YAZARLAR

Kır aynaları, kır artık!

Şimdi çıkıp şehrin aynalarını bir bir kırsam, sosyal medya hesaplarını yeni bir videoyla semirtmek isteyenlerin iştahını kabartmaz mıyım! Hikâyeler reels’lere karışır. Ya benim anlatmak istediğim hikâye, ona ne olur?

Şimdi kalkıp dışarı çıksam ve gördüğüm tüm aynaları kırsam, bana manyak derler.

Girdiğim dükkânlardaki, mağazalardaki, kuru yemişçilerdeki, sokaklardaki aynaları… Hepsini… Camları tuzla buz olan aynalar, kırıklarının şekilden şekile girdiği aynalar…

Şehrin aynalarını kırışım, o an bana denk gelip sosyal medya hesaplarını yeni bir videoyla semirtmek isteyenlerin iştahını kabartacağından, kim bilir kaç kişinin telefonunda olur, oradan ver elini youtube, Instagram, X hatta şansım yaver giderse TikTok bile… Hikâyeler reels’lere dönüşürken görüntülerimin altına “anlamlı” müzikler döşeyenler mi istersiniz, üzerlerine mizah taklidi yapan cümleler yazanlar mı... Herkes hep hazır ve yaratıcı! Ve kimleeer kimlerle kol kola! En iç acıtıcısı ise görüntülerim temsili ruh hallerine yakıştırılırken yapılacak vasat mı vasat espriler olur: “Müdürüm benden iş istemiştir…” Türkçesi kulak çınlamasına yol açan daha birçok cümle. Televizyonlardaysa esnafların dükkân kameralarındaki kayıtlardan oluşturulmuş, farklı güzergâhlarda iş üstündeki siyah beyaz görüntülerim arzı endam eder. Haber spikerleri yüzlerine hüzünlü bir ifade yerleştirirler, ülkenin zorluklarına dayanamayıp sinir krizi geçirdiğimi söyleyebilirler. Aynı görüntüler defalarca akar. Biter, sonra baştan… Biter, sonra yeni baştan… Topluca dökülen gözyaşlarından helak olunurken dijital çağ filozoflarının “repost” seven saptamaları mangalda kül bırakmaz.

Kimse de çıkıp neden kırıyorsun aynaları, diye sormaz. Merak da etmez.

Herkesin her şeyi bildiği, her şeyden emin olduğu sosyal medya dünyası döner, ben evime dönerim. Görüntülerime yapılan yorumları okumam, ilk aynayı düşünürüm. Temiz ve durgun suyu… Sonra aniden kendimi 1300’lerde, 14. yüzyılda bulurum. Karşımdadır Venedikli cam üfleyiciler. Bir özür borcum var tabii onlara. “Sizlere saygısızlık olarak düşünmeyin lütfen,” diyerek açıklamaya çalışırım kendimi. Neticede ben kırayım diye yapmadılar cam aynaları. Ses etmezler yaptıklarıma. Şu Venedikli zanaatkârlar anlayışlı insanlar. “İyi ki kırdıklarım içinde boy aynası yok,” derim kendi kendime. Onları ilk kez üreten Fransız Bernard Perrot’ya hesap vermek daha zor olurdu. Zaten geçmişte yaşananlardan dolayı hâlâ kızgındır bize.

Giderim kitaplığıma, bakarım şöyle bir kitapların sırtlarına. Eşyalarda şefkat aramaya benzemez kitaplıkta tur atmak. Ne isen o’sun kitaplarda da. Aynalarda olduğu gibi. Kurutulmuş Felsefe Bahçesi’nden Salâh Bey süzer beni. Bu bakışın elbette bir anlamı var. Kitabı alırım elime, sayfaları çevirirken “Aynalar” denemesinden satırlar çarpar gözüme. Salâh Birsel’in bahsettiği Ayşe Sıdıka Hanım’ı hemen hatırlarım. Nahid Sırrı Örik’in büyükannesi. Kırk dokuz yaşında ölmeden önce yolda karşısına çıkan bir boy aynasına tükürüşü gelir gözümün önüne. Hastadır, aynadaki Ayşe Sıdıka’da eskisinden eser yoktur. “Tuh, Allah belanı versin deccal karı” diye bağırır.

Şimdi kalkıp dışarı çıksam ve gördüğüm tüm aynaları kırsam… Anlatabilir miyim insanlığın çirkinliğini? Görünenin ne kadar fena olduğunu ve baka baka fenalıklara alıştığımızı anlatabilir miyim?

Kır aynaları, kır artık! Bir tanesi hariç. Sait Faik’in “Plajdaki Ayna”sına sakın dokunma.


Burcu Aktaş Kimdir?

Burcu Aktaş, 1980’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi aldı. Uzun yıllar Radikal gazetesinde çalıştı. Radikal Kitap’ın editörlüğünü yaptı. Selim İleri’nin iç dünyasını anlattığı Düşüşten Sonra adında bir anlatı kitabı ve Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals, Vahşi Şeyler isimli dört çocuk romanı var.