'Kendi Kendine' bir müzisyen: Ali Doğan Gönültaş
Zê Tijê grubuyla tanınan Ali Doğan Gönültaş ilk solo albümü olan ‘Kiğı’dan şarkıları müzikseverlerin beğenisine sunmaya başladı. Sanatçı, müzik kariyeri ve albümüyle ilgili sorularımızı yanıtladı.
Ahmet Hakan Vergi
DUVAR - Zê Tijê grubunun ilk albümü ‘Yanlışımız Var!’, 2015 yılında yayınlanmıştı. Grup daha sonra 2019’da ikinci albümleri ‘Ur’ ile bir kez daha merhaba dedi.
Grubun solisti olan Ali Doğan Gönültaş ise bugünlerde solo çalışmalarını sürdürüyor. Gönültaş son yıllarda konserlerini ‘Xo Bi Xo’, Türkçesiyle ‘Kendi Kendine’ başlığı altında gerçekleştiriyor.
Yakın zamanda ‘Kiğı’ adlı ilk solo albümünden şarkıları paylaşmaya başlayan sanatçı, albümde Zazaki, Kurmanci ve Türkçe şarkılar yorumluyor. 10 şarkıya yer vereceği albüm için Gönültaş, “13-14 yıllık bir çalışmanın ürünü” diyor. Albüm, sözlü anlatımların yanında müzikal olarak da 150 yıllık bir tarihe ışık tutuyor. Ali Doğan Gönültaş, bu albüm ile bir nevi 150 yıllık bir tarihin hem görsel hem de sözlü kültür tarihini insanlarla buluşturuyor.
‘Kiğı’, single’lar olarak Nisan ayı içerisinde yayınlanacak. Tüm şarkılar yayınlandıktan sonra ise plak formatında basılacak.
Albümün ilk şarkısı ‘Bostano’, 30 Mart’ta tüm dijital müzik platformlarında yayınlandı. Albümün ilk şarkısını yayınlamasının ardından sanatçı Ali Doğan Gönültaş ile konuştuk.
‘ANLAMA VE ANLAMLANDIRMA İSTEĞİ’
Sizi ‘Kiğı’ albümünü yapmaya iten şey neydi? Neler hissediyorsunuz?
Yaşadıklarımız, bir toplamın sonucunda görünür oluyor. Bu albüm özelinde de öyle. Bir sürü sebepten ya da koşuldan bahsedilebilir. Beni böylesi bir çalışmaya iten kuvvet ise anlama ve anlamlandırma isteğiydi. Yaptığım işlerde çoğu zaman bu dertle hareket ettim. İnsanın varoluş biçimi de biraz böyle gelir bana. En önce, sana en yakın olanı anlamlandırmaya çalışırsın. Yetmez, uzaktakini anlamlandırmaya çalışırsın. Bir şeyleri keşfettiğini bilsen de yetmez. Yine dönüp kendi evine gelirsin. Aslında sana ait olan ve senin ait olduğun şeye gidip gelme hâli. İlk solo çalışmamda bu durumla peşin olarak yüzleşmek istedim. En yakınımda olan ses, söz, dil ne ise onunla anlatmak istedim derdimi. Belki yarın biçim ve içerik olarak başka türlü işler yapabilirim ama bugün böyle anlatmak kişisel olarak daha doğru geldi bana.
Zazakî müziğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bu dil ile icra yapmış onlarca müzisyenden bahsedebiliriz. Bakarsanız birbirinden çok farklı biçimlere sahipler. Bunların hepsi ayrı fikir ve duyguları oluşturuyorlar. Kendi yerel müziğini icra edenlerden tutun da cazın farklı türlerini icra edene kadar geniş bir yelpazeden bahsedebiliriz. Ben de kendi anadilimden, kendi duyduğum seslerden besleniyorum muhakkak. Tek bir şey duymadığım için de üretimlerimde farklı uçlara değme şansım oldu şu zamana kadar. Birilerine cesaret verdiyse ne mutlu.
Zazakî dilinin varlığı, o dille yapılacak üretimlerle bire bir ilişkilidir. Eğer bir dil gündelik hayatın içinde konuşulmuyorsa, nefes almıyorsa o dille yapılacak bir üretim sadece müzelik bir anlam barındırır. Bu bakımdan öncelikle kendi anadilimizi nasıl yaşatabiliriz üzerine kafa yormamız gerek. Kendi anasının sütünden beslenemeyen bir yavrunun koşmasını beklemek gerçek dışı olur. Dil, bizim ana sütümüzdür. Yani doğuştan gelen hakkımızdır. Bugün onlarca yıllık inkâr ve asimilasyon siyasetinin sonucu olarak dilimizi kaybetmekle yüz yüzeyiz. Eğitim dili olması, gündelik hayatta konuşulması ile beraber, bu dil ile üst düzeyde sanat yapmamız daha mümkün. Bu bakımdan biraz endişeliyim. Endişeli olduğum kısım kendi dilimizde sanat yapamamak değil. Sanat dil ötesi bir şeydir çünkü.
Müziğinizi icra ederken, Zaza diline duyduğunuz hassasiyeti göz önünde bulundurursak, böyle bir çabanın gayesi, nereye varmak ya da müzik bazında vardırmak ve bu gayretiniz, gücünü nasıl bir motivasyondan alıyor? Sizi ne motive ediyor?
Dil evreni, içine girmeden anlayıp anlamlandırabileceğimiz bir şey değil. En azından çoğunlukla böyledir. Bu konuştuklarımızı Zazaca ifade etmeye çalışsaydık bir sürü farklı anlama değecektik. Sadece o dile ait olan bir ifade, bir şey… Yaşadığımız atmosfer o kadar absürt ki Zazaca’yı Türk dili ile tariflendiriyoruz çoğu zaman. İşte burayı aşma motivasyonu küçük bir örnek sorunuza. Ama ben tek başına bu motivasyonu yeterli görmüyorum. İnsan olarak yalnızca bana ait olan bir hâle de sahibim. Örneğin yalnızlık! Herkes yalnız kalır ama başka bir hâlde. Yalnızlık, kendi içinde bir sürü hâli barındıran geniş bir alandır. Bunu birden fazla ifade ile anlatmak zenginliği doğuruyor. Aynı zamanda buralardan tutup anlatmak isterim. Bunu bazen kendi anadilimle bazen kendi anadilime kıyasla daha hâkim olduğum Türkçe ile anlatırım. Sırf Zazaca olsun diye niteliksiz şeyler yapmak da istemiyorum. Mühim olan hangi dertle ne yaptığın. Plastik sanatlara baktığımızda bu durumu çok daha rahat anlayabiliriz. Bir heykeli anlamak için dile ihtiyacımız yoktur. Eğer talipseniz dille anlatılamayacak kadar yoğun şeyler anlatabilir size.
‘SANAT VE TUTUCULUK BİRBİRİNE ZITTIR’
Gerek enstrümanlar bağlamında gerekse geçmişten kullanılagelmiş müzik formlarına yaklaşımınızla bir bakıma farklı kültürlerin kolajını sunuyorsunuz. Diğer yandan bu malzemeyi doğrudan bir alıntılama yerine çeşitli dokunuşlarla yeniden üretime tabi tutuyorsunuz. Bütün bu mirasa dair estetik bakış açınız, nasıl bir yaklaşımı barındırıyor?
Sanat ve tutuculuk birbirine zıt mefhumlar. Bir şeyi direkt anlatmak istiyorsanız ya tebliğ edersiniz ya da bilime yönelirsiniz. Sanat içerik bakımından özgürlük ve sınırsızlık kavramlarıyla aynı damardan gelir. Duvara bir tuğla daha koymak için değil o duvarı yıkmak için bir araçtır. Sanatı, “güzele ve iyiye” hizmet eden bir araç olarak tanımlamak yanlış bence. Güzelin ötesinde bir yerdedir. Bazen sizi rahatsız eder söyledikleriyle, gösterdikleriyle. Bunun estetiğini de o dinamikle yapar. Ben bu bakımdan yaptığım işin içeriğine göre bir dil belirlemeyi doğru buluyorum. Örneğin bu albümde yerleşik, klasik bir dile yakın durdum. Her ne kadar kendi estetik dilimi kullansam da geçmişle bir bağı koparmamak adına bölgenin form yapısını değiştirmeyecek bir icra denedim. Fakat Ze Tijê kayıtlarını göz önünde bulundurduğumuzda bambaşka bir motivasyon görüyoruz. Deneyen, dönüştüren ve bütününde tüm bu deneyimin hem icracısı hem de kendisi olan bir örnekten bahsedebiliriz. Zazaca örneğinde, icraların büyük çoğunluğu kırsal yaşam örnekleri ile ilişkili olduğu için müzikal yapı da oraya uygun seyretmiş. Fakat bizim kuşak köyden çok kenti ve kent ilişkilerini deneyimlemiş bir kuşak. Kendi deneyimlerimizi kendi ifade biçimimizle anlatmamız gerekti. Biz de öyle yaptık. Anlam arayışı, yalnızlık, iletişimsizlik gibi konuları anlattık. Bu meseleleri hangi biçimde anlatabiliriz. Geleneksel, yerleşik dille değil en azından. Bunu bilerek bir tercihte bulunduk.
Yine birden fazla cevap vermiş oldum ama olgu bu. Aynı kişi birbirinden farklı ifade biçimleri deneyebilir. Ben bu konuda korumacı olmaktan ziyade dönüşümden yanayım. Örneğin; Kızılbaş inancını yansıtan deyişlere nefeslere bakınca da aynı durumla karşılaşıyoruz. Deyiş ya da nefeslerin “yenilikçi” yorumları, gelenekçileri rahatsız ediyor. “Bu deyiş böyle mi havalandırılır?” denir. Klasik ve kolaycı bir yorum bu bence. Zira bu nefeslerin sahipleri kendi döneminin ötesinde bir yaratıcılığa ve ifadeye sahipti. Bugün tutup da 14. yüzyıl ifade ve icra şeklini kullanmak bana anlamlı gelmiyor. Kullanılacaksa da tercihen olmalı. Bunun dışında insana, “yapma!” demek anlamsız duruyor. Kültür, kelime kökeni olarak “ekin” kökünden geliyor. Bildiğimiz ekmek. Eker, beklersin ve dönüşmüş olarak bulursun. Belki de bu tanımları klişeden çıkarıp öyle kullansak daha da rahatlayacağız. En azından aynı şeyleri konuşup enerjimizi tüketmeyeceğiz. Özetle kendimi bir geleneğin zaptiyesi olarak görmüyorum. Hâlâ arıyorum. Sesimi, kendimi…