Kırmızı Oda'da olan ne, olmayan ne?
“Kırmızı Oda”nın en iyi yanlarından biri şiddeti baş köşeye oturtması. Kadına şiddet, çocuğa şiddet, ev içi şiddet konu. Şiddet, dizinin içerdiği tüm ajitasyon olanaklarına rağmen doz/serimleniş açısından doğru biçimde hikâye ediliyor. Öte yandan tüm bu öykülerin gelip bağlandığı yerde önemli bir sorun var.
Zor bir çocukluğu atlatıp kendinize bir yaşam kurdunuz ama geçmek bilmeyen geçmiş hiç bırakmıyor peşinizi. “Şimdi” geçmişin avucunda, gelecek kaygılarla dolu. Ekonomik sorunlar, umuda pek geçit vermeyen siyasi, toplumsal ortam, bitmeyen pandemi derken çember giderek daralıyor. Şahsi dertler katmerleniyor. “Kıyamet de gelsin tam olsun,” diye başlanan her gün gidip el yüz yıkanıyor, çay demleniyor. Hayat devam ediyor.
Ya da eli yüzü düzgün, travması az bir çocukluğunuz oldu. Ama bir yakınınızı, çok yakınınızı kaybettiniz. Hem onu bir daha göremeyecek olmanın üzüntüsüyle, günün herhangi bir anında burun direğinizi sızlatan derin bir özlemle cebelleşiyor, hem de kendi ölümlülüğünüzle, hayatın geçiciliğiyle yüzleşiyorsunuz. Hayat devam ediyor ama bir avuntudan çok hayatın bir ayıbı gibi geliyor bu bazen size. “Biliyorum benden önce yaşanmış bu keder/ Benden sonra da yaşanacak..” demiş Nazım, bunu bilmenin hiçbir kederi azaltmadığını bilerek… Bir sandala atlayıp kaçabileceğiniz hiçbir kıyısı olmayan bir ülkedesiniz bir süreliğine: Yasülke.
… Çok severek evlendiniz, o sizi pamuklara saran adam ne ara böyle bir canavara dönüştü, bilmiyorsunuz. Size ait ne varsa lokma lokma koparılıp alındı elinizden. Daha iyisinin olabileceği hayalini bile taşımadığınız bir cehennemde hayatta kalmaya çalışıyorsunuz. Şu veya bu nedenden sesinizi duyan kimse de yok, acınızdan ırak tutmaya çalıştığınız çocuklarınız var…
…Her gün başka bir kadının gülümseyen fotoğrafı, bir cinayet haberiyle düşüyor önünüze. Katillerin değil, kadınların, hiç tanımadığınız kız kardeşlerinizin yüzü. Bu ülkede hangi sosyal statü, eğitim düzeyi, yaşta olursanız olun hayatınızın bir anında en şanssız kız kardeşlerinizle aynı kaderi paylaşabilirsiniz. Sevdiğiniz şey sizi öldürebilir. Bir adam, bir sistem, bir toplum… Hâlâ erkek şiddetinin adını koyamayan, kadını, çocuğu, LGBTİ+ bireyleri, bu yoğunlukta olmasa da yaşlıları ve görece güçsüz diğer erkekleri de tehdit eden en büyük sorunu sürekli hasıraltı eden korkunç bir mutabakat. Kendi hayatınıza dokunmadığında bile bunca acıdan etkilenmemek mümkün mü?
…18 yaşındasınız. Hiçbir açıdan ayrıcalıklı bir sosyal çevrede değilsiniz. Filmler, kitaplar okuyup kendinizi geliştirmeye, başka bir dünyanın hayalini kurmaya çalışıyorsunuz ama yakınlarınızda düşlerinizi paylaşabileceğiniz hiç kimse yok. Yakın çevrenizden televizyon dizilerine görüyorsunuz: İyi insanların başına kötü şeyler geliyor, kötülük sıklıkla yapanın yanına kâr kalıyor. İşsizlik, geleceksizlik, hayalsizlik… Hepsi geçecek, yarın yeni bir gün olacak, hiçbir şey olmasa rüzgâr başını okşayacak. Birileri bunu kulağınıza fısıldamış olsa bile şu an hepsi o kadar uzak birer bilgi ki. “Ve on sekizimizde, en değersiz eşyamız canımızdır.”
Tüm bunlar uç hikâyeler değil, günümüzde çoğu insanın farklı biçimlerde yaşadıklarının kısa birer anlatımı. Aslında hepsi, koşullar elveriyorsa şu ya da bu ölçülerde psikolojik destek gerektiriyor. Eş dostla çözülebilecek meseleler değil. Öte yandan eşin dostun yerine psikiyatrisi, psikologu koyarak çözülebilecek şeyler de değil. Bu kısmına döneceğim.
Bizde her alan gibi psikiyatri, psikoterapi, kişisel gelişim alanları da birbirine karışmış yumaklar halinde, bir türlü temel kuralları oturtamadan ilerlese de psikolojik destek giderek artan bir gereklilik ve ehil çok sayıda kişi, kurum da var. Ama bu konuda hâlâ kırılamayan toplumsal önyargılarla buna yanaşanların sayısı çok fazla değil. Bu oldukça pahalı destekten yararlanmak konusunda elbette herkes eşit durumda da değil.
Psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’nun kitaplara da uyarladığı gerçek terapi hikayelerine dayanan “Kırmızı Oda” dizisi çok izleniyor, çok da tartışılıyor. Budayıcıoğlu’nun gerçek terapi hikayelerini kullanması, kariyer hikayesi, kişiliği, merkezlerinde çalışan psikiyatristlerin yaşadıkları da tartışmalara dahil. Olayın bu boyutları üzerine yazıldı çizildi, ben dizi ekseninde gördüklerimi anlatmaya çalışacağım.
“Kırmızı Oda”, bizde daha önce hiç yapılmamış bir şeyi yapıp terapi odasında geçen hikâyeler anlatmasıyla bile sırf, ilgiye değer göründü bana baştan. Hala büyük ölçüde zengin oğlan-fakir kız (nadiren de tersi) ekseninde dönen, izleyiciyle kedi-yumak ilişkisi kuran “garantici” dizi formüllerimiz son zamanlarda bir nebze renklenmeye başladı. Bu konsept de bu anlamda hayli yenilikçi bir soluk. İki buçuk saat bir hikâye anlatacaksın, hikâyen dört parçaya bölünecek ve arada aşk gibi bir tutkal olmadan izlenme rekorları kıracaksın. İlgiye ve üzerine kafa yormaya değer bir başarı.
OGM Pictures zekice bir zamanlamayla hem toplumdaki psikolojik destek ihtiyacının hem de “gerçek hikâye” merakının farkına varıp arkasına kitaplarda denenmiş sınanmış tutunurluğuyla Gülseren Budayıcıoğlu’nu alarak üç diziye girdi, üçü de başardı şimdilik. “Masumlar Apartmanı”nı şu ana dek severek izliyorum. “Kırmızı Oda”da ise sevdiğim şeyler var ama belli açılardan da oldukça sorunlu buluyorum.
Geçen yazımda da değinmiştim. Dizide çok sevdiğim Binnur Kaya’nın canlandırdığı, tüm duyguları yüzünden okunan, iç sesiyle hastasını yargılayan, hastaya dokunan, sarılan, azarlayan, balkona çıkarıp hava aldıran, bir psikiyatristten çok “ana” figürünü andıran psikiyatrist karakteri en önemli sorun. Çizilen çerçeveyi mümkün inandırıcılıkta canlandıran oyuncu değil, karakter sorunlu.
Yukarıda çizdiğim tablolardan herhangi birinin böyle bir psikiyatristle buluştuğunu farz edelim. Sözgelimi şiddet gören, evliliğinde, ilişkisinde mutsuz bir kadına kelimenin gerçek manasında “el veren” bir erkek psikiyatrist söz konusu olsa (ki maalesef örneklerini duyuyor, biliyoruz) öyle dev bir suistimal kapısı açılır ki… Profesyonel boyutu çok aşan bir duygu bağı kuran psikiyatrist, dizideki gibi, olgun ve saygın bir kadınsa sonuç o kadar vahim olmaz. Ama danışan yine içindeki boşluğu kendi dışındaki biriyle, sahip olmadığı bir anne ya da hayatındaki sorunları onun yerine çözmeyi vaat eden sevecen bir otorite figürüyle doldurmaya çalışmış olur.
İşte bu gibi nedenlerle bu işin evrensel kuralları var. Seansların belli bir süreyle sınırlanması bile bunun insani bir “muhabbet” değil bir tedavi sürecinin parçası olduğunu anlatıyor. Hastasından hediye almayan, hüngür hüngür ağladığında bile ona dokunmayan, duygularını yüzüne fazlaca yansıtmayan psikiyatrist/psikolog taş kalpli değil, mesleğinin gereklerini yerine getiren biri oluyor.
Elbette bu tür şeyler kültürden kültüre farklılıklar gösterebilir ya da farklı insani boyutların birbirine karışması her kültürde problem olabilir. Ama insan ruhu bu, mutfak değil ki yerel tat ve arızalara aşırı bir esneklikle uyarlayabilesin. İzlediğim en iyi dizilerden biri olan “In Treatment”ın bir sezonunu tamamlamak “kitabına uygun” koşullarda tüm bu sorunların nasıl yaşanılıp aşılabileceğini şahane anlatıyor.
“Kırmızı Oda”nın en iyi yanlarından şiddeti baş köşeye oturtması. Kadına şiddet, çocuğa şiddet, ev içi şiddet konu. Şiddet, dizinin içerdiği tüm ajitasyon olanaklarına rağmen doz/serimleniş açısından doğru biçimde hikâye ediliyor. Öte yandan tüm bu öykülerin gelip bağlandığı yerde önemli bir sorun var. Hemen hemen her şey “doğduğun ev kaderindir,” gibi bir formülle gerekçelendiriliyor. Karısını, çocuklarını döven adamın çocukluğunda şiddet gördüğünü, her olanağa sahipken bir türlü bu döngüden çıkamayan kadının annesinden “kol kırılır yen içinde kalır”ı öğrendiğini bir güzel anlıyoruz. Buraya kadar tamam.
Budayıcıoğlu’nu temsil ettiğini söyleyebileceğimiz psikiyatristin çözümlemesine benzer bazı yaklaşımlar okumuştum. Sözgelimi Robert J. Sternberg’in “Aşk Bir Öyküdür” adlı kitabı, insanların duygusal seçimlerinin kökeninin çocuklukta benimsedikleri aşk anlatısına dayandığını örneklerle gayet güzel anlatıyor. Kavga gürültüyle büyümüş çocuk bunu aşk olarak öğreniyor. Bu türden, geçmişten beslenen bilinçaltı kalıplarını Budayıcıoğlu pek “cazip” bir yerelleştirmeyle “kader motifi” olarak tanımlıyor. Bu kaderci görünmeyen kadercilikte bir sorun var işte. Şiddeti erkeğe hak gören tüm toplumsal, kültürel, “politik” koşullardan soyundurup “evinde şiddet gördüysen şiddet göstereni ararsın” gibi bir cümlede kalmanın son tahlilde çok bir faydası olmuyor. Bir diziden her şeyi bekleyemeyiz ama vaadi bu kadar parlaksa, bu yaptığından fazlasını bekleyebiliriz.
Sonuç olarak sırf terapi sürecini kabul ettiği için bile “aslında iyi niyetli” erkek karakterler ve aşırı derecede fedakar kadın karakterlerle özdeşleşmeye daha yatkın kılınıyor seyirci, mağdurun suçu kendinde aramasına yönelik bir tablo ortaya çıkıyor. Annenin koşulları, yaşı ne olursa olsun yemeyip yedirme, her şeyden önce bir anne olduğunu bilme zorunluluğu hep vurgulanıyor. Dizinin en vurucu hikâyelerinden biri olan Meliha’nın (harika oyunculuğuyla Evrim Alasya) çocuk sayılacak yaşta genelevden alınıp “evinin kadını” yapılmış annesi süs püsten, oyundan danstan başka bir şey bilmeyen bir kadın olarak yargılanırken kardeşleri için kendini feda eden abla karakterinin trajik hikâyesi onaylanıyor. Türlü nedenlerden istemediği bir hayata mahkûm edilmiş annelerin soğukluğunun, sevgisizliğinin ya da aklı havadalığının altı hep çizilirken babalar pek o kadar deşilmiyor. Kadına yine terapi eşliğinde bir itaat, sabır, fedakarlık anlatısı sunuluyor habire.
Bir diğer sorun da, hem dizi süresinin hem de göz korkutucu terapi ücretlerinin etkisiyle olacak, sorunların çok çabuk çözümlenmesi. Gerçekte belki yıllar alacak vakalar acılarla dolu geçmiş hikâyedeki sırların çözülmesiyle pıt diye çözülüveriyor. Böylece hem izlenirlik korunuyor hem de bilinçli ya da bilinçsiz, toplumumuzun o çok sevdiği “birkaç seansta hayatın değişebilir” pratikliği sunuluyor. Hikâyenin çok önüne geçen aforizmalarla dolu anlatım da bunu destekliyor. Sonuçta dizi pek çok başka dizinin yapmadığı kadar mühim meseleler üzerine düşündürüyor. Ama bu riskleri nedeniyle de bu kez terapi odasından gerçek hayatta karşılığı olmayan bir peri masalı çıkarmış oluyor.
Zaman zaman sessiz film dönemi oyunculuğuna varan jest ve mimiklere rağmen oyunculuklar çok iyi dizide. “Güzel kız, güzel oğlan” ikiliğinden çıkmış, gerçek insana benzeyen çok iyi oyuncularla yapılmış cast kendi başına bile iyi geliyor. Yukarıda belirttiğim hususu aşmak gibi bir niyeti varsa, ben hâlâ terapi odasında geçen bir dizimizin olmasını olumlu buluyorum. Geçmeyen geçmiş, kaygı verici gelecek arasındaki “şimdi”de hayatı doğru yerden kurcalayan hikâyeler dileğiyle…
Zehra Çelenk Kimdir?
Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.
Dünyayı değiştirirken kendi yaralarını da sarmak mümkün mü 16 Ekim 2024
Doğumdan ölüme eril tahakküm ve artan şiddet 06 Ekim 2024
Kadınların mutluluğu ve mutsuzluğu 24 Eylül 2024
Melek değil katledilmiş bir kız çocuğu: Narin’e ne oldu? 10 Eylül 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI