Kemal Varol'un yeni romanı Kara Sis'ten tadımlık bölüm
Ödüllü yazar Kemal Varol'un yeni romanı 'Kara Sis' Everest Yayınları tarafından yayımlandı. Romandan tadımlık bir bölümü okurlarımıza sunuyoruz...
“Sık sık okuduğum bir sayfadan çıkıp gelirsin -bazen de yazmaya çalıştığım bir sayfadan ve başını geriye atarak gülümsersin.”
John Berger-Portreler
Kemal Varol*
Kursağımda kalan, benim senelerdir dışarıda gezmemiş, bir daha dünyayı görmeyecek gözlerimi de bulacaksın bu mektubu aldığında. Eğilip daracık posta kutusunun içindeki zarfta dönüp duran bu ıslak, yapışkan, hüzünlü ve kızarmış gözlerin gerçek olup olmadığına bakacaksın belki de. Sonra avcuna aldığın o iki kaygan gözü, bir süre hayretle inceleyecek ve kimseler görmesin diye adına kuyu dediğin çantana atacaksın bir çırpıda muhtemelen. Çünkü karanlığa, hücre cezalarına, ıssız koridorlara, bodrum katlarına, bir tabutu andıran koğuşlara ve sessizliğe alışan gözlerim dışarının o güçlü ışığı karşısında çok fazla dayanamayacaktır. Şimdi sen dışarıdasın, bense içerideyim. Onca yıldan sonra yer değiştirdik seninle. Hayat yine yan yana getirmedi bizi. Halden anlarsın. Harflerden anlarsın. Aşkın sonsuzluğundan elbette anlarsın. Vasiyetimdir: Gözlerimi, gözlerimin içindeki harfleri alıp başka bir körlüğe sakla benim için.
Arada sırada arkana bakıp kimsenin seni takip etmediğini anladığında çantanın fermuarını açıp merakla gözlerime bak. İkinci kez orada, o parfümler, rujlar, cüzdanlar, aynalar, anahtarlar arasında durup sana bakacağım öylece. Gözlerimiz bir asır geçmiş, bir yarayı iyileştirir, bir hikâyeyi tamama erdirir gibi birbirine değecek orada. Yıllardır ayrı düşmüş, hiçbir yerde birbirine tesadüf etmemiş gözler nasıl dolarsa aniden, öyle dolu dolu bakacağız birbirimize o gün. Hatta o kadar hasretle bakacağız ki belki bir anlığına yer değiştireceğiz orada. Kaybedilmiş bir eşyayı yeniden bulmuş ya da hiç ummadığın biriyle günün birinde bir sokakta karşılaşır gibi, yüreğin ağzında sokak sokak gezineceksin o anda.
Rüya olmadığını anlayıp beni tekrar eski yerine, çantanın astarına yayılmış parfüm kokusunun içine gömdüğünde senin çok eskilerde kalmış kokunu yeniden içime çekeceğim o gün. Açık çantanın içinden o incecik, narin koluna, bileğindeki takılara, arada bir gördüğüm dirseğine, omzuna düşen saçlarına bakacağım sevinçle. “Korkma,” diye sesleneceğim, “ben içerideyim hâlâ ama gözlerimi sana gönderdim. Al biraz gezdir beni dışarıda.” Sen, kimseler anlamasın diye sessizce göz kırpacaksın bana. Sonra hızla yürümeye devam edeceksin belki. Çantanın içinde sağa sola sallanırken arada bir gökyüzüne bakacağım. Güneş, hiç olmadığı kadar tepedeyken gözlerim huzurla, bir çeşit tebessümle açılıp kapanacak o gün. Yanlış, eksik, tozlu ve kırık dökük bir ömre sonunda böyle bir nihayet bulabildiğim için.
Artık dışarıyı görmeyecek gözlerimi evine barkına götür o gün. Kapıyı kapatır kapatmaz göğsüne bastır beni. Kaybolur, bir yerlere düşerim de bulamazsın endişesiyle görünür bir yere koy beni. Sen sanırım yıllar sürecek uzun bir yol için hazırlığını yaparken, ben oturma odasındaki sehpanın üzerinde durup senin odadan odaya geçmeni izlerim sevinçle. Elini beline koyup düşünmeni, yanına neler alman gerektiği konusundaki kararsızlığını, dışarı çıkmak için ne kadar vaktin kaldığını anlamak istercesine göz attığın saatin telaşını seyrederim bir köşede. Nihayet içeriden ağzına kadar doldurulmuş bir sırt çantasıyla çıktığında, eğilip sehpanın üzerindeki gözlerimi alırsın. Avucunda bir o yana bir bu yana sallanıp duran gözlerime yıllar sonra ilk kez bu kadar eğilip küçük, ıslak, masum bir öpücük kondurursun. Kaygan, yapışkan ve ıslak gözümü eline alır, avucunda iki yana sallarsın. Sallanırken durup sana bakarım sevinçle. Gözkapaklarım ve kirpiklerim olsa öylece uyurum belki elinin içinde. Sonra durursun. Elini iyice açarsın. Avucunun tam ortasına yuvarlanır gözlerim. Bir an avucundaki gözlerimi Yahudilerden Şiilere, oradan tüm İslam âlemine ulaşan Hamsa’ya benzetirsin belki. Sonra, elinde dönüp duran gözlerimi sıkıca sarıp ne yapman gerektiğini düşünürsün sıkıntıyla. Nereye, nasıl gitmesi gerektiğini bilmeyen çaresiz, yorgun ve umutsuz bir yolcu gibi… Korkma, ben sana yol gösteririm o gün. İki kaşının arasında yeni bir göz olur, seni zamanın yollarına ben çıkarırım olmazsa.
Sisli bir geceden yeni yeni uyanan bir sabah sakinliğine götür o gün gözlerimi. Mahalle fırınından yayılan ekmeğin buğusunu koklat. Kucağındaki ekmeklerden ufak ısırıklar alarak eve yürüyen çocuğun yüzündeki sevinci anımsat bana. Ardından pencere pervazlarına dirseklerini sıkıntıyla dayayan ihtiyarları göster. Balkon tellerine çamaşır asan kadınları, dükkân önlerine su serpen esnafın sabah telaşını, durakta otobüs bekleyenlerin yüzündeki yorgunluğu göster gözlerime. Uykusunu alamamış işçilerin otobüslerde yana kayan yorgun ve terli boyunlarını hatırlat bana. İnsanların her gün geçip gittikleri sokaklara çevir gözlerimi. Uzaklarda boy atan apartmanlara, yol kenarında iki büklüm olmuş ağaçlara, tabelalara, reklam panolarına, indirim günleri duyurularına, bir zamanlar bana hep keder veren benzin istasyonlarının yalnızlığına götür gözlerimi.
İçimde kalan o uzak, o şehirler şehri İstanbul’un, tenha, ıssız ve tekin olmayan sur diplerine götür beni sonra. Şimdilerde diplerini evsiz ve ayyaşların mesken tuttuğu yıkık burçlarından geçirip bir zamanlar şehri boydan boya kaplayan, birbirine karanlık geçitlerle bağlanan sarnıçlarına götür. Üzerlerinde yürüyenlerin artık umursamadığı, çoğunun altta bir zamanlar başka bir dünya olduğunu bilmeden geçip gittiği karanlık dehlizlerden geçirip sarayın gizemli ve korku dolu uzun koridorlarına çıkar beni. Rasathanelerin tozlu odalarında dolaştır gözlerimi. Zamana, gökyüzüne, yıldıza ve aya bir süre eskilerin gözüyle bakayım. Sonra karanlık, küflü, rutubetli, eşyaları çoktan çürümeye yüz tutmuş eski bir odaya sok beni. Ölmeden önce görmek istediğim o meşhur Ahval-i Kıyamet nüshasını bulup getir bana. Gökte ve yerde canlı hiç kimse kalmayınca işsiz ve çaresiz kalan Azrail’in o biçare halini tasvir eden resmini getirip tam önüme koy. Dünyada ölecek kimse kalmayınca, Allah’ın buyruğu üzerine, parmaklarıyla gözlerini yerinden çıkarıp sonunda kendi canını alan renkli kanatlı Azrail tasvirini göster bana. Benim artık dışarıyı görmeyecek gözlerimi alıp Azrail’in kendi eliyle boşalttığı göz çukurlarına yerleştir. Kimseyi isteyerek öldürmedim. Böyle olsun hiç istemedim. Birinin canını almak nasılmış, ölüm acısı neymiş, ilk defa o gün Azrail’in gözlerinde göreyim.
Solgun gözlerimi oradan alıp sokak sokak gezdirmeye başla yeniden. Artık akşamdan akşama uğrayıp şöyle bir iki tek içemeyeceğim meyhanelerden, önünde erkeklerin sigara içtiği batakhanelerden, hiç gidemeyeceğim tren garlarından, kimseyi aramayacağım telefon kulübelerinden, bir bekleyenimin olmayacağı, kimsenin beni uğurlamayacağı vapur iskelelerinden, küçük, eski ve kir pas içindeki, adı Demir, Radar ya da Özlem olan herhangi bir otelden geçir gözlerimi. Bir gözü kısıklardan, camgözlerden, önünü göremeyen sarhoşlardan, yaşlılığın küçük, büzülmüş göz çukurlarından geçir gözlerimi. Gece yarıları sokakları kaplayan ambulans veya polis sirenlerini, fren seslerini, eski model araçlardan yayılan bir zamanların eski ve hüzünlü şarkılarını; tavuk pilav, açma ya da boza satan satıcılarını; denizin uzaktaki çağrısını, yolcu gemilerinin vedasını, Boğaz’ın kederli uğultusunu; kuşların ödünü koparan havai fişekleri, uzaklardan duyulan bir kadın çığlığını, derdini meyhanede bırakamamış bir sarhoşun narasını, oradan oraya kaçan kedilerle sokak köpeklerinin telaşını, İstanbul’un tekinsiz, karanlık ve esrarlı ara sokaklarını göster bana o gece sokaklarda gezerken. Dışarıda geçireceğim o ilk gecede bir türlü uyuyamadığı, huzurla kapanamadığı için gittikçe kanlanan gözlerim yıllar boyunca göremediği bu görüntülerle kamaşırken beni hiç uyku tutmayacak o otel odasında. Uzandığın yatağın kıvrımlarına, yastığa düşmüş yüzündeki göz çukurlarının tam kıyısına çağır gözlerimi. Belki seninle yeryüzünde ilk defa o gece yan yana uyuruz. Kaparız gözlerimizi. Başka bir âleme gideriz. Ölür gibi. Hiç uyanmayacakmışız gibi…
*Göz / Bölüm 7