YAZARLAR

Kılıçdaroğlu ve Gary Lineker

Böylesi sloganların yerleşik ve kurumsal ırkçılığın ateşini harlamak gibi dehşet verici sonuçları olduğu biliniyor. Çözüm, bu tür tehlikeli hamasetin aksine göçmenleri söylemin nesnesi olmaktan çıkarıp öznesi yapma iradesiyle hareket eden bir medya ve siyaset dilini gerektiriyor.

Oskar ödülleri heyecanı geçmiş olsa da, bu hafta İngiltere ve Türkiye’de geçen filmimizin üç ana karakteri ve epeyce de yardımcı oyuncusu var. ‘Jön’ ya da ‘esas oğlan’ aşikâr olmakla birlikte ‘esas kız’, kötü adam/kadın, komplocu kadın/adam karakterleri ziyadesiyle karışık.

Yardımcı oyunculardan birini tanıtarak başlayalım. Rishi Sunak, 2022’den bu yana İngiltere başbakanı. 1960’lı yıllarda Pencap eyaletinden gelerek İngiltere’ye yerleşmiş varlıklı bir Hindu mülteci ailenin çocuğu. Beyaz ve Hıristiyan olmayan ilk başbakan. (19. Yüzyıl’ın efsane başbakanı Benjamin Disraeli, Yahudi kökleri olsa da bir Hıristiyan’dı; oysa Sunak, parlamentoda yemin merasimini Hindu Baghayad Gita dini gereğince yaptı.) Sunak, hayatı boyunca ırkçılıkla mücadele etmek zorunda kaldığını ifade ediyor. Ama göçmenlik konusunda bir beyaz sömürge valisini aratmayacak sert tedbirler uyguluyor. Özellikle Fransa sahillerinden küçük botlarla İngiltere’ye geçen mültecilerin tutuklanarak başka bir ülkeye gönderilmeleri konusunda son derece net beyanları var.

Sunak, bir başka yan karakterle birleşince hikayenin kötü adam/kadın ana karakteri ortaya çıkmış oluyor. İngiltere’nin kadın ve Hintli İçişleri Bakanı Suella Braverman de beyaz ya da Hıristiyan değil ama mültecilere takmış durumda. İngiliz İmparatorluğu’nun çocuğu olmaktan gurur duyduğunu ifade etmekle birlikte Hintlilerin (muhtemelen kendi ebeveynlerinin 1960’lı yıllarda yaptığı üzere) ticaret vizesiyle giriş yaptıktan sonra ülkede sürekli oturma izni edinmeye çalışan yabancılar arasında birinci sırada olduklarını vurgulayarak Hindistan’la yapılan ticaret anlaşmalarının hükümlerinde İngiltere’ye göçü zorlaştırıcı değişiklikler yapılmasını öneriyor. İçişleri Bakanı sıfatıyla ilk icraatlarından biri Manş’ı küçük teknelerle geçen mültecilerin fiilini ‘işgal’ olarak tanımlamak oldu. Nazi soykırımından sağ kurtulmuş 83 yaşında bir yurttaştan gelen Nazi dili kullanma suçlaması karşısında geri adım atmayarak şu yanıtı verdi: “Cömertliğimizi istismar eden, yasalarımızı çiğneyen ve sistemimizi baltalayan insanlarla bir sorunumuz var.”

‘Esas oğlan’ Gary Lineker, işte tam bu pozisyonda topa girdi. Twitter hesabından yaptığı açıklamada, Braver’ın sözlerinin “çirkinlik ötesi” olduğunu söyledi ve hükümetin göçmenlik politikasını, “En savunmasız insanları hedefine koyan ölçülemeyecek reddede acımasız bir politika” olarak tanımlayarak gollük tekmesini muhafazakâr iktidarın kalesine şutladı: "Bu, 1930’larda Almanya’nın kullandığından farklı bir dil değildir." Ve işte bu noktada kıyamet koptu. Lineker’ın, BBC’de 1990’lı yıllardan bu yana sunduğu günün maçı programının askıya alındığı duyuruldu. 1980’li yıllarda İngiltere futbolunun en büyük golcüsü olan Gary Lineker, onaltı yıllık futbol kariyeri boyunca ulusal ve uluslararası hiçbir maçta ne sarı ne de kırmızı kart görmemiş centilmen bir futbolcu olarak da tarihe geçmişti. Sahalarda görmediği muameleyi BBC yönetiminden görerek kırmızı kart yemeyi yutacak bir karakter olmadığı da derhal görüldü.

Başbakan Sunak başlangıçta Lineker’i hedef alan açık eleştirilerde bulunarak BBC yönetimine bir nevi talimat vermiş oldu. İngiliz devletinin özerk radyo televizyon kurumunun genel müdürü Tim Davie, Lineker’in siyasal tarafsızlık ilkesini çiğnediğini öne sürerek işine ve programına son verdiğini açıkladı. Ama gerek siyaset gerekse de medya çevrelerinden gelen yoğun defans desteği, Lineker’e yenilgi yerine yeni bir kontratak fırsatı sağlayacaktı. Kendisi gibi efsane futbolcular olan çalışma arkadaşları Allen Shearer ve Ian Wright ‘günün maçı’ programını boykot ettiklerini açıklarken; Alasdair Campbell ve Baron Dubs gibi İşçi Partisi’nin duayen şahsiyetleriyle birlikte partinin yakın dönem başkan yardımcısı Angela Rayner da defansa geldi. Ama parti başkanı Keir Starmer, “1930’lar Almanya’sıyla karşılaştırma her zaman iyi bir tartışma yöntemi değil” gibi yuvarlak ve muğlak ifadelerle karşı saflarda yerini aldı. Bu sırada, çok sayıda BBC televizyon sunucusu, Lineker’e destek amacıyla boykot kararlarını açıkladılar.

Tarafsızlık tartışması üzerine bir gazeteci BBC müdürüne şu soruyu sordu: "Lineker, hükümetin göçmen politikasını eleştirmek yerine onaylayan bir açıklama yapsaydı yine tarafsızlık ihlalinde bulunduğu iddiasıyla işine son verecek miydiniz?" Tim Davie, bu soruyu ‘hipotetik’ bulduğunu söyleyerek geçiştirmeye çalıştı. Geçtiğimiz pazartesi günü BBC ‘günün maçı’ programının Gary Lineker’in sunumuyla yeniden yayında olduğunu duyurdu. İngiliz gazeteleri, bu dönüşün müdür Tim Davie’ye sarı kart anlamına geldiği ama aslında kırmızı kartı hak ettiği yolunda manşetlerle dolu. Her halükarda, Gary Lineker’in dönüşü, bir efsaneye yakışır biçimde muhteşem oldu.

Futbol-siyaset ilişkisi ve mülteci sorunu son haftalarda Türkiye’nin de gündemi. Önce futbol taraftarlarının ‘yalan dolan istifa et …’ ve ‘hükümet istifa’ sloganları saray çevresinden büyük tepki görerek polis ve yargı marifetiyle susturulurken, Bursa’da Amedspor maçı öncesi ve esnasında gerçekleşen fiziki, sözlü ve sembolik ırkçı saldırılar aynı çevre tarafından tasvip anlamı taşıyan bir sükûnet ve hatta övgüyle karşılandı. Ardından muhalefetin cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu Suriye sınırında İngiliz başbakanı ve içişleri bakanının mülteci politikalarına benzer vaatlerde bulundu: “Hudut namustur … Suriyelilerin tamamını iki yıl içinde geri göndereceğiz. Afganları da İran’a geri iade edeceğiz.”

İngiltere devleti, illegal olduğuna karar verdiği mültecileri tutuklayarak ‘karşılama merkezlerine koyuyor’. İade edecek ülke bulamadığı takdirde Afrika’nın soykırımıyla namlı ülkesi Ruanda’da kurduğu toplama kamplarına yollayacak. Önceki başbakan Boris Johnson’un bu yoldaki ilk girişimi yüksek mahkeme kararıyla durdurulmuş olsa da Sunak kabinesi yasal pürüzü aşacak formüller bulmuş görünüyor. Kılıçdaroğlu’nun aklında bu üçüncü ülke çözümü de var mıdır bilinmez ama Türkiye’nin de Ruanda ya da bir başka Afrika ülkesinde bir mülteci toplama kampı kurabilecek kudrete sahip olduğu bir gerçek. Naziler de en namlı konsantrasyon ve ‘Arbeit’ kamplarını Almanya içinde değil Polonya’da kurmamışlar mıydı?

Frantz Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler kitabı 1952’de yayınlandığında bir çığır açmıştı. Adından anlaşılacağı üzere, zamanının Rishi Sunak ve Suella Braverman benzeri şahsiyetlerinin analizi üzerinde yoğunlaşıyordu. Ama bu ‘karakter oyuncularının’ Afrika değil de Hindistan ‘kökenli’ olmaları hasebiyle Homi Bhabha’nın taklit, mimik, melezlik, muğlaklık gibi analitik kavramları daha açıklayıcı olabilir. Kılıçdaroğlu’nun ‘kökenleri’ de yakın zamanda adeta bir suçmuş gibi kapalı kapılar ardında çok konuşuldu. Sunak ve Braverman örnekleri, iktidara geçildiğinde bu kökenlerin hiç de bağlayıcı olmadığını, geçmişte ailesine yapılmış muameleyi altmış yıl sonra soğukkanlılıkla kendi akrabalarına yapmaktan kaçınmadıklarını gösteriyor. Güç ve iktidar böyle bir şey ve şimdi Kılıçdaroğlu’nun da önünde bir altın tepsi içinde bekliyor.

Türkiye, son on yıldır dünyanın en fazla dış göç alan ülkelerinden biri oldu. Ama göç meselesine, ‘yabancıları geri ittireceğiz’ ya da ‘hudut namustur’ gibi sloganik vaatlerle çözüm bulunduğu vaki değil. Böylesi sloganların yerleşik ve kurumsal ırkçılığın ateşini harlamak gibi dehşet verici sonuçları olduğu biliniyor. Çözüm, bu tür tehlikeli hamasetin aksine göçmenleri söylemin nesnesi olmaktan çıkarıp öznesi yapma iradesiyle hareket eden bir medya ve siyaset dilini gerektiriyor.

Gary Lineker muhafazakâr hükümeti devirmeye ahdetmiş bir aşırı solcu değil; oldukça ılımlı bir demokrat. Hareket noktalarının politik prensiplerden çok empati, temel insan hakları ve güçsüzün himayesi gibi insani değerler olduğu görülüyor. Zaten İngiltere benzeri Batı toplumlarında ırkçılığa ve ayrımcılığa tepki, siyahlardan, sosyalistlerden ve dezavantajlı kitlelerden çok beyaz Hıristiyanlardan geldiğinde etkili olabiliyor. Çünkü güç ve iktidar halen orada; başbakanın dini ya da deri rengi ne olursa olsun. Düzenin oradan çatlaması gerekiyor ki gerçekten değişebilsin, dönüşebilsin ve insanı insan yapan değerler sürdürülebilsin.

Kıssadan hisse: Kötü adam/kadın ne kadar çok ve güçlü olsa ve ne kadar hileye ve şiddete başvursa da ‘esas oğlan’ onları eninde sonunda alt edecektir. Peki Türkiye WASP’ının yani Sünni-Türk-Erkek müesses nizamının kalbinden de Bhabha ve Fanon’un tasvirleriyle siyah derisini taklitçi mimiklerle beyaz maskeler ardına gizlemiş muktedir melezlerin de karşısına dikilecek cesarette ‘esas oğlan’lar çıkabilecek mi? İnsanlığın kolektif değerlerini sürdürebilmek adına ihtiyaç duyduğumuz futbol ve sosyalizm sloganlarıyla hikayemizi bitirelim: ‘Allahını seven defansa gelsin!’ ve ‘Bir iki üç, daha fazla Lineker!’


Zafer Yörük Kimdir?

Londra Üniversitesi’nde iktisat ve siyaset bilimi dallarında lisans eğitiminin ardından Essex Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü’nde ideoloji ve söylem analizi dalında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı. Londra, Erbil ve İzmir’de siyaset bilimi ve medya/iletişim alanlarında çeşitli üniversitelerin akademik kadrosu içinde yer aldı. Akademik çalışma alanları; post-yapısalcı kuram, psikanaliz ve kimlik siyasetidir. Türkiye ve Orta Doğu siyaseti üzerine akademik yayınları vardır. Halen Duvar English ve Medya News internet yayınlarında ve Yeni Yaşam gazetesinde köşe yazmaktadır.