma ve insanlığın ürettiği büyük fikirler ve eserlere dair doğru argümanlar geliştirme pratiğinin kazandırıldığı “humanities” (beşeri bilimler) derslerinin Boğaziçi Üniversitesi müfredatındaki yeri giderek ve bilinçli şekilde zayıflatılıyor.
Peki tüm bu olumsuz etkenler dilin toptan ölümüne mi işaret ediyor?
Hayır. Aslında dil ölmüyor, sadece yaşamlarında sosyal medyanın konumu fanatik düzeyde olan kullanıcıların bazıları bir zamanlar sahip oldukları dili artık kullanamıyorlar ve yine bu insanlar artık bu araçsal mekanik dilin makinalarına dönüşüyorlar.
Ama Orhan Pamuk, diliyle Nobel ödülünü alabiliyor. Yaşar Kemal’in çiçek, toprak ve Anadolu kokan diliyle ve o dille yarattığı unutulmaz karakterlerle güneş Çukurova’nın üstünü kaplıyor. Cemal Süreya, şiirsel diliyle Türk diline katkı sunabiliyor. Oruç Aruoba, metinleriyle felsefe dilini geliştirebiliyor.
Kelime Müzesi de, bu çok zengin dili tüm sosyal sınıf ve grupların kullanmasının yolunu ve yöntemlerini öğretmeye çalışıyor insanlara...
Çünkü okumak sadece harfleri, kelimeleri, zamirleri, sıfatları bilmek değil. Okumak, bir dilin ardındaki o zengin tarihi, kültürü, sosyolojiyi de özümsemek, araştırmak, tabir-i caizse “deşmek”...
Okumak; sadece Twitter’da sınırlı kapasiteli tweet dizilerinin içine sıkıştırılan fikir ve iddiaları bilmek değil. Okumak insanlığın ürettiği tüm fikir, eser ve icatlar hakkında derinlikli bilgiye erişmek demek.
Kelime Müzesi’ndeki enstalasyonların da bizlere anımsattığı gibi “kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor”...
Okumak, müzede nefes alıp veren levhanın üzerinde “teneffüs” yazdığında bu kelimenin Arapça “nefes” kökünden, Arapçada şem/şam’ın “mum” anlamına geldiğini ve şamdanın bu kökten türediğini bilmek demek...
Okumak, Farsça seng’in taş anlamına geldiğini ve değerli taşlara sahip kişiye “zengin” denirken bu kökten kelimenin türediğini bilmek demek...
Okumak, eski Türkçede od’un “ateş” demek olduğunu, ateşte yakılmak için kesilen ağaca odun denirken bu kökten kelimenin oluştuğunu bilmek demek...
Okumak, sefer, sofra, misafir kelimelerinin aynı kökten geldiğini, seferin yolculuk sefer tasının yolculukta yenmek üzere taşınan kap, yolculuktan gelen kişinin misafir, misafir için hazırlanan yemeğin de sofra olduğunu bilmek demek...
Okuyan insan, kapı kelimesinin kavuşmak kelimesiyle aynı kökten geldiğini, kapı açıldığında insanların kavuştuğunu bilecek kadar kelimelerle basit ve derinlikli bir ilişki kurabilir.
Okumak, bir yandan da Atatürk’ün Türkçeye kazandırdığı geometri terimlerini bilmek demek... Yoksa “zaviye” yerine açı, “ehram” yerine piramit, “hatt-ı munassıf” yerine açıortay, “muhammes” yerine beşgen derken bunun ardındaki öyküyü atlamak, dille aramızdaki bağı kopartır.
Dolayısıyla, çok-yönlü okuyan bilinçli bir aydın olmak, farklı dillere ilgi duymayı da gerektirir. Dildeki derinliği, kelimelerin uçsuz bucaksız kökenlerini anlamak için kişinin etimolojiye ilgi duyması, Arapça, Farsça, Yunanca temel bilgileri edinmesi ve Anadolu kültürünü bilmesi de gerekir. Çünkü dildeki melezliği, kelimelerin çok-boyutluluğunu bilen birisi, örneğin Farsça zōr ve Yeni Yunanca +aki sözcüklerinin bileşiğinden zoraki kelimesinin türediğini bilir.
Okumak, 29 harfi yan yana dizmek değil. Okumak, o harflerin oluşturduğu dille haşır neşir olmak, onu ele almak, yoğurmak, güzelliklerini ortaya çıkarmak, içindeki nefesi diriltmektir. Okumak, sadece kelimelerin ve seslerin birlikteliğini görmek değil, bu birlikteliğin ardındaki yaşanmışlıkları bilmek demek.
Örneğin, sağa sola bakmadan öylece oturup duranları tanımlamak için kullandığımız “kös kös oturmak” fiilinin aslında mehter takımında yer alan ve savaşa giderken at üzerine konan, ağır olduğu için de taşınması zor olan “kös” denen büyük davuldan geldiğini ilk kez Kelime Müzesi’nde öğrenenler olmuştur.
Veya daha fazla parıldasın diye elmas taşlarının altına konan ince metal parçanın isminin “foya” olduğunu, mücevher kullanıldıkça foyanın karardığını ve elmasın parlaklığının azaldığını öğrenip, bundan sonra “foyası meydana çıktı” dendiğinde bir olayın iç yüzünün görünmesiyle elmas arasında analoji yapacaklar.
Ya da “baldız baldan tatlıdır” ifadesindeki “baldız” kelimesinin asında “daldız” yani küçük bal kaşığı olduğunu da daldız objesini görünce yeni öğrenmiş olabilir bazı ziyaretçiler...
Dilin içindeki kelime gizemleri kimisi için derinlere indikçe daha da derine sürükleyen, uçsuz bucaksız bir macera... Güvercin kelimesinin “köğermek”, “göğermek” kelimesinden geldiğini, gökyüzüne çıktıkça gökle bütünleşen, mavileşen güvercinlerin aslında böyle bir temelden yükseldiğini bilmek ise kimisi için ilginç, kimisi için de anlamsız bir bilgidir.
Sosyal medya çağında, hepimizin az çok mustarip olduğu az ve pratik kelime kullanma çılgınlığına atfen, “Sen fırça dediğinde benim aklımda bunlardan herhangi biri canlanabilir. Daha iyi anlaşılmak istiyorsan lütfen daha fazla kelime konuş” cümlesinin yer aldığı devasa bir enstalasyon içerisinde farklı amaçlarla kullanılan fırçalar yerleştirilmiş.
Benzer şekilde, parça parça harflerin yer aldığı bir tasarımın üzerine “lime lime” yazılmasına rağmen, yeni neslin bunu “laym laym” olarak okuması oldukça manidar. Çünkü Sapir-Whorf Hipotezi’ne göre, düşüncelerimiz, algılarımız ve deneyimlerimiz, doğrudan kullandığımız dilden etkilenir.
Dil de kelimeler de hiçbir zaman statik değil. Dil her daim nefes alıyor, “teneffüse” çıkıyor. Dillerde sözdizimsel, semantik, fonolojik değişiklikler meydana gelebiliyor. Öte yandan modern çağda İngilizce gibi başat diller, medyanın da etkisiyle ortak anlamlar yüklenen kelimeler üzerinden “dünya dillerini” yakınlaştırabiliyor.
Dillerin, içindeki o müthiş kelime hazinesiyle birlikte yok olma tehlikesi bugün iklim değişikliği kadar, kuraklık kadar, yağmur ormanlarının yitimi kadar, tsunami kadar önemli bir sorun. Çünkü bir dilin kaybı beraberinde devasa bir kimlik kaybını da beraberinde getiriyor. Bu kimliğin içinde sadece etnik öğeler yok; zira dil, davranış kalıplarından geleneklere, mizaha, sözlü tarihten efsanelere dek kocaman bir sihirli kutudur. UNESCO verilerine göre dünyada 2 bin 500 dil yok olma tehlikesiyle karşı karşıya.
Dil, kimileri için sevgiliye yazılan mektuptaki kelimeler iken, kimilerine göre siyasi propaganda aracı... Kelimeler, kimisi için anne karnında işittiği ninnilerin parçaları iken, kimisi için konuşulması “sakıncalı” olan...
Kimisi için yeni bir dil öğrenmek, o dildeki kelimelerin ardındaki gizemi keşfetmek başlı başına bir uğraş iken, kimisi kelimelerin yapay zekâ üzerinden çevirisiyle yetinir.
Kelimeler kişiden kişiye farklı bir anlam, hikâye, sorumluluk ve gayret barındırır. Dil, kimisi için geçmişiyle ve kır kokulu çocukluğuyla kurduğu en nostaljik bağ iken, ana dili unutturulan birisi için en büyük yabancılaşma öğesi...
Dil, yıllarca verilen mücadele sonucunda dünya klasiklerinin Kürtçe seslendirilmesi sayesinde Tom Sawyer’ı, Oliver Twist’i anadilinde öğrenmek demek... Dil, UNESCO’nun Tehlike Altındaki Diller Atlası’nda “Açıkça Tehlikede” kategorisine konan Romeika’nın (Pontus Rumcası) Trabzon’un dağ köylerinde halen konuşulduğunu duyunca buruk bir tebessüm demek... Dil, her yıl 26 Eylül Dil Bayramı’na veya 21 Şubat Dünya Anadili Günü’ne sığdırılamayacak kadar derinlikli bir organizma ve bir mücadele arenası.
Dil, insanlığın ortak belleği... Herkes toplumdaki incinmelerini aşmanın bir yolu olarak “ortak bir dil”de buluşma çabasında... Son kertede, Yaşar Kemal’in deyişiyle, “Bir dil bulacağız her şeye varan. Bir şeyleri anlatabilen. Böyle dilsiz, böyle düşmanca, böyle bölük pörçük dolaşmayacağız bu dünyada.”
Dil, görünürde varlığını sürdürse de, içindeki çeşitlilik ve anlam derinliğinin yeni nesillere aktarılmamasıyla fiili olarak o dil ve ona içkin kültürel kodlar da yok oluşa sürükleniyor. Ve yok olan bir dili yeniden diriltmek oldukça zor.
“Ayakkabı vurduğunda ayağının arkasında bir yara açılır, çorap giydiğinde o yara çoraba yapışır, çorabı çıkarttığında kabuk kopar ve tekrar kanar. İyileşmesi zaman alır. Ayakkabıyı çorapsız giyemezsin, çorapla giysen yine yapışır. Aile yaraları biraz böyledir. Yürümekten vazgeçemezsin ve attığın her adımda canını acıtmaya devam eder,” der Şermin Yaşar, Gelirken Ekmek Al başlıklı kitabında. Dil yaraları da böyle aslında... Kelimelere yasak geldiğinde dilde bir yara açılır; çorap giyersin, o yara çoraba yapışır, çorabı çıkartırsın, bir süre sonra kabuk bağlar, ama o kabuk da düşer, kelimeler tekrar kanar. “Kelime yaraları” derim ben bunlara. Hiçbir zaman vazgeçmezsin o kelimelerden, canını yaksalar da zaman zaman, onlar senin kimliğini oluşturur.
Benzer şekilde, Rumen düşünür-yazar E.M.Cioran, Çürümenin Kitabı’nda ne güzel söyler: “Tesadüf veya mucize eseri kelimeler uçup gitseydi, tahammül edilemez bir bunaltı ve bir sersemlik içine düşerdik” (çev. Haldun Bayrı, sf. 130).
Dilin –hele ki anadilin- yaşamlarımızı, kimliğimizi, düşüncelerimizi, sahip olduğumuz değerleri tanımladığı düşünüldüğünde, dil toplumun hem en değişken ve akışkan varlığı hem de en önemli bileşenlerinden biridir. Dil olmasa, kelimeler olmasa, biz de tahammül edilemez bir sersemlik ve bunaltıya kapılabiliriz.
Kelimeler de diller de müzelik olacaksa böyle olsun. Ama kelimeler müzenin dışında da yaşasın ve yaşatılsın.