Keyifli yürüyüş, bulaşıcı mutsuzluk
Çünkü mutsuzluk da virüs gibi bulaşıcıdır ve Diyarbakır'da beni yakalayan mutsuzluk virüsü, kim bilir daha kimlere bulaşacaktı.
Gazi Caddesi'nde karşılaştık. "Keyfim yerinde" dedim hal hatır sorarken. Yalan değildi. Birkaç gün önce yağmur yağmıştı ve şehri Diyarbekir, sanki bu yağmuru bekliyormuş gibi, birden serinlemişti. O uzun yaz, o insanı sersemleten sıcak yerini "limonata gibi" bir havaya bırakmıştı. Ve evet, klimaya esaret de nihayet son bulmuştu. Keyifliydim.
Keyifliydim keyifli olmasına ya, bu arkadaş arızaydı. Huzursuz bir ruh, bir keyif kaçırma ustasıydı. Limonata gibi havada kalabalık caddeden bir ıslık gibi geçmek hevesinin akamete uğrama ihtimali bile, insanın keyfini kaçırmak için kâfiydi.
"Mardinkapı'ya birlikte yürüyelim" teklifimi kabul edecek diye korktuğumu itiraf etmeliyim. İşleri vardı. Ancak yine de "Ulu Cami'ye kadar eşlik ederim" dedi. Ulu Cami şurasıydı. Biraz da hızlı yürürsek...
Demeye kalmadan, "Biliyorum, John Berger seversin" diye konuya girdi. "Üstat ne diyor Görme Biçimleri'nde?" Durdu, biraz düşündü. Üstadın şu cümlesini eksiksiz söylemek istiyordu: "Yaşadığımız çevreyi algılamaya, tanımaya ve anlamlandırmaya görerek başlıyoruz. Gelişen ve bizi yönlendiren görme edimi, yaşadığımız toplumun değerlerine, aldığımız eğitime, hayata bakış açımıza, düşündüklerimiz ve inandıklarımıza göre biçim kazanıyor."
Bu düşünceden bir yere varacaktı ama nereye? Doğrusu merak etmiştim. Üstadın görmekle ilgili söyledikleri, neredeyse genel bir kabul görmüştü. Güzel ama bu düşünceyi keyifli olmamla nasıl ilişkilendirecekti?
"Sen" dedi, "Diyarbakır'dan bakıp görüyorsun her şeyi. Bu yüzden keyifli zamanların kısadır, kısıtlıdır. Diyarbakır şen şakraktır uzaktan bakana, içerden bakana keder yumağı gibidir. Derdin birinin bittiği yerde öteki başlar. Bahtı, surun taşları gibi reş'tir (karadır).
Ulu Cami'nin önüne gelmiştik. Cami'nin içinden küçük meydana doğru dualar yükseliyordu. Meydandaki kursiler boş değildi. Kalabalıkta yürümek bile güzeldi.
"Şimdi bu masalarda ne konuşuluyor sence?" diye sordu, meydandaki küçük masaların etrafında kümelenmiş gibi görünen insanları işaret ederek.
"Bilemem" diyebilirdim. Demedim. Garsonun elindeki çay tepsisine baktım. Sonbahar güneşi çayların rengini güzelleştirmişti. Çayın çok lezzetli olduğu geçti aklımdan. "Birer çay içelim mi?" diye soracak oldum. Keyfimin büsbütün kaçacağını düşünerek vazgeçtim.
Uzun susmuş olmalıyım ki cevabımı beklemedi. "Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Irak ve Suriye'deki görev süresinin 2 yıl uzatılmasına ilişkin tezkere Meclis'e gelmiş ya, işte onu konuşuyorlar. Kaç gündür Kuzey ve Doğu Suriye'ye, Irak'a yapılan operasyonu değerlendiriyorlar. Cezaevlerindeki hasta mahpusları konuşuyorlar. Sırası gelince ev kiralarını ve faturaları konuşuyorlar. Savaş ile yoksulluk arasındaki bağ nedir, bunu yorumluyorlar."
Çocuklara, işportacılara, kadınlara, yaşlı adamlara, gençlere baktım. "İçimi kararttın" dedim oflayarak. "İçinin aydınlık olma şansı yok, kandırma kendini" dedi sırıtarak. Adamın ruhu harbiden huzursuz ve bu huzursuzluğu maharetmiş gibi etrafına yaymaktan tuhaf bir haz alıyor sanki.
"Geçenlerde Eduardo Galeano'dan söz etmiştin" dedi. "Olabilir" dedim yeni bir huzursuzluk dalgasını savuşturmaya çalışarak. Fayda etmedi. Galeano'nun "Ve Günler Yürümeye Başladı" kitabından şu bölümü hatırlattı:
"Ekim 2
Ölüme sevdalı bu dünya
Bugün, Dünya Şiddete Hayır Günü’nde, kesinlikle bir barış militanı olmayan General Dwight Eisenhower’ın bir cümlesini hatırlatmak faydalı olabilir. 1953’te, silahlara en çok para harcayan bir ülkenin başkanı olarak şunu kabul etmişti:
-Üretilen silahların her biri, suya bırakılan her savaş gemisi, atılan her mermi yiyecek bir şeyi olmayan açlardan ve giyecek bir şeyi olmayan çıplaklardan çalınan paradır."
Galeano'ya itiraz edecek halim yoktu. Ancak keyifli yürüyüşten eser kalmamıştı. Meydandaydım, kalabalığın içindeydim ve gergindim. Az önce sevgiyle baktığım her şey birden sevimsizleşmişti. Camiden meydana salınan dualar, müşteri çağıran esnaf, caddeyi oyun alanına çeviren çocuklar... Hepsi birden bir ağırlık gibi çökmüştü üstüme.
Başka neler dedi, şimdi çok önemli değildi. Sonunda yalnız kalmıştım ve bu iyi bir şeydi. Ama yürüyüşüm değişmişti bir kere. Keyifsiz hatta mutsuzdum. Kaldırımda sergilenen Mardin'in cevizli sucuklarına, Karacadağ'ın peynirlerine, Derik'in zeytinlerine bakmak bile neşelendirmedi yürüyüşümü.
Mardinkapı'dan Hevsel Bahçeleri'ne, Kırklar Dağı'na, On Gözlü Köprü'ye bakmanın da bir faydası olmadı.
Çünkü beni mutsuz eden şey kişisel bir şey değildi.
Çünkü mutsuzluk da virüs gibi bulaşıcıdır ve Diyarbakır'da beni yakalayan mutsuzluk virüsü, kim bilir daha kimlere bulaşacaktı.
Çünkü, belki bir gün huzurlu ve mutlu olacaktık ama, aklımda Galeano'nun şu cümleleri vardı:
"Ekim 13
Kanatlı robotlar
İyi haber. 2011 yılında bugün, dünyanın askeri liderleri drone denen araçların insanları öldürmeye devam edeceklerini haber verdiler.
Herhangi bir mürettebatı olmayan, uzaktan kumanda edilen bu insansız uçakların sıhhati gayet yerinde: onları hasta eden virüs sadece geçici bir rahatsızlık verdi.
Dronlar bugüne kadar bombalarını Afganistan, Irak, Pakistan, Libya, Yemen ve Filistin’deki savunmasız insanların üzerine yağdırdılar ve sıradaki başka ülkeler onların hizmetinden faydalanmayı bekliyor.
Siber savaşlar çağında dronlar mükemmel bir savaşçı: hiç acımadan öldürüyorlar, tereddütsüz itaat ediyorlar ve asla üslerini ihbar etmiyorlar."
(Ve Günler Yürümeye Başladı)
Eduardo Galeano, bu metinde Afganistan, Irak, Pakistan, Libya, Yemen ve Filistin'deki savunmasız insanlardan söz ediyor. Galeano bu metni yazdığı sırada Kuzey ve Doğu Suriye ya da Rojava diye bir yer yoktu.
İki kitap: Orhan Koçak'ın son kitapları, "Romanın Kaygısı" (Metis Yay.) ve "Virgül Yazıları" (Everest Yay.). Peş peşe okudum ikisini de. Romanın Kaygısı sayesinde okuduğum romanlar üzerine bir kez daha düşünme fırsatım oldu. Virgül Yazıları ise yıllar öncesine götürdüğü için özel bir kitap oldu benim için. Virgül dergisinin hem sıkı bir okuruydum hem de birkaç yazı ile derginin yazarları arasında yer almıştım. Daha güzel ve özel olanı Orhan Koçak'la, derginin Beyoğlu'ndaki ofisinde tanışmıştım. O tanışmanın heyecanı bakidir.