YAZARLAR

Keyfî festival yasakları ve keyfi millîleştirmek

Muktedirlerin fildişi kulesine tırmanabilirsen, orada pudra şekerinden “bunga bunga” partilerine kadar her şey mübah, orada günah işleme özgürlüğü değil, günahın bizzat kendisi yok; sınırsız bir keyfiyet alanı. Ama, piizciler, apaçiler, modifiyeciler arabalarının çamurluğuna keyfi hizmete mahsustur yazıp, metruk mahallelere, varoşların kente bakan yükseklerine, karpuz kabuğundan gemilerin yüzdüğü taşranın büyük denizlerine doğru sürerler.

Ardı ardına yasaklanan festivaller silsilesine Zeytinli'nin ardından Fethiye de eklendi. Cumhuriyetin 100. yılından önceki son yazın son günlerinde festivalleri yasaklayarak keyfi yasaklamanın, ya da en azından millileştirmeye çalışmanın, siyasi iktidar için belli ki bir anlamı var. Peki, keyif kâhyalığı yapanların keyfî yasaklarıyla festival yasaklamak vatandaşın keyfini kaçırmaya yeter mi, şimdi kimi tarihsel veriler ve güncel Türkiye sosyolojisi üzerinden bu meseleye bakmaya çalışalım.

Festival (festing) aslında tarihsel olarak, şeflik otoritesini kurumsallaştırmak (potlatch-statü) için kabile şefleri tarafından ya da genellikle mevsimlerin dönüşümü ve bereket kültleri ile ilgili belirli olaylar için (mevsimler, hasat, gün dönümü vb..) avam tarafından düzenlenen cemiyet kurucu yeme içme ayinleridir (bağbozumu şölenleri, aşure, bulgur kaynatma, kışlık yiyecek çalışmaları, yerel kültlere kurban ve sunular).

Tahmin etmek zor değil, bin yıllar boyunca, muktedir ile avam arasında, festivallerin biçimleri, ona kimin sahip olacağı ve kimlerin katılabileceği gibi problematikler etrafında, eğlencenin organize edilme biçimleri ve eğlencenin yaratacağı duygulanımların harekete geçireceği sosyalliğin kontrol edilmesi ile ilgili büyük bir mücadele olmuştur.

Festival ve eğlencelerin büyük tarihi bir yana ama avam ile havas arasındaki bu gerilimin neden bu kadar merkezi bir mesele olduğunu anlatan iki büyük düşünür var: Baruch Spinoza, Friedrich Nietzsche. Spinoza insani durumu neşe ve keder olmak üzere iki temel duyguya indirgemiştir; Nietzche ise insanlık tarihini kabaca Platon’la birlikte başlayan aklın araçsallaştırılması ve köle ahlakı dediği (ascetizm hem ilahiyat hem çilecilik demektir) hazların ve neşenin tasfiye edilmesi üzerinden ele alır.

Hıristiyanlık, paganist diyonizyaklığı tasfiye ederek yükselir. Ortaçağ çileciliği ve skolastizminin sonu ise barok festivaller, sekülerleşme, dünyevileşme üzerinden bu diyonizyaklığın geri dönüşünden başka bir şey değildir. Barok festivaller, yalnızca ruhun içine yeniden canlı kanlı, arzulayan bedeni sokmakla kalmaz, çok eski bir satürnalist[1] festival geleneği, karnaveleskliği[2] yeniden diriltir.

Karnaval elbette her şeyden önce eğlencedir… Sınırsız yeme içme, çalışmanın tamamen askıya alınması, sınıfsal farkların ortadan kaldırılması, hatta sınıfların ve cinsiyetlerin tersinlenmesi (örneğin berduşların papa olması, kardinallerin berduş olması, kadınların erkek, erkeklerin kadın olması, zenginlerin fakir, fakirlerin zengin olmasıdır…) belirli dönemlerde jübile ilan edilmesi (yani şimdilerde helalleşme denilen şeyin antik versiyonu, suçların ve borçların affı) ve her türlü günahın günah olmaktan çıkartılmasıdır (elbette 3-5 gün ile sınırlı zamanlarda). Böylelikle bir yandan toplumun kısa, orta ve uzun vadede biriktirdiği gerilimler boşaltılır, bütün toplumsal dinamiklerin eteğindeki taşları dökmeleri murad edilir, diğer yandan da, kent meydanlarında toplanan mahşeri kalabalık, seküler bir cennet-cehennem simülasyonu içinde, semavi dinlerde anlatılana benzer bir şekilde, ayıbın, günahın, acının, sefaletin olmadığı bir haşroluşa davet edilir.

Avrupa ve Amerika 68’i genelde, dünyayı zenginler için cehenneme çevirmek isteyen, Uzak Doğu ve Latin Amerika esintili bir şiddet dalgasının etkileri üzerinden görülür, fakat çiçek çocuklar ve hippi kültürü üzerinden baktığımızda, dünyayı herkes için cennete çevirmenin imkanları üzerine kafa yoran, “hayat bayram olsa” muradıyla karnaval ve festivali de ilga edecek kadar büyük bir ilahiyat kurma arzusu görürüz.

Çiçek çocuklar ya da hippiler denilen bu dalga, barok dönemden sonra, egemenlerin karşısına ilk defa son derece tutarlı bir başka ilahiyat koymuşlardır. Çiçek çocuklar, Nietzsche’nin keyf, Freud’un arzu, Spinoza’nın neşe dediği; düşünce, ruh ve duygulanım hallerini, anti-otoriter ve anti-modern (kurucu günahsız an’a varmayı arzulayan, bizim tasavvufun ervah-ı ezel dediği nokta) doğa durumu olarak hayata geçirmeye çalışmışlardır.

Çalışmanın, otoritenin, mülkiyetin olmadığı bu günahsız alan elbette dünyevi bir cennet olarak, ayıba ilişkin herhangi bir sınırlama üzerinden tanımlanamayacağı gibi, erotizm ve çıplaklık da cinsellikle ilintili istismara açık bir mesele değil, Platon’un Sympozion’da bahsettiği şekliyle erdem kurucu bir öğe olarak toplumun merkezinde durmaktadır… Hippi komünleri, el zanaatları, çiftçilik, avcılık-toplayıcılık kolektifleriyle doğa haline (Çiçek Çocuk ilahiyatının cennetine) dönmeye çalışıyorlar ve Woodstock gibi festivaller ve çıplaklıkla da  (bu ilahiyatın mahşeri) haşroluyorlardı (genesis).

Tüm bu dönemin kültürünün sembolü ise Nazi Almanyasında imal edilmiş Volkswagen araçların, hippi kültürüne uyumlu bir şekilde mutenalaştırılması idi. Bu mutenalaştırma ile, Avrupa kültürünün en sofistike hali olan WASP[3]’ın proto-faşizan estetiği ve arzuları, Nazilerin şiddete meyyal otoriterliği ve fabrikayı otoritenin ve iktidarın üstelik kapısında “arbeit mach frei”[4] yazan tapınaklara dönüştürmelerinin tarihi de; çalışmaya karşı aylaklık, ölüme karşı yaşam, çileye karşı keyif, otoriteye karşı berduşluk, endüstriye karşı doğa, kilisenin ahiretine karşı bu dünyanın seküler ilahiyatı…ile murdarlaştırılıyordu.

Elbette, Weber’in çok doğru bir şekilde tespit ettiği gibi, kapitalizmin özündeki protestan etik, otoriteryenlik, beyaz ırkın (bilhassa erkeklerinin) üstünlüğüne oynayan patriyarkal toplumsal cinsiyet rejimi; karşı bir ilahiyatın oluşmasına, üstelik kökenleri satürnalist ve barok karnavallara dayanan bir ilahiyatın oluşmasına elbette müsaade etmeyeceklerdi…

Çiçek çocukların rüyası, LSD, seri katiller, damgalanma ve genel bir şiddet dalgası ile birkaç yıl içinde, kabusa döndü…

Hikâye tatsız bitince, Avrupa entelijansiyası da, savaşma seviş diyen Marcuse’nin eleştirellik burcundan; senin aslında bir bedenin yok, sen devletin envanterinde bir seri numarasın, bedene kazılmadık bir yasa yoktur diyen Foucault-Bourdieu’nun yapısalcı burcuna iltica ettiler…

O ESNADA TÜRKİYE’DE

Türkiye’nin yakın ve uzak tarihinin gösterdiği üzere, Türkiye’nin muktedirleri ve muhaliflerinin Marcuse ve eleştirel okul ile pek işi olmamış. Bourdieu ve Foucault hattı ise, AKP’nin açılışını yaptığı bir güzergâh, ama 15 Temmuz’dan sonra, devlet fabrika ayarlarına dönerken, muhalifler için Agamben, İletişim Başkanlığı için Schmitt’i yeniden aktive etmeyi ihmal etmedi. Başka türlü söylersek, bizim devletimiz de toplumumuz da pek neşeli değil, şaka kaldıramıyor.

O yüzden, eğlence meselesini Avrupa’daki gibi tartışamıyoruz.

Öncelikle bizde eğlence havas için mondenlik, avam için ramazan çadırı, panayır ve Hacivat Karagöz'den ibarettir[5]. Biraz daha taşraya doğru gittiğimizde, oturak alemleri, “yatık kadınlar”, derelerde “avrat oynatma”[6], düğün-bayramlarda ayı ile Arap gibi temaşalar…

Cumhuriyet ile birlikte, aslında Kemalist rejim eğlence bahsinde önemli bir cephe açmış, en azından tekke ve zaviyelere karşı olduğu kadar (ki Diyanet bu işin inhisara bağlanmasıdır), bağ evlerinde oturak alemi düzenlenmesine karşı da bir eğlence inhisarı girişiminde (Anadolu Kulübü ve Halkevlerinin amacı büyük oranda, Alman klasisizmi ve Fransız mondenliğinin etkisi altındaki muasır eğlencenin ahaliye takdimidir) bulunmuştur. Ne var ki, cumhuriyet rejimi, tarikatlara karşı Diyanet'te yenildiği gibi; Cumhuriyet kulüpleri de, Rüzgarlı, Çankırı Caddesi, Çukurcuma, Asmalı Mescit hattının gazinolarına, batakhanelerine yenilmiştir.

Dahası Anadolu İrfanı’nın, Kemalizm’e ve onun eğlence anlayışına attığı en büyük kazık herhalde, paganizmin ya da animizmin, kendi ritüellerini kendi kutsallarını, Hristiyan azizleri haline getirip Hristiyan teolojisinin içine sokmalarına benzer bir şekilde; beyaz leblebi, rakı, Atatürk portresi materyalitesi etrafında dönen meyhane mekanı ve bu mekanın evliyası haline getirilmiş Mustafa Kemal imgesi, aslında tam da bilhassa erken cumhuriyetin kaçınmaya çalıştığı şeydir ama … senkretizmden (isterseniz bid’at diyelim) ne camide ne de meyhanede kaçılamıyor…

Cicim yılları bitince, meyhaneler ve tekel bayileri, AKP’nin iktidarının en fazla yüklendiği mekanlar oldu. Elbette tek mesele dolaylı vergilerle devlet maliyesinin beslenmesi değil; neo-liberal sağlık politikalarının alkol-sigara tüketimi (karşıtlığı)üzerinden tartışmaya açılması; tek-adamlığı besleyen gürbüz ve yavuz[7] vatandaşlar arzusu; cumhuriyeti kuran ayyaşların tezvirata açık, trollerden akademisyenlere her kesime hitap eden kurgusu … Müslüman şerbetine karşı, sekülerlerin müskiratı üzerinden süren mahalle savaşlarının (Boğaz’daki monşerler Başakşehir’deki müminlere karşı) gerilim siyasetine katkıları.

Alkolizm meselesine karşı yalnızca vergi dairesiyle değil, Can Yücel’in deyimiyle “görevliler, hızır paşalar” eşliğinde sürdürülen mücadele, kriz dönemlerinde, içinden sürekli imkanlar çıkaran meşhur Çince kelimedeki gibi, Türkiye’de de özellikle varoşlarda ve taşrada alkol tüketiminin mekansızlaşmasına yol açarak, hem kriz hem de imkânın kapılarını aralamış oldu.

Daha doğrucası, gene içinden otomobil geçen bir sosyoloji ile, her yer alkol tüketmenin mekânı haline geldi.

AKP’nin cicim yıllarında piyasayı ucuz krediye ve ithal arabaya boğması sonucu, 30-40 yaşındaki arabalar fiilen ıskartaya çıktı, varoşlara ya da taşraya düştü. Kendisi ve yedek parçası ucuzlayan bu araçlar, internet teknolojileri ve modifiye kültürünün de yardımıyla, yalnızca araç olmaktan çıkıp (hatta çoğu zaman araç olma işlevinin tamamen dışına çıkılıp) ev, işyeri, eğlence ve cinsellik mekanları haline geldi.  

Böylelikle bu arabaların gidebildiği her yer, önce piizcilerin, sonra apaçilerin keyif mekânı haline geldi. Cumhuriyetin inşa etmeye çalıştığı protestan dünyevileşme (iş=ibadet), önce 28 Şubat’ın ardından da AKP’nin eğitim politikaları ile tasfiye edilince, ne usta-çırak görgüsünden, ne de klasik pedagojinin temellerinden haberdar olmamış, “yollar kesilmiş/sevişmezsin de neylersin” der gibi, hayatlarını 30-40 yaşındaki otomobillere modifiye (vakf) ederek yaşayan ergenler, gençlerden geriye büyük bir berduşlar sınıfı, (belki de Paul Willis’in deyimiyle hergeleler demeli) kaldı. …   

Bu kuşağın arkasında, ne Marcuse gibi büyük entellektüeller, ne Pink Floyd, John Lennon gibi sanatçılar ne de Baader&Meinhof gibi ilham verecek isyancıları yok, Woodstock’u andıran mahşeri festivalleri de mütemadiyen yasaklanıyor… Devletin ısıtıp ısıtıp koyduğu 90’larına karşı, filmlerden izledikleri ve şarkılardan dinledikleri kadar bildikleri ve oraya varmak istedikleri, (piize çıktıkları arabalarının doğum yılları olan) 70’ler melankolisi belki de bir isyan psikolojisi. Tıpkı Avrupalı-Amerikalı çiçek çocukların Nazi kültürünü askıya almak için Volkswagen’i Vosvos’a (Türkçesi Tosbaa) dönüştürmeleri gibi onlar da 90’lar bürokrasisinin makam araçlarını, “keyfi hizmete mahsustur” kılıp, Türkiye modernleşmesini (Protestanlığını) askıya alıyorlar… Bir zamanların resmi arabalarının etrafındaki kutsallık halelerini, Çiçek Abbas’tan, Selvi Boylum Alyazmalım’dan, Turist Ömer’den enstantenelerle murdarlaştırıyorlar.

Tekrar başladığımız yere dönersek, festival dediğimiz şey aslında tüketim alışkanlıkları üzerinden, statünün tahkim edilmesi ve neşenin taksim edilmesi ya da tekelleştirilmesi ile ilgili bir şey. Muktedir olmak demek biraz da, neşenin sınırlarını, komiğin biçimini, eğlencenin normlarını belirlemek demek[8]. Passolini’nin Sodom’unu düşünelim, ya da güncel olarak AKP’nin çocukları denilen türedilerin yaşam tarzlarını ya da geçtiğimiz Ramazan ayında Ağrı’daki Ez Xelefim’li sahur şölenini hatırlayalım.

Muktedirlerin fildişi kulesine tırmanabilirsen, orada pudra şekerinden “bunga bunga” partilerine kadar her şey mübah, orada günah işleme özgürlüğü değil, günahın bizzat kendisi yok; sınırsız bir keyfiyet alanı.  

Fildişi kulesine varamayanlar için ise, tik-tok ve youtube’da komik hayvan videoları, donat donat performansları, Melih Gökçek’in jelibon rezervi ve oyuncakları, tarikatların yaptıkları “gusül alsan bari” “Aşk menzilde yaşanıyor”[9] coverları ve tabii millet bahçeleri (kekler, daha neler neler)… Yani avam için eğlence ya çocukluktur (bkz. Melih Gökçek) ya da çocukça bir temaşa (bkz. Yılmaz Erdoğan).

Elbette, çiçek çocuklar örneğinde olduğu gibi, bir başka günahsızlık ilahiyatına tahammül söz konusu değil, çünkü rabiadan mülhem (tek devlet, tek bayrak …) o formülün gizli öznesi olan eğlence (ki diğer kalan her şey onun için), diğer bütün şeylerden daha haris bir şekilde kendi alanını korur, başkalarının neşesine, keyfine karşı aman vermez, ki iktidar dediğimiz şey keyfiyet alanının inşasıdır (etimolojik olarak, devletin bir anlamı da, devran, dolap ve çark-ı felekten tevarüs eden talih’tir).

Ama, piizciler, apaçiler, modifiyeciler arabalarının çamurluğuna keyfi hizmete mahsustur yazıp, metruk mahallelere, varoşların kente bakan yükseklerine, karpuz kabuğundan gemilerin yüzdüğü taşranın büyük denizlerine doğru sürerler. Ev yapımı içkiler belki ejderha yumurtasından smoothy değildir ama  “dostuna yarasını gösterir gibi” sohbet etmenin keyfi uçakta beyefendi ile sohbet edecek ‘gazeteci’lerden biri olmaktan daha keyiflidir… Hayat zordur, herkes için zordur, belki onlar için daha zordur, tıpkı Scott’un bahsettiği Etyopyalı köle gibi, kalantorların karşısında yoksulluktan yere kadar eğilmek onlar için mutaddır, ama abart egsozları, lastik cayırtıları ve bagaja sığmayan basslarıyla kimseye keyif vermemenin keyfi, yere kadar eğildiğinde sessizce osuran o kölenin keyfinden daha fazla olsa gerektir. 

[1] Leo-Strauss, C. (2017) Hepimiz Yamyamız. İstanbul: Metis Yayınları

[2] Bahtin, M. (2019) Rabelais ve Dünyası. İstanbul: Ayrıntı Yayınları

[3] White Anglo-Sakson Protestant. Puritenlikten Ku-Klux Klan’a kadar pek çok proto faşist nosyonu beslemiş formülasyon.

[4] Nazilere ait toplama kampı Auschwitz’in girişinde yazan “çalışmak özgürleştirir” anlamındaki veciz. 

[5] Parmaksızoğlu, K., Aytar, V. (2011) İstanbul’da Eğlence. İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları

[6] Bu konuda, Kemal Tahir, Reşat Nuri, Hüseyin Rahmi gibi, 2. Meşrutiyet ve erken cumhuriyet edebiyatçılarının yazdıklarına bakılabilir.

[7] Akın, Y. (2004) Gürbüz ve Yavuz Evlatlar: Erken Cumhuriyet’te Beden Terbiyesi ve Spor. İstanbul: İletişim Yayınları

[8] Şimşek, A. (2020) Yeni Orta Sınıf, Sinik Stratejiler. İstanbul: Tekin Yayınevi

[9] Grup Mübarekler “Gusül Alsan Bari” https://www.youtube.com/watch?v=c67dMzYJtuw

 Mersin Roman Sofileri “Aşk Menzil’de Yaşanıyor Güzelim” https://www.youtube.com/watch?v=GpHOpxKdhZw


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.