Kelle fiyatına hürriyet, esirlik bedava
Çember daralıyor. Vasıfsızlaşıyoruz. Gitgide çemberin dışına doğru yaklaşıyoruz. Sadece çevirmenler, gazeteciler, lojistik uzmanları,call center çalışanları değil; on bin, yirmi bin gibi rakamlarla büyük teknoloji şirketlerinden atılan bugünün isimsiz mimarları da çemberin dışına doğru gidiyor. Google’ın birçok basın kuruluşunu görünmez kılan son algoritma değişikliği, kimisine oyunu kurallarına göre oynamak gerektiğini hatırlatıyor; bana sadece şunu gösteriyor: Oyun bizim oyunumuz bile değil.
1.
Ben internetle geç sayılabilecek bir yaşta tanıştım. 1997 yılında, üniversitenin kütüphanesinde. Okulun ilk yılı ve sanırım o yılın da ikinci haftasıydı… Kütüphane görevlisi olan ve ‘bu işlerden anlayan’ son sınıf öğrencisi, ben ve iki arkadaşım için birer Hotmail hesabı açtı. Bu hesapla neler yapabileceğimizi anlattı. Neler yapacaktık peki? Birbirimize e-posta gönderecektik… Nereden? Bilgisayardan işte, nereden olacak… Abim ve kuzenimle kaldığım öğrenci evimizde henüz bilgisayar yoktu ama olsun, üniversite kütüphanesine gelip üniversitedeki arkadaşlarıma e-postalar atabilirdim. Bu da bir şeydi… Yeniydi.
Bir şey olmasına bir şeydi de… Peki kaç paraydı?
Bir yandan bu yenilikle tanıştığımıza seviniyordum, öte yandan da hiç anlayıp dinlemeden, ücret sormadan bu işe giriştiğimiz için kendime kızıyordum. Ya pahalı bir şeyse? Cebimde pek para yoktu. Olanı da Hotmail’e harcamak istemiyordum. Hem dur bakalım, ne menem bir şeydi ki bu Hotmail, daha düne kadar varlığını bile bilmiyordum. Şimdi durup dururken ona kimbilir ne kadar harcayacaktım. Hesap da açılmıştı bir kere… Bu arada, sahi, nasıl ödeyecektik? Nereye ödeyecektik? Bizden iki üç yaş büyük bu öğrenci arkadaşa mı?
Sorduk… Arkadaş neyse ki yüreğimizi serinletti. “Bedava” dedi… Her öğrenciyi büyüleyen o sihirli sözcüğü kullanmıştı: Bedava…
İyi de neden? Özal’la Anap’la, 12 Eylül sonrasının cüretli kapitalizm ortamında yetişmiş bir çocuk olarak aklım ‘bedava’ya çok basmıyordu.
İyi de neden bedava?
2.
Merak etmeyin, “Bedava çünkü ücretini kendi varlığınla ödüyorsun, oraya kıymet katan zaten sensin” ya da “Ortada bir mönü yoksa, mönüde olan bizzat sizsinizdir” gibi cümleler kurmayacağım. Bu dersleri bitirdik. Bunları hepimiz biliyoruz artık. Henüz 17 yaşımdayken bilmiyordum; şimdi ben de biliyorum… Hotmail’in de Google’ın da ve artık yapay zekânın da eti de canı da kanı da bizleriz…
Ama bir şey daha var… Bizim etimizden kanımızdan da büyük bir şey. O şeyi bu işleri çok güzel, çok doğru çerçeveler içine yerleştiren birinin, Yanis Varoufakis’in gözünden anlatmayı deneyeceğim. Yunanistan’ın 2010’lu yılların ortalarındaki sancılı döneminde, Çipras kabinesinde bakanlık da yapmış olan ekonomist Varoufakis, yıllardır peş peşe çıkardığı kitaplarda kapitalizmin dünyaya neler ettiğini ayrıntılarıyla sıralıyordu. Kitaplarını rahat ve anlaşılır bir üslupla yazan ekonomist, dilimize henüz çevrilmemiş olan Techno-Feudalism - What Killed Capitalism [Tekno-Feodalizm - Kapitalizmi Öldüren Nedir] isimli son kitabında artık ufak ufak kapitalizme ayrılan sürenin de sonuna geldiğimizi anlatıyor.
Bundan sonra ne olacak peki? Eşitsizlikler son mu bulacak? Gökten üç elma düşecek ve bizler de sonsuza kadar mutlu mu olacağız? “Hayır” diyor Varoufakis. “Bu gidişatla dünya daha da vahşileşecek.”
Eşitsizlik artacak, uçurum büyüyecek ve dünyanın ve bizlerin iliği kemiği bugünün teknoloji devleri arasında pay edilecek. Kapitalizm öncesine benzeyen, yeni bir feodal düzen başlayacak ve bu düzende biz serfler, biz beyaz yakalı, mavi yakalı ya da yakasız ve önlüksüz ve çoğunlukla bilinçsiz işçileri dünyanın, yeni feodal lordlarımızın izin verdiği alanlarda, izin verdiği ölçülerde yaşayıp mutlu olmaya çalışacağız. Çok azımız başarıp yırtacak, lordlara yaklaşacak; onlarla göz hizasında buluşmasalar bile ayaklarının altında da dolaşmayacaklar. Ama bu yeni yırtmışlar, altta kalanları da pek umursamayacaklar. Düzenin copu ve polisi ve sansürü ve banka kredisi ve rantiyesi ve muktediri de pek umursamayacak.
3.
Bildiğimiz hikâye evet ama bildiğimiz şekilde değil… Tekno-feodal düzende, üretim araçlarının sahipleri hükümetlerin güdümünden uzaklar; hükümetlerin bile uzanamayacağı bir yerdeler. Çünkü bugüne dek görülmemiş, iktidarların da acemisi olduğu üretim araçlarına sahipler. Adlı adınca yapay zekâya ve algoritmaya sahipler…
Bu işin bize esas değen yeri nerede başlıyor peki? Varoufakis’e dönelim ve ondan çıkan kısmın özetini alalım. Varoufakis, Marksist tarihçilerin izinden giderek kapitalizmin esasen çitleme/çevreleme hareketiyle (enclosure) başladığını anlatıyor. Feodal Orta Çağ İngiltere ve Avrupasında serfler, vassallarının toprağı üzerinde çiftçilik yapıyor ve üretimlerinin çoğunu onlara vermekle beraber kendi yaşamlarını da buradan kazanıyorlardı. Gün geldi, Avrupalılar uzak denizlere açıldı; yeni ve eski dünyalardan gelen baharatlar, ipekler, yünler, Avrupa limanlarına çok hızlı ulaşır oldu. Bambaşka bir ticaret başladı; yeni bir dünya kuruldu ve dönemin toprak sahipleri bu dünyada yerini aldı. Bu yeni dünyada çiftçi serflere yer yoktu. Toprak sahipleri topraklarını çitlerle çevreledi ve toprağı işleyenleri de çitin dışına attı. İçeride artık etinden sütünden ama en çok yününden faydalanılacak koyunlar kalmıştı ve onlar için de çok fazla köylüye ihtiyaç duyulmuyordu. Topraksız kalan köylünün ana yaşam damarı kesilmişti. Peki ne yaptılar? Bazıları vassalın ücretli işçisi haline geldi. Kalanı şehirlere aktı, dünyanın yarıklarından içeri düştü, hiçleşti veya yeni kapitalist düzende ter olup çarklara damladı. Üretim araçları ellerinden alınmıştı. Onlar da zorunluluktan başka bir hayata başladılar. Fabrikalara koştular, madenlere indiler. Buhar makinesiyle, çeliğe su verilmesiyle birlikte endüstri ve sanayi devrimlerini kanlarından canlarından yarattılar. Emeklerinden doğan güçlerinin farkına varınca da dünyayı değiştiren devrimleri yaptılar.
İçlerinden bazıları uzaklara, yeni dünyalara göç etti. Bu topraksız köylüler yeni dünyalarda yeni topraklar buldu. İşte onların torunlarının topraklarına da yüzyıllar sonra çöküldü. 1920’li yılların sonunda ABD’yi vuran büyük ekonomik kriz sonrasında, Büyük Buhran döneminde dev ölçülerde bir topraksızlaşma yaşandı. Toprak sahibi köylülere bolluk zamanında krediler veren bankalar, ekonomik darboğazda, kıtlık yıllarında borcunu ödeyemeyen köylülerin toprağını elinden aldı. Binlerce yüzbinlerce milyonlarca köylü bu yüzden kendi ülkelerinden göç etmek zorunda kaldı. Orta batının sert kışından Kaliforniya’nın şeftalili pamuklu yazlarına doğru büyük bir yürüyüş başladı.
Amerikan yazar John Steinbeck, dev eseri Gazap Üzümleri’nde işte bir anda evsiz, topraksız, çaresiz kalan çiftçilerin bu büyük göçünü kalemini hiç sakınmadan anlatır. Okuduğunuzda sadece sistemin insana karşı değil, fırsat buldu mu insanın insana karşı acımasızlığını da yüreğinizin ta içinde hissedersiniz. Hele gün aşırı çocukların açlıktan öldüğü günlerde, tüketilmediğinden elde kalan meyveleri, sebzeleri, etleri önce toprağa gömüp, sonra kimse faydalanamasın diye üzerine zehirli gazlar sıkanları, sönmemiş kireçleri dökenleri okuduğunuzda… Fiyat düşmesin diye böyle yaparlar. Fiyatları düzenleyen o ‘görünmez el’ vardır ya, bilirsiniz, işte o el, bazen üzümlerin üzerine zehir de sıkar, etlerin üzerine kireç de döker… Güya görünmez…
4.
Gelelim kendi dünyamıza… Gazap Üzümleri’nden neredeyse 100 yıl sonrasına. Gelelim ve “Şimdi biz kimiz” diye soralım kendimize.
Bugün biz kimiz? Yazan çizenleriz. Alıp satanlarız. Öğretenleriz. Yemek yapanlarız. Tasarlayanlarız. Kodamanlar değilsek de kodlayanlarız. Bu satırları okuyanlarız.
Varoufakis de diyor ki, hayır tam olarak sandığımız kişiler değiliz; hepimiz değilsek de çoğumuz, esasen 15’inci, 16’ncı yüzyıllarda derebeyinin tarlasını süren çiftçileriz. Üretim aracımız bizim değil. Toprağımız bizim değil ve kapının önüne konulmak üzereyiz.
Hayatlarımızı her geçen gün daha büyük ölçüde algoritma belirliyor. Kararlarımızı her geçen gün daha büyük ölçüde algoritma veriyor. Sağlıktan eğitime, yönetimden seçimlere bu oran daha da artacak ve biz bugüne dek görülmemiş ölçüde zengin olan insanların, yeni üretim araçlarının sahiplerinin iki dudağı arasına sıkışacağız. O sahipler bizi değiştirecek, dönüştürecek müthiş bir güce sahip olacaklar.
Mavi yakalılardan farklı olarak, bir sendikamız yok (bu düzende ileride onların da kalmayabilir), sınıf bilincimiz yok ve pandemide denemeleri yapıldığı üzere artık içinde beraber çalıştığımız bir ofisimiz de yok. Her yerden, her şekilde çalışabiliyoruz; çünkü üretim araçlarının sahipleri böyle uygun görüyor. Biz bunu güzel bir şey sanıyoruz, hatta kazanılmış bir hak olarak görüyoruz ama bu esasen bildiğimiz dünyanın ayaklarımızın altından kayıp gitmesinin sadece bir aşaması. Üretim araçlarımızdan uzaklaşıyoruz.
Üretim aracı bir laptop ve internet bağlantısı değil, hayır… Üretim aracı artık ağlar, çipler, algoritmalar ve bunların çok az sayıda sahibi var. Kuralları o sahip koyar. Sizi isterse çitin içine, isterse dışına alır. YouTube’da iş yapan önemli bir gazeteci misiniz, sizi isterse bir anda sıfırlar. Kendi yağında kavrulan muhalif basın mısınız, algoritmalar sizin varlığınızı bir saniyede kısıtlar; sizi görünmez kılar. Dilediği iktidarla dilediği zaman konuşur. Sizinle zaten konuşmaz. Sizi maillerin telefonların olmadığı zamansız bir boşlukta bekletip durur. Dilerse böyle yapar…
Ya iktidar? İnterneti yavaşlattığı anda, Instagram’a, Twitter’a kısıt koyduğu anda ve bunu bir ay sürdürdüğünde, buralarda kurulan işleri bitirmekle muktedirdir iktidar. Servis sağlayıcılarla, operatörlerle, algoritmacılarla kol kola yapamayacağı şey yoktur. Sendikanız, sınıf bilinciniz hatta bir ofisiniz bile olmadığında, üretim aracınız sandığınız bir laptopla bir kafe köşesinde bu düzene karşı gelemezsiniz.
Çember daralıyor. Vasıfsızlaşıyoruz. Gitgide çitin dışına doğru yaklaşıyoruz. Sadece çevirmenler, gazeteciler, lojistik uzmanları,call center çalışanları değil; on bin, yirmi bin gibi rakamlarla büyük teknoloji şirketlerinden atılan bugünün isimsiz mimarları da çitin dışına doğru gidiyor. Google’ın birçok basın kuruluşunu bir anda görünmez kılan son algoritma değişikliği, kimisine oyunu kurallarına göre oynamak gerektiğini hatırlatıyor; bana sadece şunu gösteriyor: Oyun bizim oyunumuz bile değil. Oyun bizi, hiçbir güvencesi ve savunması olmayan bizi çitin önüne koymak ve kendi kaderimize bırakmak için gün sayanların oyunu. Teknoloji lordlarının oyunu… Yeri gelirse iktidarla hareket etmekten çekinmeyecek, yeri geldiğinde onları bile sallamayacakların oyunu.
O halde bir daha soralım kendimize. Şimdi siz kimiz? Şu an neredeyiz?
Şu söyleyeceğimi üniversite kütüphanesinde “Hotmail’de hesap açmak bedava” lafını işittiğimde anlayamazdım elbette. Ama artık biliyorum. O gün hayatımda ilk defa bir derebeyinin toprağına girmiştim.
Hâlen de oradayım. Şimdilik.
*PS. Bu tekno-feodal dünya üzerinde biraz daha yazıp çizmeyi planlıyorum. İtirazlara ve katkılara açığım.
Yenal Bilgici Kimdir?
Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.
Brezilya günlükleri: Anne biz artık zengin miyiz? 21 Temmuz 2024
Tourists, Go Home! 14 Temmuz 2024
100 bin oyla Meclis’e giren gergedan Cacareco’nun ilham veren hikâyesi 07 Temmuz 2024
Cézanne’ın dağı, Sisifos’un çilesi, hem tanıdık hem yepyeni 30 Haziran 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI