YAZARLAR

Kırk yıl öncesinin şarkılarıyla dümen kırmak

İnsan isterse, ruhu yatkınsa bir noktadan sonra hayatı bir kitap gibi okumaya başlayabiliyor. Her birimizin hayatı aslında birer hikâye. O yüzden hikâyeleri seviyoruz, çünkü hayatı seviyoruz. Onu yaşıyoruz, ama yaşarken aslında hikâyelerimizi okuyoruz. Büyük fark ve cazibe ise şurada: Bu hikâyenin kahramanı kendimiziz. Her gün kendi içerisinde bir hikâye aslında.

Bu biraz kişisel bir yazı olacak, müsaadenizle. “Müsaadenizle” burada yalnızca yazınsal ve işlevsel, zira kimse bir şey yazarken kimsenin müsaadesine ihtiyaç duymuyor aslında. Ama yazar okurla kurduğu ilişkide kendisini bir sohbet masasında addettiğinde böyle demek gerekebiliyor. Eylül boyunca hiç yazı yazamamamın nedeni de sonraki paragrafta bahsedeceğim ve aniden karşıma çıkan gelişmeler nedeniyle geçirdiğim çok yoğun haftalardı.

Kişisel, zira bugün, yani yazıyı yazarken doğum günüm, ama siz okurken dün olmuş olacak. Kişisel olmasının bir nedeni de dümen kırarak kıta değiştiriyor oluşum. Daha önce bunu iki kere yapmıştım; 1994 ve 2005’te. İlkinde 18 yaşındaydım, 19’un eşiğinde, ikincisinde 29, 30’a merdiven dayamıştım. Şimdi de tam 48’imi devirirken yeniden Türkiye’den Amerika’ya; yeniden İstanbul’dan New York’a gidiyorum. Şartlar, gerekler ve saikler farklı bu sefer. Ama yine de benzeyen yanları var.

İnsan isterse, ruhu yatkınsa bir noktadan sonra hayatı bir kitap gibi okumaya başlayabiliyor. Her birimizin hayatı aslında birer hikâye. O yüzden hikâyeleri seviyoruz, çünkü hayatı seviyoruz. Onu yaşıyoruz, ama yaşarken aslında hikâyelerimizi okuyoruz. Büyük fark ve cazibe ise şurada: Bu hikâyenin kahramanı kendimiziz. Her gün kendi içerisinde bir hikâye aslında. Çoğunlukla uyanırken başlayan, nadiren uyanmadan. Çoğunlukla gece uyuyunca biten, bazen bitmeyip uykulara sızan. Günlerin çoğu hiçbir yere gitmeyen, sıkıcı ve sıradan hikâyeler gibi hissettirse de aslında her birinin bir giriş, gelişme ve sonucu olabiliyor. Aralardaysa türlü maceraya çağrı, tetikleyici olaylar, dönüş ve zirve noktası, dostlar, düşmanlar, mentörler, kötüler, engeller, ölüme yaklaşmalar, öldü derken dirilmeler ve iksirleri bulup köye dönmelerle bezeli türlü örgüler. İşte tam da bir “öykü”, hayat boyu hikâyeler dinleyip duruyoruz; başkalarının hikâyelerini. Sonra onlara meftun oluyoruz. Bir şarkının, şarkıcının, şarkı yazarının hikâyesi, bir filmin, yönetmenin, senaristin hikâyesi içimize işleyebiliyor. Öyle etkilenebiliyoruz ki ondan, bunlar bazılarımızın hayata dair pusulaları haline geliyor. Din kitaplarındaki ayetler, sureler gibi işlevlerle yön gösterebiliyor; özgür düşünceye kıymet verip kalbinin sesini duyabilenlere. Hayatlarının kendi kahramanları olamayıp başkalarının ve dogmaların güdümünde itile kakıla büyüyenlerin ve başkalarına bunları dayatmak isteyenlerin asla anlayamayacağı derinlikte hikâyeler bunlar: İnsanın kendi hikâyesi.

Hayata buradan bakınca, hayat akarken ona eşlik eden eserler de çok iyi hatırlanabiliyor. Bir roman, bir film, bir albüm denk geldiği zamana öyle bir damga vurmuş olabiliyor ki hayatın o dönemine dair başka bir sürü şeyi hatırlatabiliyor. Bir seyahat bir kitabın mihmandarlığında, bir gece bir filmin ışığında, bir aşk bir albümün yoldaşlığında yaşandığında daha sihirli ve unutulmaz olabiliyor. Buna alan açmak insanın kendi hikâyesine girip çıkan kahramanlara meydan vermek aslında. Bir ömür yapayalnız geçmiyor ama epey yalnız geçse de bu kahramanlar eşimiz, dostumuz, hatta ailemiz olabiliyorlar. Benim için de kırk yıl öncesine dayanan bazı şarkılar var ki, bugün hatırlayıp, dönüp dinlediğimde geriye dönük yılları belli bir perspektifle masaya yatırarak bakabilmemi sağlıyor. Bu duyguyu çok seviyorum. Hayatın boşa yaşanmamış olduğunun menkul teyitlerinden biri kırk yıl sonra da o şarkılarla ilişki kurabilerek o gün neler hissettiğini, neden hissettiğini hatırlayarak anlayabilmek. O şarkılar ki, sanki dünyanın bir ucundan özel iletişim kurmaya gelmiş elçiler; duymayı ve dinlemeyi bilenlere tanrıların kutsal ve gizemli sesleri.

Mensubu olduğum jenerasyonun (X Kuşağı) son dönemlerinde doğanlar müzik kasetleriyle büyüdüler. Siyah-beyaz, tek kanallı (TRT), kısıtlı yayınlı televizyon, sabah TBMM’den bayrak töreni ve İstiklal Marşı’yla başlayıp gece aynı şekilde kapanan yayın dilimleri, radyoya yapışılarak tuttuğun takımın golünü beklediğin merkezi futbol yayınları, yine radyo başında heyecanla beklenen ve birtakım müzikleri duyabilmek için tek şansınız olan programlar, onlardan yapılan kayıtlarla doldurulan karışık kasetler, o kasetlerle anlatılmaya çalışılan aşk hikâyeleri, yurt dışına giden tanıdıklar varsa onlara ısmarlanan plaklar, sonra CD’ler, sevdiğin şarkıcının veya grubun mucize kabilinden bir konser kaydına ulaştıran Betamax video kasetleri ve Uykudan Önce. Bunlarla kurulan hayaller ilerleyen yıllarda gerçeğe ne kadar dönüşebildiyse o kadar şanslıdır kişi kanımca.

***

Garip ve adalet duygusundan oldukça yoksun bir topluma dönüştüğümüz şu günlerde herkes bir şekilde yakasını sıyırmaya bakıyor. Bir yerlerden ve bir şeylerden. Ama hem her şeyin en iyisini, en kaliteli ve en hızlı şekilde önümüze istiyoruz, hem de bunu gerçekleştirmek için kurulan mekanizmalara onların bazı teknolojik zaaflarından veya onu kurandan ötürü düşman kesilip karşısına dikilebiliyoruz. Tezat yumağı olmuş hayatlar öfkeli ve mutsuz yığınlar yaratıyor. Sokakta herkes başına gelen her şeyden yanındaki, önündeki, ardındaki “öteki”yi sorumlu tutuyor. Muhtemelen kendi kaçmak zorunda olduğumuz dayanılmaz karanlığı biraz dengelediklerinden mütevellit, hep aydınlık ve süper kahramanların hikâyelerinden keyif ve ilham alıyoruz. Herkes yüreğinin götürdüğü yerlere gitmek, büyülü gün batımlarıyla dolu sakin ve özgür hayatlar arzuluyor mesela ama bunu sağlayabilecek koşulları sorgusuz sualsiz reddediyor. Özgürlük ve aşk olasılığı karşısında heyecan ve sevinç değil, şaşkınlık, huzursuzluk ve hatta öfke duyuyoruz. Koştura koştura yapılan izdivaçlar ve çocuklar, sonra bir tane daha, bir tane daha, kişinin kendi hikâyesinin ve o büyülü gün batımlarının önündeki kalın perde haline geliyor mesela. Cetvellerle hesaplanarak, ölçüle biçile yaşanan hayatlar, ölçülü biçili ölümlere sükûnetle santim santim yaklaştırıyor.

Şiirler, şarkılar, kitaplar, senaryolar, filmler bu arzular nedeniyle, bu hislerle yazılıyor. Küçücük bir çocuk bir kâğıda çöp adamı da bunun için çiziyor. Özgür ifade ve özgün söz bunun için var. Kırk yıl önce, sekiz yaşındayken kulağımda Walkman ve onun içindeki bir kasetten dinlediğim şarkıların aklıma ve kalbime işledikleri hâlâ orada duruyor; kırk yılın tozu isi sisi pusu üzerlerini biraz kaplamış olsa da bir silkinip üflemeye bakıyor yeniden gün yüzüne çıkmaları. Sanatı ve sanat eserlerinin anlatmaya çalıştıklarını hayatın tali değil aslî unsurları olarak görmeye başladığımız gün sözümüzle eylemimiz tutarlı hale ve aynı hizaya gelebilir. Sanatın sergilendiği mekânları, etkinlikleri, eserleri balon gibi şişirip sonra havasını üfürüp büzüştürmeden, önemli etkinliklerin kürasyonunu kravatlı kare kafalar ve puro babaları yerine küratörlere bırakıp, insan zihninden geçen her fikre eşdeğer alan tanımak özgürlüğün tek yoludur. Bazı toplumlar bu uğurda çok bedel ödedi ve senelerce mücadele ederek bugün oldukları noktaya geldiler ve nefes alabiliyorlar. Biz de yola çıktık ama yolun getirdikleriyle mahirce başa çıkamıyoruz. Yine de başlamak bitirmenin yarısıdır ve er ya da geç hedefe varacağımıza inanıyorum. Bunun için emek ve mücadele veren herkesi saygıyla selamlamak gerektiğini düşünüyorum.

***

Evet, bir süre eski haberci tabiriyle “New York’tan bildireceğim”. Müzik eksenli yazılarıma devam ederken, milenyumun başlarında yedi sene boyunca içerisinde bulunduğum ve paydaşı olduğum Amerikan müzik sektörüyle ilgili de bilgiler ve yorumlarımı paylaşmaya çalışacağım. O zamanlar, gözlerinizi kısarak baksanız da o kadar uzaktan tam seçilemeyen Türkiye’nin tam anlaşılamayan müziği hakkında da düşündüklerimi aktarmaya devam edeceğim. Bakalım oralarda neler oluyor, bakalım buralarda neler olacak…

Bazı eserler insanlara “kıta değiştirtecek” kadar kuvvetlidir ya, ikisi de birer deniz ve seyahat albümü olan, ilki 20 senelik (zaten 20 yıl önce bu işlevi görmüştü), ikincisiyse henüz 1 aylık iki albümü sizlerle paylaşmak isterim: 1. Justin Sullivan – Navigating by the Stars / 2. The Coral – Sea of Mirrors.

Yazıyı kapatırken ve deniz demişken, bizzat hiç tanışmadan kendisine büyük kıymet verdiğim ve yazışmalarımız sonucu 63 yaşında bir uzun yol gemi kaptanı olduğunu öğrendiğim bir okuyucumun e-postası, 8 yaşında kulağındaki şarkıların kucağında uzun yolların hayallerini kuran çocuğun 48’inde yeniden ufukta beliren okyanusu aydınlattı. Senelerce topladığı bağışları yolsuzluklarla deve yapan dernek gibi değil de bana gerçek bir deniz feneri olduğu için kendisine sonsuz teşekkürü ve selamı borç bilirim. İyi ki varsınız Akay Bey, seyirleriniz daim olsun!


Can Sertoğlu Kimdir?

1975 yılında İstanbul’da doğdu. Alman Lisesi’nden mezuniyetinin ardından The University of Texas at Austin’de Radyo-Televizyon-Sinema ve Ekonomi alanlarında çift lisans aldı. 1998’de New York’ta önce Right Track Recording kayıt stüdyosunda, ardından Atlantic Records’da prodüktör Arif Mardin’le birlikte çalışmaya başladı ve şirketin A&R departmanında görev yaptı. Bu dönemde Tori Amos, Stone Temple Pilots, Led Zeppelin, Jewel, Kid Rock, The Darkness, Matchbox Twenty, Craig David gibi sanatçı ve gruplarla çalıştı. Aynı zamanda Brooklynli kült grup World/Inferno Friendship Society’nin menajerliğini üstlendi. 2005 yılında Mor ve Ötesi’nin menajerliğini üstlenmek üzere Türkiye’ye döndü. 2015’e kadar grubun üyeleriyle birlikte kurduğu Rakun Müzik’in Genel Müdürü olarak birçok albümün yapımcılığını yürüttükten sonra 2015-2018 yılları arasında Doğuş Grubu’nun dijital platformu Puhu TV’nin kurucu ekibinde İçerik Direktörü olarak görev aldı. 2019’da kurduğu Ferment Records ile müzik yapımcılığına ve More Management etiketiyle 2005’ten beri sanatçı menajerliğine devam etmektedir. Yakın zamanda tekrar New York’ta yaşamaya başlamıştır.