YAZARLAR

Kimin bu ses?

"Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”

Önce Leylim Ley mi çalındı kulağımıza, yoksa Aldırma Gönül mü?

İlki uzun süre Zülfü Livaneli’yle özdeşti. Onun Türkiye’de yayımlanan ilk albümü Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ın neredeyse en taze, en güncel, içten parçalarındandı. Albüme egemen olan Yunus Emre, Pir Sultan, Köroğlu, Karacaoğlan, Kul Ahmet gibi folklordan, tarihten ve de kırsaldan gelen sözlerin, ezgilerin arasında şimdiye, şehre daha yakın olandı Leylim Ley. Duyulur duyulmaz, 1976’dan itibaren dile düştü.

Sevdayı, ayrılığı, hasreti dillendiriyordu. Ama alışılageldiği gibi ağlamaklı, hicranlı değildi. Tam tersine, vakurdu: Söz söyleyen yoktur sözüm üstüne, diyordu. Tavizsiz, tenezzülsüz:

Yedi yıldır uğramadım yurduma

Dert ortağı aramadım derdime

Geleceksen bir gün düşüp ardıma

Kula değil yüreğine sor beni

O dikbaşlı eda Aldırma Gönül’e bağlanıyordu.

Leylim Ley kantin, kampüs buluşmalarının, sohbetlerin sofraların eşlikçisiydi, “bizim türkümüz” olarak benimsenmişti. Başın öne eğilmesin uyarısı, yüreklendirmesiyle başlayan Aldırma Gönül ise yürüyüşlerde, mitinglerde, sokaklarda, meydanlarda yankılanıyordu. Efkara, öfkeye, çaresizliğe karşı diklenme, direnme dayanağıydı. Ne de olsa Hapishane Türküsü’ydü Aldırma Gönül.

Onu ilk Edip Akbayram’dan duymuştuk. Ama araştırınca öncesi olduğu çıkıyor ortaya: Aldırma Gönül’ün yayınlanışı Leylim Ley’le aynı yıl: 1976. Kerem Güney besteleyip seslendirmiş. 45’lik plağın bir yüzünde Nazım Hikmet var öbür yüzünde Sabahattin Ali. Kerem Gibi/ Aldırma Gönül…

Ruhi Su, Rahmi Saltuk, Timur Selçuk üçlüsü kendi üsluplarınca, marş edasında seslendiriyordu Aldırma Gönül’ü. Edip Akbayram, Selda popa yakın şarkı formunda. Bunların yanı sıra arabeske evrilebiliyordu Kerem Güney’in Hicaz makamındaki bestesi: Gönül Akkor’un 1977’deki 45’liğinin bir yüzünde İçiyorsam Sebebi Var, diğer yüzünde Aldırma Gönül… aynı telden! Ahmet Özhan’ın 1978’de yayınlanan 33’lük albümü Geceler Gariplerindir, Aldırma Gönül’le kapanıyor. Gülden Karaböcek’ten Kibariye’ye söylemeyen yok gibi 1970’lerden 1980’lere uzanan dönemde. Kerem Güney’e bakılırsa o besteyi seslendirenlerin sayısı elliyi buluyor.

1977 yapımı birbirinden tümüyle ayrı türden üç filmde şarkının film müziği olarak kullanılması, onun memleketteki ruh iklimine karşılık geldiğinin göstergesi olsa gerek: Selvi Boylum Al Yazmalım, Hababam Sınıfı Tatilde ve Cüneyt Arkın’ın oynadığı Yıkılmayan Adam... Derken, 2000’lerde yeniden siyasallaşıp Cumhuriyet Mitingleri’nde meydanlarda yankılandı şarkı!

İNSAN SESİ ESNAFLARI 

Piyasadaki hareketlilik etkili olmuş mudur, bilinmez; Livaneli 1979’da yayımlanan Atlının Türküsü albümünde yeniden yorumladı Leylim Ley’i. Sabahattin Ali’nin 1937’de yayımlanan kitabına adını veren Ses öyküsünden almıştı sözleri. Öyküye serpiştirilen dört kıtadan (4 dize) son ikisine yer vermişti Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’da, üç yıl sonraki düzenlemeye öyküdeki ilk dörtlüğü de almıştı.

Leylim Ley’le Aldırma Gönül’ün sözlerinin aynı kişinin kaleminden çıktığı, ilgililer dışında kimsenin malumu değildi 1970’lerde. Ama Sabahattin Ali’nin deyişiyle “insan sesi esnafı” hangi kesimden, hangi yaştan olursa olsun halkın gönül telini titreten ses – söz kaynağını keşfetmişti. Sabahattin Ali, 1970’lerin sonunda Melankoli, Ben Sana Vurgunum gibi Ali Kocatepe besteleriyle Nükhet Duru’yu öne çıkarttı. Devamı Sezen Aksu’yla geldi; Benim Meskenim Dağlardır, Çocuklar Gibi

Ahmet Kaya’nın kendisi de, 1985’de yayımlanan albümü Ağlama Bebeğim de nevi şahsına münhasırdı: Ağıt, marş, arabesk, türkü, protest… hepsini bünyesinde taşıyordu. “Özgün müzik” dedi insan sesi esnafları. Aldı yürüdü. Albümde 14 parça vardı, Geçmiyor Günler başta olmak üzere üçü Sabahattin Ali’den bestelenmişti.

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN MI, MADONNA MI?

1940’da yayımlanan İçimizdeki Şeytan romanı, Sabahattin Ali için sonun başlangıcı oldu denebilir. Ona dünyayı dar eden, yurdundan kaçıp başka diyarlarda hayat aramaya zorlayan süreç, roman üzerinden başlayıp mahkemelere sıçrayan, her tür fiili linçten 2 Nisan 1948’de başı taşla ezilerek infaza uzanacaktır.

Romanın yarattığı ilk yankılardan ürken bir dostu, Hakikat gazetesi için “siyasete bulaşmayan, sürükleyici bir aşk hikayesi” ısmarlar ona. Savaş koşulları nedeniyle üçüncü kez askere alınmıştır, kışlada yazmaya başlar romanı. İlk düşündüğü ad Lüzumsuz Adam’dır. Anlatıya temel hatıratın sahibi Raif Efendi’den hareketle düşündüğü bu addan vazgeçip, hatırata konu olan örtük aşkın kaynağını Maria Puder’i öne çıkartır, tefrika Kürk Mantolu Madonna adıyla yayımlanır…

Kasım 1940’da başlayan tefrika Şubat 1941’de biter. Rivayet o ki, gazete ödemede zorluk çıkarınca yazar da kısa kesmiştir romanı. Kitap 1943’te yayımlanır. Ta ki 2010’lara dek pek de ilgi görmez.

Toplumsal değişimin, çalkantıların, çatışmaların en yoğun olduğu 1970’lerin ikinci yarısına nasıl Leylim Ley / Aldırma Gönül ezgileri eşlik ettiyse, 2010’ların ikici yarısında gençlerin ruh iklimine kimselerin akıl erdiremediği biçimde Kürk Mantolu Madonna eşlik edecektir.

Gezi’de ilk kez kendini gösteren 2000’ler gençliği, romanda “sessiz sedasız, hımbılın biri, yavaş ve heyecansız, alakasız bir insan, cansız bir makine gibi” ifadelerle anılan Raif Efendi’yi ve Madonna’sını 21. yüzyıla neden ve nasıl taşıdı, incelemeye değer. Belki yine aynı romandaki şu saptama ve sorudan başlayabiliriz:

Dünyanın en basit, en zavallı hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık ruha maliktir!.. Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahluku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?

ZOR SORU

Sabahattin Ali’nin öldürülüşün 60 – 65 yıl sonra adeta yeni bir sesle, yeni bir yüzle yeni kuşaklarda karşılık bulması, The Guardian gazetesinde bile haber – yorum konusu oldu Haziran 2016’da. Sabahattin Ali hemen tüm listelerde o yılın en çok satan yazarı oldu. Ertesi yıl Kürk Mantolu Madonna sahnelendi. Nihayet 2019’da Aldırma Gönül adıyla ondan yapılmış besteler üstüne kurulu bir Sabahattin Ali müzikali yapıldı…

Bunca övgüye, sevgiye –ve haklı haksız kazanca- karşın katledilişinden sadece birkaç ay önce öfkeyle yükselen sesi, sorusu ilgi ve yanıt bekliyor hala:

Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer!

Bu ne affedilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar: “Görüyor musun şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor…”

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hattâ bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?