Kesrevi’nin ruhu: İran-Gence-Karabağ

İran İslam Cumhuriyeti Tahran’daki bir otoyola Kesrevi’nin adını vermemiştir belki ama, onun ruhu hariciye koridorlarından da hiç eksik olmamıştır. Dolayısıyla Karabağ’da elde edildiği iddia edilen zaferlerde ahaliye, İstanbul makamında dinletilen ezanların, Ruslardan evvel o koridordaki ruhta nasıl bir ruhani his ve etki uyandıracağı belirleyici olacaktır.

Kesrevi
Google Haberlere Abone ol

Veysel Başçı*

Şii-İslam düşüncesine karşı rasyonel eleştirileri, tarihsel ve edebi tetkikleri, milliyetçilik ve ulus devlet bağlamındaki görüşleriyle öne çıkmış, modern düşünce tarihinin önemli isimlerinden, İranlı aydın, tarihçi ve siyaset adamı Ahmet Kesrevi, 1946 yılında “Fedaiyan-ı İslam” [İslam Fedaileri] adlı gruba mensup iki kardeş tarafından Tahran’da suikast sonucu öldürülmüştü. Suikast emrini veren kişi, adı geçen grubun, “Nevvab Safevi” kod adlı lideriydi. Kısa süre önce ona ilk suikastı düzenlemiş olan ve Kesrevi gibi kendisinin de peygamber soyundan geldiğini iddia eden bu genç liderin ideolojik birtakım kimlikleri de vardı. Örneğin Mısır’da Seyid Kutup ile görüşmüştü. Sunni-İhvan çizgisine sempati duymuş “Şii” bir din adamıydı. Şii dünyasında örneği az bu genç din adamının ideolojisi 1979 Şubat Devrimi’nin ardından ulema tarafından yüceltilecek, adı da Tahran’daki büyük bir otobanda yaşatılacaktı.

Kesrevi 1890 yılında dünya Azerileri tarafından “Payitaht” kabul edilen Tebriz’de ulema sınıfına mensup bir ailede dünyaya gelmişti. Etnik olarak Azeri’ydi ya da belli kesimlerin altını çizerek literatüre koymaya çalıştıkları şekliyle Azerbaycan Türküydü. Yirmili yaşlarına kadar klasik medrese eğitimi almış bir mollaydı, fakat derin bir sorgulama devresinden sonra şüpheciliği esas alan sistematik düşünceye evrilmişti. Bu düşünceleri onu pek çok kez dindar kesimlerle karşı karşıya getirecekti. Farklı isimler altında defalarca tekfir edilse de bilimsel üretkenliğinden asla ödün vermeyecekti.

Kesrevi, Tebriz’de henüz genç bir medrese talebesiyken Şeyh Ubeydullah Nehri’nin tarihi Urumiye ve Tebriz hareketinin etkilerini derinden hissetmişti. 1906 Meşrutiyet Hareketi’ni görmüş, Meşrutiyet yanlılarının taleplerini ziyadesiyle önemsemişti. Zaten daha sonra kariyerinin en önemli eseri kabul edilecek o 906 sayfalık kallavi “Tarih-i Meşrute-yi İran” [İran Meşrutiyet Tarihi] adlı eserinde bu taleplerin ayrıntılarını etraflıca ortaya koyacaktı. 1917 yılında Şeyh Muhammed Hıyabani öncülüğünde temelleri atılan modern Azeri milliyetçiliğinin şekillenmesine de tanıklık etmişti. Talepleri arasında otonomi ve “Tebriz civarında hakimiyet kurmaya çalışan Osmanlı güçlerinin derhal bölgeyi terk etmesi” olan söz konusu bu Azeri milliyetçisi hareketle yakın temasları da olmuştu, fakat hareketin içerisinde fiili olarak yer almamıştı. Hareketi sert eleştirileri sebebiyle tutuklanmamak için de Tebriz’den Tahran’a göçmek zorunda kalmıştı. Kesrevi’nin 1920 yılında Tebriz’den ayrılıp Tahran’a kalıcı olarak yerleştiği dönem, hayatında da düşüncelerinde de yeni bir devrenin başlangıcı sayılıyordu. Bu yeni dönemde, Adalet Bakanlığı bünyesinde müfettişlik, savcılık, Tahran Üniversitesi tarih kürsüsünde hocalık gibi çeşitli görevlerde bulunacak ve bir süreliğine de serbest avukatlık yapacaktı. Siyasi ve entelektüel olarak kendisini takip eden destekçileriyle “Pak-dinan” [Arı Din Takipçileri] ve “Azadegan” [Özgürlükçüler] isimli gayriresmi iki dernek çatısı altında faaliyetlerde bulunmuştu. Bu derneklerden Azadegan’ı siyasi bir partiye dönüştürmeyi hedeflemişti. “Perçem” ve “Peyman” adlı dergi ve gazeteyle de görüş ve teorilerini ülkede yaymaya çalışıyordu.

Ervand Abrahamian, Kesrevi’yi; “modernleşmenin teorisyeni, geleneksel otoritenin temellerini yerle bir eden tehlikeli bir put kırıcı, reform hareketinin önde gelen bir tarihçisi, kendi teorilerini pazarlamak ve rakiplerine karakter suikastı yapmak için tarihi keyfince kullanan bir adam, rasyonel düşünce ve aydınlanmayı tek başına İran’a getirmeye çalışmış gerçek bir filozof, köhnemiş hurafeleri kaldırıp yerine kendi bulanık dogmalarını yerleştirmek isteyen modern giyimli bir molla, geniş fikirli bir enternasyonalist, dünya meseleleriyle ilgilenen bir hümanist, dar görüşlü bir ulusalcı, yabancı kökenli sözcüklere alerjisi olan bir zenofobi, küçük burjuva idealisti, askeri diktatörlüğü meşrulaştıran bir kurnaz, militan bir anayasacı, politik elitlerin tavizsiz bir düşmanı, Şii geçmişlerinden kopup devrimci sosyalistlere öykünen aydınlar için yazdıklarıyla bir ara formül sunmuş huzur bozucu bir radikal” olarak farklı yüzleriyle ele alacaktı. Ancak bütün bu tanımlamalarda gerçeğin bir parçası olmakla birlikte hiçbirisi onu tam olarak anlatamıyor, diyecekti.

İşte Kesrevi’nin bu çok yönlü komplike kimliği yüzünden ulemanın da baskısıyla Şah döneminden itibaren kitapları yakılmaya başlanmıştı. Şiiliği eleştiren kitapları sebebiyle ulema tarafından kanının dökülmesine cevaz verilmişti. Onu hedef almış din adamlarından birisi de İmam Humeyni’ydi. “Keşf’ul Esrar” adlı eserinde Kesrevi’yi, hain olarak nitelemişti o da. Ama düşünceleri aydın sınıfında tartışılıyordu. Hatta Ali Şeriati “Ali Şiası - Safevi Şiası” adlı eserini Kesrevi’nin çok daha önceleri kaleme aldığı ve Şii ulemanın nefretini üzerine çektiği “Şiigeri” [Şiicilik] adlı eserinden esinlenerek kaleme almıştı. Gelenekselcisi ve reformistiyle, ülkesindeki bütün din adamları ona karşıydı. Öyle ki o din adamları, cenazesinin İslami usullerle defnedilmesine bile izin vermemişlerdi. Ölüsü bir gece yarısı Tahran’ın kuzeyinde gözden ırak bir mahallede toprağa verilmişti.

Kesrevi’nin Adalet Bakanlığı bünyesinde müfettiş sıfatıyla görev yaptığı sırada İran’ın kırsal bölgelerine birtakım seyahatleri olmuştu. Bu seyahatler ona İran’ın çeşitli halklarını yakından tanıma fırsatı vermişti. İranî halkların dil-tarih ve toplum yapısına dair pek çok eser kaleme almıştı. Bizlere de tanıdık geldiği şekliyle, “Halklar hakkında sosyolojik tetkikler” sunmuştu. Bu eserlerin tamamındaysa İran ulusal kimliğinin oluşumunu hedeflemişti. İran milliyetçiliğini ya da daha yalın ifadeyle İrancılığı modern anlamda temellendirmişti. İranî halkların kader birliğini savunan tezler ortaya atmıştı. Zihinsel arka planında büyük İran hinterlandının yattığı bu eserlerin birçoğunda Kesrevi, ulusal bütünlük, ulus-devlet, merkezileşme ve toplumsal düzen gibi kavramları “İranlılık” üst kimliği çerçevesinde işlemiş ve teorize etmişti. Bu sebeple ülkesindeki bazı çevreler tarafından daima katı bir İran milliyetçisi olmakla suçlanmıştı. İran’daki etnik ve dilsel azınlıkları yok saymakla eleştirilmişti. Aslında onun farklı disiplinlerde İranîlik üst kimliğini oluşturmaya yönelik temel yaklaşım ve amacı herhangi bir etnik topluluk lehine ya da aleyhine milliyetçilik yapmak değildi. Çeşitli halklardan oluşan İran’da toplumsal bütünleşmeyi hedeflemiş, belli bir etnik ismi çağrıştırmayan İran milliyetçiliğini tarif ederek toprağa dayalı ulus projesini öne çıkarmaktı.

Kesrevi’nin bugün bile tartışılmaya devam eden en dikkat çekici tezleri ise Azeriler, Azeri dili ve Azerbaycan üzerine beyan ettiği görüşleriydi. Bu görüşlerinde temel olarak Kesrevi, Azerbaycan bölgesinin orijinal isminin ateşin koruyucusu anlamına gelen “Aturpatkan” olduğunu, bunun da daha sonra Azerbaycan formuna dönüştüğünü ileri sürmüştü. Pehlevice gibi kadim Ermeni (Grapar) dilini de bilen bu Azeri tarihçi, Azericenin de kadim Farsçanın bir kolu olduğunu söylemişti. Aryan kökenli olduğunu iddia ettiği Azerbaycan halkının XI. yüzyıla kadar Türkçeden farklı bir dil olarak “Azericeyi” konuştuğunu, bölgeye gelen Moğol kökenli İlhanlılarla birlikte Azerice konuşan yerel halkın dilinin, zamanla Türkçeye evrildiğini söylemişti. Edebi mülahazalarında bile bu kimlik siyasetini sürdürüyordu. Bölgede iç içe geçmiş kimlikleri edebiyatta da şiirde de görmüştü. Mesela Hafız-ı Şirazi ile ilgili zorlama yorumlara kayarken Nizami-yi Gencevi’yi annesi Kürt kendisi “İranlı Azeri” bir şair olarak tasvir etmişti. Gencevi’nin kahramanlarından Hüsrev’in sevgilisi Şirin’i de bir Ermeni prensesi olarak anmıştı anmasına ama, bunu da Sasanilerin Ermenistan egemenliğini işlemek için yapmıştı. Kısacası Azerilerin Türk değil, İrani bir kimliğe sahip olduğunu belirten tezler ileri sürmüştü. Kendisi de bir Azeri’ydi ama ülküsü İrancılık ve Pan-İranizm üzerineydi tıpkı kendisi Kürt olup ülküsü Turancılık ve Pan-Türkizm üzerine olan Ziya Gökalp gibi. Birbirine paralel bu iki isimden Gökalp’in kızılelması, Kesrevi’nin ülküsünü dikey kesmişti ya da tersi bir çatal-bıçak çakışması söz konusuydu.

Kesrevi, sadece Azeriler üzerine bilimsel eserler vermemişti elbet. Huzistan Arapları, Deylemiler ve Gilekler gibi farklı İrani halklar üzerine de kalem oynatmıştı. Mesela “Şehriyaran-ı Gomnam” [Kayıp Hükümdarlar] adlı eserinde Ortaçağ’da, Mazenderan’dan Kars-Ani’ye kadar olan bölgede yani Aras Nehri’nin güneyi ve kuzeyini kapsayan, bugün çatışmalı günlerden geçen Gence-Karabağ hattının hangi Kürt hanedanlığının idaresi altında olduğundan da söz etmişti. Şeddadiler'den Revvadilere kadar söz konusu bu bölgede uzun yıllar hakimiyet kurmuş Kürt hükümdarların atının toynağına da eğilip bakmıştı. Bakmıştı çünkü ona göre Kürtler de büyük İran hinterlandının bir parçasıydı. Azerbaycan, Arran ve Ermenistan topraklarının Kürt Deysem ile Merzban arasındaki savaşlara ev sahipliği yapmış olması onun açısından bir aile kavgasıydı. Mem(e)lan oğlu Vehsudan’ın Ermeni ve Gürcüleri bölgeden atması onun açısından Mado-İranik ruhu temsil eden Sasani egemenliğinin yeniden ihyası demekti. Bu Kesrevi’nin Kürtlere ve bölgeye dair ilk bilimsel çalışmaları değildi tabii. “Şeyh Safi ve Tebareş” [Şeyh Safiyyüddin Erdebili ve Nesebi] adlı eserinde de Safeviler’in Kürt olduğunu dillendirecekti. Onun bu husustaki çıkarımlarını Zeki Velidi Togan, Faruk Sümer ve Michel Mazzaoui gibi tarihçiler de satın almıştı. Ancak onun bu tetkikleri Kürtlerin kara kaşına hayranlığından yahut Kürt tarihinin objektif araştırılmasından ileri gelmiyordu. Bu onun Kürtleri tıpkı Azeriler gibi büyük İran ailesinin/hinterlandının bir parçası olarak gördüğü tarihsel mühendislik anlayışından kaynaklanıyordu. Ona göre Safeviler de aslen Kürt’tü ama bu kimlikleri proto-İran yani büyük İrani aile demekti. İşte bu ailenin bir ferdi de Azerilerdi ona göre. Bugün Safeviler’in mirasını devralmış, uleması, esnaf sınıfı ve çeşitli toplumsal katmanlarıyla Şiiliğin motor gücü haline gelmiş, büyük bir kesiminin de “İranilik” üst kimliğini benimsemiş Azerilerin, Kesrevi’nin öne sürdüğü proto-İrani ve proto-Zerdüşti kökenlerine dair ilk bulgu ve vurgular Kesrevi’den çok önce Kesrevi gibi tarihçi ve siyaset adamı İdris-i Bitlisi tarafından, yüzyıllar önce dile getirilmiş ve bir şekilde Osmanlı’nın kulağına üflenmişti aslında.

Rey’de doğan ve siyasi gelişim evresini İran sahasında tamamlamış derin ve tecrübeli bürokrat İdris-i Bitlisi, Safevileri -ki bunu Azeriler olarak da okumak mümkündür- ateşperestlik imgesi üzerinden proto-İrani ideallere sahip bir hanedanlık olarak tanımlamıştı. Erdebil Tekkesi’ni de bir ateşgâha benzetmişti. Ona göre İbrahim ateşi söndürmüştü, İsmail ise bölgeyi ateşe atmıştı. İsmail’in ateşle oynaması, ateşperest yani proto-İrani ideallere sahip olmasından kaynaklanıyordu. Bitlisi, hariciyedeki genç diplomatlara rahmet, o sahanın sosyo-kültürel dini dokusunu çok iyi bildiğinden Safevileri ateş ve ateşgâh gibi imgelerden hareketle kızıl börkler giyinmiş “Kızılbaşlar” olarak da tanımlamamıştı. Hanedanlığın köken itibari ile kızıl-ateş / Zerdüşti geleneğinden olduklarını söylemesi, proto-İrani ideallerinin olduğunu belirtmek içindi. Kürtlerin bir kısmını Safevilere karşı örgütleyebilmesindeki başarısının sırrı da zaten hem o sahayı çok iyi bilmesi hem de sözü edilen ideallerin bir parçası olan Kürtlerle aynı zihinsel kodlara sahip olmasındandı. Bitlisi’de olduğu gibi, Kesrevi’de de Zerdüştlüğe evrilen her tanımlama ister istemez Kürtleri de içine alan büyük İran hinterlandı, proto-İran demekti. Aslında Şah İsmail’in sürekli ön planda tutulan mezhep kimliğinin altına azıcık bakılsa siyasi ülküsünün, proto-İran devri yani Sasani devlet sınırları ile ifade edilen büyük İran hinterlandının ihyası olduğu rahatlıkla görülecekti.

Aslen Dunbuli Kürtlerinden
olan ve 1918’de kurulan
bağımsız Azerbaycan
Demokratik Cumhuriyeti'nin
ilk Başbakanı
Feth Ali Han-ı Hoysky
(1875-1920)

Kesrevi’ye göre “Udlar” yani ateş ülkesi olan Azerbaycan, Gürcistan ve Derbent sınırlarına kadar uzanan büyük İran hinterlandı içerisinde yer alıyordu. Orası ona göre; şaha kalkmış Şah İsmail heykellerinin bolca görüldüğü bir ülkeydi. Abşeron Yarımadası’nın Surahanı kasabasındaki ateşgâhta sönmeyen ateşti. Astara, Lenkeran, Masallı ve Celilabad gibi reyonlarda İrani dillerden Talışçayı konuşan, yoğun Talış nüfusuna sahip bir yerdi. Tarihin farklı dönemlerinde Gence, Karabağ, Laçin, Nahçıvan ve Şeki gibi bölgelerde ciddi bir Kürt nüfusuna ev sahipliği yapmıştı, dolayısıyla İran’ın arka bahçesi sayılırdı. Kesrevi, Hoysky (Hoy’dan gelme, Hoylu) ailesi gibi İran Kürtlerinin Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önemli rolleri olduğunun da farkındaydı.

Evet, yaşadığı çağın diplomatik ve siyasi mülahazalarını göz önünde bulundurarak, Mehmed Emin Resulzade ve Musavvat Partililere, Kuzey Azerbaycan’ın bir Albanya ülkesi olduğunu ifade etmişti. Hatta gerçek Azerbaycan, İran’ın resmi sınırları içinde yer alan Güney Azerbaycan’la sınırlıdır, demişti. Lakin iki devlet-üçte bir millet olan İran ve Azerbaycan’ın ortak Şii-Safevi mirası bunun aksini söylüyordu.

Kesrevi’nin ölümünden tam otuz üç yıl sonra din adamları öncülüğünde bir İslam Devrimi gerçekleşecekti. Bu yeni sistemde, onun İslam ve Şiilik hakkındaki görüşlerine elbette yer olmayacaktı. Lakin modern anlamda son şeklini verdiği “İranlılık” ya da Farsça ifadesiyle “İran-şehri” düşüncesi bu yeni sisteme de entegre edilecekti. Hatta onun teorize ettiği bu düşünce, müesses nizamın siyasal argümanı olarak daha da genişletilecek, altı daha fazla doldurulacaktı. Nitekim İslam Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikasının esasını oluşturan ve rahatlıkla iç içe geç(irilebil)en üç halka teorisinin birincisi ve en derin halkası olan Pan-İranizm ya da Pan-Aryanizm, Kesrevi’nin ülküsü “İrancılık”la ifade edilmişti. Üçlü halkanın Şiilik ayağı ise İranlılarla Azerilerin ortak paydasıydı. Bu ortak paydaşlığın Aras Nehri’nin iki yakasında tezahür bulmuş hali, Şah İsmail sevgisi ve bu sevginin idealleriyle birlikte topluma yön veren aydınlar tarafından benimsenmiş olmasıydı. Nehrin bir tarafında uzun yıllar “Komünist Rejim” altında kalmanın getirdiği zoraki sekülerizm bile bu sevgiyi ve anlayışı törpüleyememişti. Nehrin bu tarafında ise işler daha kolaydı. Ne de olsa ülke Safevi mirası üzerinde duruyordu ve ülkeyi yönetenler de bu mirası sahiplenmişti. Mesela bu mirası sahiplenmişlerden birisi, tarihe dair görüşlerini açıkladığı konuşmalarında, İran şahlarının hiçbirinin adını anmayacaktı. Bu şahların birçoğunu ayyaş ve şehvetperest olarak niteleyecekti. Ancak söz Şah İsmail’e gelince ona selam çakmadan da geçemeyecekti. Şah İsmail’in idealleri ve ülküsü tek millet olan Azeriler arasında hep oldu. Bugün bu ülkü Aras Nehri’nin alt yakasındakilerde daha hissedilir olsa da Azeriler arasında 1501’den beri hiç eksilmedi.

Aynı ülkü, Aras’ın aşağı yakasında, İran hariciye koridorlarında asılı duruyor. Sanırsam genç diplomat arkadaşlarla onların gölgesinde duran arkadaşları bilirler; İran hariciyesinde fikir egzersizlerinin yapıldığı salonun hemen yanındaki o büyük holde asılı duran yağlı boya tablolar, Şah İsmail’le başlayıp İmam Humeyni ile biter. İmam Humeyni’nin portresinin Şah Rıza Pehlevi’nin portresi yanında asılı durması da hiçbir İranlı diplomatı rahatsız etmez mesela. Olaya bu tablolar üzerinden bile bakılacak olsa, şu gökkubbe altında sürekliliği esas almış bir devletin daha varolduğu görülecektir. Lakin o estetik tablolara bakan genç diplomatlar, bunu İran sanatı çerçevesinde değerlendirmeyi tercih etmişler olsa gerek.

İran İslam Cumhuriyeti’nin iç ve dış politikasının
esasını oluşturan üç halka teorisi

Bugün, Tebriz Traktör futbol takımı tribünlerinden atılan sloganlar Türkiye’de birilerini coşturmuş olabilir ama Azerbaycan’ın güneyi ve kuzeyiyle İran için ne ifade ettiği öyle amigo düzeyde değil komplike yapısı içerisinde bütüncül bir perspektifle ele alınacak bir mesele olarak durmaktadır. Bu meselenin İran için belli başlı birtakım jeo-stratejik, bölgesel ve güvenlik boyutları elbette vardır, ama bu boyutların, tarih ve mezhep ile yatıp kalkan İranlıların algı ve yaklaşımları göz önünde bulundurulmadan ele alınmasının da resmi eksik bırakacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Söz konusu resmi tamamlayan şey işte hariciyedeki o tablolar ile Kesrevi’nin Azerilere, Safevilere, Kürtlere ve bölgedeki diğer İrani halklara bakış ve yaklaşımındaki ruhunda gizlidir. Bu ruh bugün, kendisi de bir Azeri olan ve İran siyasi düşüncesine dair teoriler sunan Cevat Tabatabai gibi aydınlarda, Hamaneyi gibi liderlerde, pazar ekonomisini elinde tutan önemli simalarda ve ulemanın kahir ekseriyetinde yani İran devlet sisteminde etkin olan Tebriz-Erdebil ekolünde hararetinden hiçbir şey kaybetmeden depreşmektedir.

Evet, İran İslam Cumhuriyeti Tahran’daki bir otoyola Kesrevi’nin adını vermemiştir belki ama, onun ruhu hariciye koridorlarından da hiç eksik olmamıştır. Dolayısıyla Karabağ’da elde edildiği iddia edilen zaferlerde ahaliye, İstanbul makamında dinletilen ezanların, Ruslardan evvel o koridordaki ruhta nasıl bir ruhani his ve etki uyandıracağı belirleyici olacaktır.

*Dr., Bağımsız Araştırmacı