YAZARLAR

'Kimler Geldi Kimler Geçti' ve kimi niye kızdırdı?

“Kimler Geldi Kimler Geçti”, elma taklidi yapan bir greyfurt değil. Bildiğin, leziz kokteyl ve aksini de iddia etmiyor. Çok iyi kullandığı pandemi bağlamı haricinde günümüz Türkiye orta ve hatta üst orta sınıf hayatının gerçekliğini yansıtmıyor. Dizi boyu geçen, “biz son seviştiğimizde dolar 9 liraydı” repliği dışında bu manada suya sabuna temas eden bir tek cümle bile yok. Türü de toplumsal açıdan tartışmaya açan, iyi bir romantik komedi, bu açılardan.

Türlerin de bir dönemleri, zamanları var. Bizde TV dizileri daima gerçeklikten çok birbirinden beslenerek ilerleyen anlatılar. Akıp giden bir hayat, “orada” ise ayrı bir masallar diyarı var. Yine de bu, dizilerin gündelik gerçeklikten etkilenmediği anlamına gelmiyor. Tam da aksine, neyi çok öne çıkarıp neyi tamamen göz ardı ettikleri de dahil, “hayatın tonunu” yansıtabilen, sosyoduygusal iklimle temas halindeki diziler, genellikle daha başarılı oluyor; daha uzun bir süreye yayılan daha geniş bir izleyici kitlesi buluyor. Bu nedenle işte, izleyebildiğim son sezonu dahil hâlâ en çok beğendiğim dizilerden olan “Gibi”, bütün absürtlüğüyle gündelik hayatın bazı tonlarını çok iyi ve zekice yakaladığı için çok “sahici” duruyor. Mahalle dizileriyse artık yapılamıyor çünkü “yok öyle bir mahalle”. O kadar yok ki, artık masalının bile alıcısı yok…

Bu yıl yaz dizisi yapılmıyor mesela, elbette bunun pek çok sektörel nedeni de var. Ama “yaz” mı kaldı ki yaz dizisi olsun diye de düşünülebilir. İklim krizinden, toplumun büyük çoğunluğu için kısacık bir zaman dilimi dışında tatili imkânsız hale getiren hayat koşullarına dek… Durum böyleyken, tür kalıpları içinde ne kadar ustaca yapılmış olursa olsun, düz romantik komediliğinde ısrar eden bir romantik komedi de en azından çok tartışılabilir olabiliyor. Netflix’in Ece Yörenç imzalı, Ay Yapım yapımı romantik komedisi “Kimler Geldi Kimler Geçti” de işte bence başta bu nedenle, çok izlendiği gibi çok da tartışılıyor.

Kimler Geldi Kimler Geçti-Netflix

Öncelikle kendi fikrimi yazayım diziye dair: Ben diziyi eğlenerek ve evet toplam bir günde izledim. “Eğlenerek” özellikle seçtiğim bir kelime. Çünkü bir TV yazarı olarak romantik komedi de, bütün türler gibi ilgi alanımda, yani küçümsediğim bir tür hiç değil, severim. Ama romantik komedi alanında “Notting Hill” ya da “High Fidelity” gibi her izlemede hem komik hem de incelikli yapım çok azdır; çoğu “o an için eğlendirir.” Duygusal ilişkiler evrenine bakışını en çok sevdiğim dizi hâlâ “Sex and the City”. Ama onun bir romantik komedi olduğunu düşünen de yanılır. Evet türün bazı özelliklerini çok ustalıklı biçimde kullansa da “Sex and the City” duygusal ilişkilerinden arkadaşlığa, büyük kent hayatından toplumsal cinsiyet örüntülerine dek pek çok şeyi zekice ele alan, karakterlerinden olay örgüsüne ve diyaloglarına dek dramatik örgüsü çok sağlam, türler arası bir dizi. Bizden bir “Sex and the City” çıkmaz çünkü yok öyle bir hayatımız. Ne ülke ne de kültür aynı değilken aynı şey olmaz. E o çıkmaz ama başka şeyler çıkar, çıkabilir ve çıkıyor da.

Leyla ve narsisist Alfası

“Kimler Geldi Kimler Geçti”, bence bazı benzerliklerine karşın TV tarihinin bu klasiğiyle karşılaştırılabilecek niteliklere sahip değil. Olması da gerekmiyor, hâlâ iyi bir romantik komedi. Hem yaratıcılarının ustalığı hem de Netflix kriterleri nedeniyle iyi tasarlanmış pek çok “kod”a sahip. Lovebombing’inden gaslighting’ine (hatta ‘submarining’ine kadar vardırmışlar çünkü çektiğimiz yetmiyor her şeyi bir de tanımlamalıyız) narsisist erkek karakterinden günümüz ilişkiler evreninin griliklerine dair pek çok şeyi elbette bilerek ve ayrıca bir tanıtım stratejisi olarak da kullanıyor. (Bu arada çok söylenmiş ama ben de diyeyim: “Ghosting”e: Behlül Kaçar çevirisi şahane…. ) Ama hâlâ “dürüst”. Yani elma taklidi yapan bir greyfurt değil. Bildiğin, leziz kokteyl ve aksini de iddia etmiyor. Gerçekten de (bence çok iyi kullandığı) pandemi bağlamı haricinde günümüz Türkiye orta ve hatta üst orta sınıf hayatının hiçbir gerçekliğini yansıtmıyor. Dizi boyu geçen, “biz son seviştiğimizde dolar 9 liraydı” repliği dışında bu manada suya sabuna temas eden bir tek cümle bile yok. Dizide sınıf çatışması yok çünkü değil fakir, orta sınıf bir ana karakter bile yok. “Serenay’ın seçimi” halinde izlediğimiz boy boy erkek karakterler arasında bir tek Ömer, daha mütevazı bir aileden gelmiş biri olarak çiziliyor ama o bile pandemi boyu yaşadığı ekonomik krizde hâlâ “standardı tutturabilmek için daha fazla kazanması gereken” bir zengin karakter olarak çizilmiş. Yani dizi fakirlik ve fakirleşme topuna hiç girmemiş. Orta sınıfın giderek yoksullaşmasıyla da hiç ilgilenmemiş. “Buyrun ben size 7-8 saat gayet şık mekanlarda en büyük derdi 'kimi sevsem ya da kiminle yatsam' olan zengin bebelerinin hayatını anlatacağım” demiş ve bunu da yapmış. Bu arada da “bolca Serenay güzelliği sergileyeceğim” demiş ve Serenay’dan da hiç kısmamış. (Dizide Boran Kuzum ve Hakan Kurtaş gibi çekici ve karizmatik erkek oyuncular ve konvansiyonel anlamda yakışıklı diyebileceğimiz bir de (gizli iblis) Ömer rolünde Metin Akdülger var.)

Bu “Serenay’ı izlemek” cümlesinden biraz devam edeyim. Geçenlerde fikirlerine çok değer verdiğim bir kadın yazar arkadaşımla dizi üzerine konuştuk; “hiç sevmedim, dayanamadım” diyenlerdendi. Serenay Sarıkaya’nın bedeni ve güzelliğinin, oynadığı bütün dizilerde hem İstanbul manzaraları gibi bir egzotikleştirme hem de metalaştırma aracı olarak kullanıldığı sonucuna vardık ki bunun da üzerine biraz düşündüm. Bütün dizilerin yıldız kadın oyuncuları bu biçimde “resmediliyor”. Bu dizi, fiziki imkanları elverdiği ölçüde aslında erkek karakterlerini de o biçimde “kullanıyor”. Taciz, şiddet, tecavüz ve hatta “kadın karakteri sürekli ağlatma pornosu”na girmediği sürece ben bunun kaçınılabilir ya da yer yer kaçınılması gereken bir şey olduğunu düşünmüyorum, popüler anlatıda. “Hep” birbirine benzer rolleri yani Leyla da Devin de olsa eninde sonunda hep Serenay’ı oynaması elbette varsaydığım oyunculuk kapasitesi açısından bir risk. Ama izlemesi, daima zevkli olan bir ”ekran cazibesi” var Serenay Sarıkaya’nın ki erkek muadil olarak (bu açıdan) Kıvanç Tatlıtuğ’la karşılaştırılabilir. Öte yandan Kıvanç Tatlıtuğ kariyerinin başından bugüne oynadığı rolleri çeşitlendirme bağlamında daha sağlam yürüdü, o da net.

Dizi gerçekliğe temas değil, adeta tamah etmemiş, bundan kaçınma düzeyi hakikaten bazen şaşırtıcı oluyor. Mesela tamam, kurucuları üç göbek zengin de olsa ülkenin en başarılı hukuk bürolarından birinde çalışan avukatlar sabah küreğini çekip geliyor, toplantı boyu sadece geyik yapıp flörtleşiyor ya da WhatsApp grubuna mesaj yollayıp kendi aralarında kıkırdaşıyor. Kalan bütün zamanda da ya içip dans edip ilişkilerden bahsediyor, sevişiyor veya aşk acısı çekiyor. Ay sonunu getirip hafta sonları arkadaşlarıyla eğlenmek ve arada tatil yapmak için deli gibi çalışıp koşturmak zorunda olan Z kuşağı orta sınıf seyirci de en azından tabii ki bu kısma doya doya sinirlenir. Korkunç bir rekabetin döndüğü, mobbinginden (her nevi) taciz riskine kadar patronun elinin çok güçlü olduğu ve bu derece “gevşeklik” lüksüne asla sahip olmayan ortamlar, bildiğim kadarıyla bembeyazları dahil, kapitalist iş ortamları. Flörtünüzü aşk acınızı neyin hep saatlerce konu dışı bırakıp ultra uyanık, anda ve işte olmayı gerektiren ortamlar. Yani böyle bir “iş dünyası” da yok.

Dizinin en gerçekçi ve verimli çizgilerinden biri, “uzun ilişkiler hiç de göründüğü gibi değildir, dozunda ödün, tahammül ve emek gerektirir” noktasına vardıracak biçimde Leyla’nın pembe diyarını alaşağı eden kısmı, Leyla’nın anne babasıyla olan ilişkileri. Ki ben bu diziyi sırf oynadığı her rolde olduğu gibi bu sıra dışı anne rolünde de muhteşem Laçin Ceylan ve onunla gayet uyumlu Ege Aydan ikilisi için bile izlerdim. Keşke “eğlence”den az kısılıp bu aks daha derinleştirilseydi; ikinci sezonda umarım öyle olur.

Özetle bence “sınıf kini” için doğru hedef bu dizi değil. Araya çok derin mevzular serpiştiriyormuş gibi yapıp bize baştan sona taşralı ya da kentli erkek egosu veya kadın erkek “derdini seveyim” bunalımları izletirken “sanat filmi” taklidi yapan kokteyllere kıyasla bence bu açıdan daha dürüst. Ayrıca zenginlik/yoksulluk ikiliği ve pırıltı görme arzusunun izleyicide net bir karşılığı var ve bu bizim prime time dizilerde aşılabilmiş bir mevzu değil, Netflix diyarı zaten bambaşka bir diyar. Bu açıdan dizi en azından farklı sınıf temsillerine ve iş hayatının doğurduğu olağan zorluklara da “hiç” yer vermemesi açısından tabii eleştirilebilir. Yani aslında bu dizide biraz daha “resmi dert” kapsamında sorunları olan ya da sınıf atlamaya çalışan karakterler ve daha çok entrika görülseydi, kimseyi bu derece kızdırmayacaktı, kabul edelim.

Ana kadın karakter için de şu denebilir herhalde: Tamam romantik komedi diyarındayız, ayrıca ilişkiler evet herkesin kafasını meşgul eden şeyler. Ama 29-30 yaşındaki pırıl pırıl bir genç kadının gerçekten “doğru erkeği bulmak” dışında hiç mi bir gailesi, ideali, hayata ilişkin bir tutkusu olmaz? Bu Bridget Jones formülünün de artık işlemediğini söyleyebiliriz bu dizi özelinde. Evet ilişkiler çok önemli ama asla hayatın tek merkezi değil. Koşulları ne olursa olsun, bir kadın karakter için hele, hiç öyle olmamalı.

Yine de diziyi izlerken şunları düşündüm: Günlük hayatta ortalama bir çatışmalı sohbet narsisist, lovebombing, gaslighting terimlerinden geçilmiyor; ennn bir narsisist gerçekliği cımbızlaya eğe büke diğerini öyle olmakla suçluyor. Hakikaten bu kavram kullanımlarından neredeyse kusacak hale geldik. Fakat bu konular dizilerde cazip narsisist Alfa erkek karakterlere itinayla yer vermek dışında aslında yeterince iyi ve doyurucu biçimde işlenmiyor. Özellikle de duygusal ilişkiler alanı ya “hep” ya “hiç” sayılıyor.

Sonuç olarak pankreasımızda ayı bağırsa da hepimiz insan olarak duygusal ilişkilerin aldığı bu acayip çok parçalı, gri halden bunalmış vaziyetteyiz. Kalbi atan herkesin sevmeye, sevilmeye ve sevişmeye ihtiyacı var (ben şahsen bunları -aynı zaman diliminde- aynı kişiyle yapabildiğim bir evreni tercih ederim). Tamam ilişkiler daima biraz oyun da içeren şeylerdir ama herkesin “tek kendimi kollayayım, hep kazanan ben olayım” dediği oyunda bile herkes kaybeder. Ayrıca tamam yürüyüp gitmeli ve “next” demeliyiz ama insan evladının duygusal süreçleri algılamak için makul bir süreye ihtiyacı oluyor. Bu da kesinlikle “ertesi gün” değil. Bitmemiş şeylere bitmiş gibi davranmak da, çoktan bitmiş ilişkileri sırtta taşımak da aynı derecede riskli vs… Dizi bu açılardan da günümüz ilişkilerini gayet iyi irdeliyor aslında.

Bakalım günümüz koşullarında romantik komedinin ve Leyla’nın devam maceraları nasıl ilerleyecek…


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.