Kişisel Olan Politiktir: 'Erkekler, kendilerine itaat etmeyen kadınlara şiddet uyguluyor'

'Kişisel Olan Politiktir: Kadınlara Yönelik Eviçi Şiddet Verisi ve Politika' kitabını yayına hazırlayan İlknur Yüksel Kaptanoğlu ve kitaptaki makalelerden birini kaleme alan Gülsen Ülker'le konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

İZMİR - Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesiyle birlikte kadına yönelik şiddetle mücadele birçok alanda sürüyor. Geçtiğimiz yıl Türkiye’de kadına yönelik eviçi şiddet verileri ve politika ilişkisi konularına yer veren bir kitap yayımlandı. İlknur Yüksel Kaptanoğlu’nun editörlüğünde, geniş bir yazar ekibinin kolektif çalışması olarak çıkan, 'Kişisel Olan Politiktir: Kadınlara Yönelik Eviçi Şiddet Verisi ve Politika' adlı kitap, Türkiye’de yaşayan kadınların ev içinde maruz kaldıkları şiddete odaklanıyor.

13 bölümden oluşan kitaptaki makaleler, 2014 ve 2018 yıllarında Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü tarafından yürütülen iki araştırmanın verisi kullanılarak yazıldı. Bu veriyi değerlendiren ve kamu politikaları ile ilişkisine odaklanan farklı disiplinlerden konuyla ilgili akademisyen ve aktivistler, mevcut durumu eleştirel bir yerden analiz etti. Bu kitap aracılığıyla söz konusu araştırmalarla üretilen bilginin özellikle şiddetle mücadele için kullanımını artıracak biçimde yaygınlaştırılması amaçlandı.

Hacettepe Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. İlknur Yüksel Kaptanoğlu ve 'Eviçi Şiddet ile Mücadelede Kamusal Politikalar: Kolluk Güçleri' isimli makaleyi kaleme alan Gülsen Ülker sorularımızı cevapladı.

İlknur Yüksel Kaptanoğlu ve  Gülsen Ülker

‘İNANDIKLARI CİNSİYET HİYERARŞİSİ İÇİNDEN KONUŞUYORLAR’

Öncelikle provokatör bir soru soralım. Sizce erkeklerin kadına yönelik şiddette en çok sığındıkları ve başvurdukları yalan nedir?

Gülsen Ülker: Yalan söylediklerini bile düşünmüyorum, aksine çok inandıkları ve geleneksel olarak da desteklenen cinsiyet hiyerarşisi içinden konuşuyorlar. Çünkü kadınları özgür birer birey olarak görmeyen ön kabuller üzerinden bir anlayışa sahipler. Çoğu zaman gördüğümüz, daha az ceza almak için öne sürülen bahaneler de bu anlayışı yansıtıyor. “Erkekliğime laf etti”, “başkalarıyla görüştü” “sevgilim değildi, eskorttu” en sık gördüğümüz gerekçeler. Bunlar, kadınların katledilmesinin gerekçeleri olarak sunuluyor.

Eviçi şiddette de benzer bir durum var tabii. Beklenen, var olan ve gitgide daha da pekiştirilmek istenen bir tahakküm ilişkisinin sürdürülür olması. Buna itiraz etmek, kadınlar için cezalandırılmak demek. 30, 40 yıl önce de yaptığımız çalışmalarda şiddetin nedeni olarak “yemeğin tuzunun eksikliği”, “kapıyı geç açtı”, “istemediğim halde ailesine, arkadaşlarına gitti” “pantolon giydi”, “tanımadığı bir erkeğe saati sordu” gibi bahaneler öne sürülüyordu. Bunlar yalan değil, muhtemelen böyle olduğu için kendilerinde kadınları cezalandırma hakkı olduğunu düşünüyorlar.

‘SLOGAN, ŞİDDETLE MÜCADELE KONUSUNDA OLDUKÇA ETKİLİ’

Kitaba adını veren “Kişisel olan politiktir” sözü, içerdiği anlam itibariyle kimileri tarafından yanlış anlaşılmaya da müsait ama çıkış nedeni itibariyle de çok önemli bir kavram. Biraz bundan bahsedelim mi? Mesela neye dayanarak “kişisel olan politiktir” diyebiliyoruz?

İlknur Yüksel Kaptanoğlu: “Kişisel olan politiktir” sözü farklı biçimlerde yorumlanıyor ya da eleştiriliyorsa da aslında gündeme geldiği dönemde karşılık geldiği başkaldırıyı hala koruyor. Hem ‘kişisel’ olana hem de ‘politika’ya ilişkin algıları değiştirme konusunda etkili bir başkaldırı. “Kişisel” sözü feminizmin bireysel bir kurtuluş olarak görünmesi gibi bir yanılgıya sürüklüyor olabilir. Ama bu söz ile anlatılmak istenen tam da buna karşı çıkan sorunların bireysel olmadığını, birçok kadının buna maruz bırakıldığını söyleme çabası. İkinci dalga feminist hareketin önemli sloganlarından biri olarak, kadınların tek tek “özel” alanlarında, özel ilişki içinde oldukları erkekler tarafından maruz bırakıldıkları şiddetin, sadece onların yaşadıkları “kişisel” bir sorundan ibaret olmadığına işaret ediyor. Dahası, politikanın sadece politikacılar tarafından yapılmadığını gösteriyor, gündelik yaşamımızdaki birçok eylemin politika olduğuna da işaret ediyor.

Bu nedenle, kadınları kişisel yaşamlarında karşılaştıkları olumsuz deneyimlerle birlikte mücadele etmeye ve politikaları değiştirmeye, kadınların evlerinde yaşadıkları şiddete dair sessizliklerini kırmaya ve bunun cinsiyetçi politikalar ile ilişkisini kurmaya davet ediyor. Ki, bu sloganın özellikle kadınlara yönelik şiddet ile mücadele konusunda oldukça etkili olduğunu hep birlikte görüyoruz. Bugün, kadınların erkekler tarafından maruz bırakıldıkları şiddetin, cinsiyet eşitsizliği ile pekiştiğini ve bunun da gündelik yaşamlarımızı etkileyen politikalar ile ilişkisi üzerinden yürüdüğünü biliyoruz.

‘HEDEF KİTLE BÜYÜK ORANDA KADINLAR’

Kitapta “aile içi şiddet” yerine “eviçi şiddet” kavramını kullanıyorsunuz. Bu önemli bir ayrım. Aile içi şiddet, ailenin kutsanmasıyla birlikte şiddeti de meşrulaştıran bir niteliğe mi bürünüyor? Bu bağlamda kadına yönelik şiddetin “kutsallık ve değerlere” yaslanarak, görünmez kılınmaya çalışılması konusunda araştırma sonuçları bize neler söylüyor?

İlknur Yüksel Kaptanoğlu: Aslında İngilizce “domestic violence” kavramı uzun süredir aile içi şiddet olarak çevriliyor. Oysa “domestic” kavramı, aile içindeki ilişkileri de kapsayan daha geniş bir kavram. Aile içi şiddet tanımında, sadece aile bağları olanlar arasındaki ilişkiler dikkate alınırken, eviçi şiddet biraz daha geniş bir çerçeveden bakıyor. Eviçi şiddet tanımı ise, aynı evi paylaşsın ya da paylaşmasın yakın ilişki içindeki partnerler arasındaki ilişkilere odaklanıyor. Dünya genelinde de kadınların erkekler tarafından maruz bırakıldıkları şiddetin daha çok yakınlarındaki kişiler olması, eş, sevgili gibi partner olarak tanımlanan romantik ve duygusal ilişki içinde oldukları erkekler olması ev içi şiddet araştırmalarının daha çok gündemde olmasını getiriyor. Ancak Türkiye’de “eviçi şiddet” ile “aile içi şiddet” birbiriyle aynı anlamda gibi kullanılıyor. Hatta İstanbul Sözleşmesi’ndeki “domestic violence” tanımı da “aile içi şiddet” olarak çevrildi.

Kişisel Olan Politiktir - Kadınlara Yönelik Eviçi Şiddet Verisi ve Politika, Kolektif, Yayına Hazırlayan: İlknur Yüksel Kaptanoğlu, 456 syf., NotaBene Yayınları, 2021.

Kullandığımız kavramlar, konuya nasıl yaklaştığımızı ve nasıl çözümler önerdiğimizi de etkiliyor tabii. Aile içi şiddet yaklaşımı, şiddeti ailenin bir sorunu olarak tanımlayarak, şiddeti önlemeye çalışırken önceliğini aileyi korumaya veriyor. Şiddetle mücadele konusundaki kanunlar da bunun önemli göstergeleri aslında. 4320 ve 6284 sayılı Kanun’larda “ailenin korunması” vurgusu ön planda. Burada, şiddetin görünür olması önemsense de aile ve kadın arasında bir öncelik yapılması söz konusu oluyor. Türkiye gibi geleneksel olarak aile ilişkilerinin güçlü olmasının desteklendiği ve giderek bu konudaki politikaların arttığı bir toplumda, ailenin devamı için kadınların maruz kaldıkları şiddete yönelik toplumsal toleransı pekiştirme etkisi olabiliyor. Sorunu aile ile sınırlayınca, çözümü de burada aramak, toplumsal ilişkilerde kadınların maruz kaldıkları eşitsizlikler ve ayrımcılıklar ile ilişki kurmayı engellemesi açısından sorunlu. Oysa kadınların maruz kaldıkları şiddet aile içinde bile olsa, tüm toplumsal ilişkilerden etkileniyor.

Aile içi şiddet araştırmalarını savunan sosyologlar, aile içinde şiddetin kaçınılmaz olarak var olduğu, kadınların ve erkeklerin birbirlerine şiddet uyguladıkları ve bunun aile ilişkilerindeki çatışmalardan kaynaklandığını varsayıyor. Eviçi şiddet araştırmalarında ise, kadınların kadın olmaları nedeniyle erkekler tarafından maruz bırakıldıkları orantısız şiddet ön plana çıkarılıyor. Bu nedenle de eviçi şiddet araştırmalarının hedef kitlesi büyük oranda kadınlar. Şiddeti sadece aile içi şiddet olarak tanımladığımızda, aile içi ilişkilerin düzenlenmesi yoluyla şiddetin ortadan kaldırılabileceği düşünülüyor. Kadınların ev içinde ve yakın ilişkide oldukları erkekler tarafından maruz bırakıldıkları farklı şiddet biçimlerine odaklandığımız çalışmamızda, bu nedenle eviçi şiddet kavramını kullanmayı tercih ettik.

‘10 KADINDAN 4’Ü ŞİDDETE MARUZ KALIYOR’

2008 ve 2014 yıllarında yapılan araştırma sonuçlarını karşılaştırdığımızda kadına yönelik şiddetin nedenleri, görünürlüğü ve mahiyetinde bir değişim gözleniyor mu?

İlknur Yüksel Kaptanoğlu: İki araştırma arasında yaklaşık altı yıllık bir süre var. Her iki araştırmada da yaklaşık 10 kadından 4’ü şiddete maruz kaldığını belirtmiş. Birlikte olduğu erkek tarafından duygusal şiddete/istismara maruz kalan kadınların oranı yüzde 44 düzeyinde. Bu sonuçlar, kadınların erkekler tarafından maruz bırakıldıkları şiddet düzeyinin geçen süre içinde benzer düzeyde olduğuna işaret ediyor. Öte yandan, kadınların maruz kaldıkları şiddeti belirli eylemler üzerinden ölçtüğümüz araştırmalarda, birçok eyleme maruz kalma sıklığına ilişkin bir farklılık söz konusu. Örneğin, ağır fiziksel şiddet eylemlerinden biri olan boğazını sıkma veya yakma eylemine “çok kez” maruz kalma oranları ilk araştırmada yüzde 39 iken, ikincisinde yüzde 46. Diğer şiddet eylemlerinin çok kez yaşanmasında da benzer bir durum gözleniyor.

Kadınlara göre şiddetin nedenlerine baktığımızda her iki araştırmada da benzer sorunların dile getirildiğini görüyoruz. Bu konuda dile getirilen nedenlerin sıralaması iki araştırmada da aynı. Öncelikli olarak erkeğin ailesi ile ilgili nedenler; erkeğin kıskanması, yetiştirilme tarzı ya da diğer sorunları gibi erkekle ilgili sorunlar ve ekonomik nedenler ilk üç sırada yer alıyor. Bu nedenleri, kadınların erkeği dinlememesi, kadının kıskanması, cinsel ilişkiyi reddetmesi, boşanmak istemesi, evliliği istememiş olması ile kadınların kendilerini suçlaması gibi kadınlar ile ilgili nedenler takip ediyor.

‘KADINLIK TANIMI: TANRIYA VE ERKEĞE İTAAT’

Kadının konumu ile şiddet olgusu arasındaki ilişki konusunda neler söylersiniz? Kadına yönelik şiddetle, kadını nesneleştiren, ikincilleştiren diğer cinsiyetçi mekanizmalar arasında nasıl bir bağlantı var?

Gülsen Ülker: Kadınlar aleyhine cinsiyet ayrımcılığı, yine kadınlar aleyhine eşitsizliğin şiddeti üreten bir ortamı yarattığı söylenebilir. Ayrımcılık ve eşitsizliğin sürdürülebilir olmasının başat yollarından birinin de şiddet olduğu söylenebilir. Bunu çerçeveleyen cinsiyet ilişkileri sistemi, kadına ve erkeğe yüklediği rol ve sorumluluklar ile kadınların itaat etmeleri üzerinden kodlanan ekonomik ve sosyal ilişkiler bütününde şiddeti normalleştirmeye hazır bir ortam yaratıyor.

Kadının konumu, maruz kalınan şiddet ile mücadelesinde de önemli bir belirleyen olabilir. Araştırmalar kadınların şiddete uğrama oranlarını kadının sosyal ve ekonomik durumuna göre farklı gösteriyor ama bu çok anlam yüklenecek bir veri sayılmalı mı emin değilim. Ancak şiddet ortamından uzaklaşma ve kendine yeni bir hayat kurma imkanları açısından etkisi olabilir. Tabii içinde yaşadığı toplumsal grup içindeki inanış, algı ve tutumların da rolünü unutmamak lazım.

Aslında bunların hepsi bir bütün ve birbirlerini besliyorlar. Kadına ve erkeğe atfedilen cinsiyet rolleri binlerce yılın birikimi. Tarihin her döneminde üretim ilişkileri, yönetim biçimleri değişse de kendini buna göre biçimleyerek süren bir cinsiyet ilişkisinden söz ediyoruz. Hangi din olursa olsun benzer bir kadınlık tanımı var: Tanrıya ve erkeğe itaat. Bu anlayış kendini farklı alanlarda da göstermeye devam ediyor. Eğitim, sağlık, hukuk, istihdam gibi alanlarda kadınlar, temelinde bu anlayışların yattığı kurumsal, toplumsal düzenlemeler aracılığıyla geride bırakılıyor. Eğitim hakkı, oy verme hakkı, çalışma hakkı son iki, üç yüzyılda kadınların büyük mücadelelerle elde ettiği haklar. Bu hak mücadelelerinin de her türlü şiddet ile bastırılmaya çalışıldığını biliyoruz. Kadınların kendileri için açtıkları her alan, elde ettikleri her hak, erkek egemen sisteme bir tehdit olarak görülüyor.

‘BÜTÜN BUNLAR ZALİMLERİN İŞİ Mİ?’

Makalenizde şiddet mağduru kadınların başvurusu halinde, kolluk kuvvetleri tarafından alınması beklenen önlemleri sıralıyorsunuz. Sizin de belirttiğiniz gibi kadınlar karakola başvurduklarında, yaşadıkları şiddet ‘normalleştirilip’, caydırılmaya çalışılıyor. Yasalarla, kolluk güçlerinin davranışları arasında nedense hep bir fark var. Bunun nedeni ayrı bir soru ama kolluk güçleri yasayı gerçekten uygulamış olsa kadına yönelik şiddet ve şiddet teamülünde düşüşü nasıl öngörürsünüz?

Gülsen Ülker: Kadına yönelik şiddetle mücadeleye ilişkin yasa ve yönetmeliklerin eksiksiz uygulanması hem şiddetin önlenmesi hem kadınların şiddetten korunması hem de hukuki süreçlerin hızlı ve etkin bir şekilde işlemesi bakımından şüphesiz şiddeti de şiddet teamülünü de çok çok aşağıya çeker. Şiddetin kısa süre içinde biteceğini ya da tamamen ortadan kalkacağını söylemek mümkün değil. Çünkü hep dile getirildiği gibi kadına yönelik şiddetle cinsiyet eşitsizliği arasında çift taraflı ve aktif bir ilişki var. Cinsel eşitsizlikler şiddeti doğurduğu, ortaya çıkardığı ve sürmesine neden olduğu gibi, kadınlara uygulanan şiddet de kadınları baskılayarak eşitsizlikleri sürdürülebilir kılmaktadır. Belki şöyle düşünmek gerekir; eşitsizlik sırf kadınlar acı çeksin, yok sayılsın diye mi var? Yani bütün bunlar zalimlerin işi mi? Tabii ki bu eşitsizlik bir sistemin sürmesi için gerekli ortamı sağlıyor. Biz bu sisteme erkek egemen sistem diyoruz. Kadına yönelik şiddetle mücadelenin tüm bu sistemin işleyişinin göz önüne alınarak yürütülmesi gerekiyor. Bugüne kadar birikmiş bilgi- deneyim, kadınların ve kadın örgütlerinin mücadelesiyle oluşturulan uluslararası ve ulusal mevzuat büyük ölçüde bu sistemi ve işleyişini dikkate alarak ortaya çıktı.

Kolluk gücünün yasaya uygun davranmak zorunluluğu olmasını aklımızda tutarak bu kapsamda işleyen süreçler; kadınların şiddetten uzaklaşmalarına, faillerin suç işlediklerinin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Kadına yönelik şiddetin suç olduğu anlayışının kurumlarda ve bireylerde yerleşmesinin etkisinin, yasaların uygulanması ile eşdeğer olduğunu söylemek mümkündür. Hep sözü edilen “zihniyet dönüşümü”nün yollarından biri de budur. Buradaki konu cezanın caydırıcılığından daha öte bir anlam taşıyor. Dolayısıyla kadına yönelik şiddetin suç olduğunun kabulü anlamına da geliyor.

‘KADINLAR ARTIK ŞİDDETE SESSİZ KALMIYOR’

Daha çok erkek egemen siyaset tarafından dillendirilen yaygın teze göre kadına yönelik şiddet artmadı, görünürlüğü arttı. Bunu doğru kabul etsek bile bu tezin sürekli gündeme getirilmesi konusunda verilerle birlikte neler söylenebilir? Görünürlüğün artması kadın hareketinin mücadelesinin de bir sonucu değil mi?

İlknur Yüksel Kaptanoğlu: Görünürlüğün artması konusu aslında çok da yeni değil, kadınlara yönelik şiddetin konuşulmaya başlamasıyla birlikte bu soru gündeme geliyor. Kadınlara yönelik şiddet her dönemde yaygın, ancak araştırmalarla birlikte bunun daha çok konuşulması, belki de bir hak ihlali olduğunun kabul edilmesi görece yeni bir durum. Yirminci yüzyılda bunu daha net biçimde görüyoruz. Nicel araştırmalarda sayısal olarak durumu ortaya koyuyor. Görünürlüğün artmasında kadın hareketinin, feminist mücadelenin kadınlara yönelik şiddeti nitel ve nicel araştırmalar ile görünür kılmayı başarması, küresel kadın hareketinin ise uluslararası kuruluşları etkilemesinin büyük katkısı var tabii. Kadınlara yönelik şiddetin insan hakları ihlali, ayrımcılık biçimi ve suç olduğu, sonuçları itibariyle bir sağlık sorunu olduğu kabul edilmiş durumda. Üstelik, küresel ölçekte “Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” arasına kadına yönelik şiddet ile ilgili göstergelerin eklenmesi, kalkınmanın engelleri olarak tanımlanmasını da pekiştiriyor. Tüm bunlar var olan şiddeti ortaya çıkarıyor elbette. Medyanın rolünü de unutmamalıyız. Feminist mücadelenin sonuçlarını gördüğümüz dönemde, artık kadınların şiddete sessiz kalmadıklarını biliyoruz. Araştırmalar, kadınlar açısından şiddetin kabul edilmediğini gösteriyor. Bunun en önemli sonuçlarından biri de kadınlar değişirken, erkeklerin değişmemesi. Bir erkeklik krizinden söz etmek mümkün; erkekler kendilerine itaat etmeyen kadınlara daha ağır biçimde şiddet uygulama yöntemini seçebiliyorlar.

Araştırmalar var olan durumu ortaya çıkarıyor ve periyodik olarak yapıldığında şiddetin artış/azalış oranlarına ilişkin bilgi de veriyor. Ancak güncel verilerin kamu otoriteleri tarafından paylaşılması gerekiyor ki bu konuda daha anlaşılır şeyler söyleyebilelim. Her yıl kaç kadın şiddet nedeniyle ilgili birimlere başvuruyor? Hangi hizmetler ne oranda karşılanıyor? Süreç nasıl takip ediliyor? Soruşturma ve kovuşturma aşamalarının sonuçları nelerdir? Bu soruların yanıtlarını aldığımızda şiddet mi artıyor yoksa görünürlük mü? Daha net olarak konuşulabilir. Diğer türlüsü gündelik politik çıkarlar için öne sürülmüş spekülasyona dayalı sözler olmaktan öteye geçmiyor ne yazık ki.

‘SÖZLEŞMEDEN İMZANIN ÇEKİLMESİ HEPİMİZİ KAYGILANDIRIYOR’

2010 sonrası dönemin kamu politikaları ile birlikte kadına tarihsel rolü olan “annelik ve eş” misyonlarını yükleyerek, hizaya sokmaya çalışan bir güç görüyoruz. Bunun karşısında da her alanda direnen kadınlar... Veri temelli kamu politikalarının oluşturulmasının önemi bağlamında hazırladığınız bu kitabın kadınların mücadelesine nasıl bir katkısı olduğunu/olacağını düşünüyorsunuz?

Gülsen Ülker: Özellikle 2010 yılından bu yana önce tedricen sonrasında ise çok hızlı bir biçimde kendini gösteren bu temel yaklaşım değişimi, daha doğrusu geriye gidişin karşısında duran, söz ve eylem üreten kadınların sözüne katkı sağlayacak her çalışmanın önem taşıyacağını söylemek yanlış olmaz. Asla rıza göstermeyeceğini, itaat etmeyeceğini her düzeyde ve tonda dile getiren kadın hareketi, sınırlarını erkek egemen sistemin çizmeye çalıştığı her alanı terk etmeyeceğini söylemeye, bu saldırıları püskürtmeye kararlı olduğunu gösterdi.

İlknur Yüksel Kaptanoğlu: Kadınlara yönelik şiddetle mücadele çok katmanlı bir olgu olduğu için, bu konuya ilişkin verinin de mücadeleye önemli bir katkısı var. Özellikle yapılan çalışmaların izlenmesi ve iyileştirilmesi yönünde verinin kullanılması ve politikaların veriye dayalı olarak yürütülmesi gerekli. Kitabın yazarları olarak farklı şiddetin farklı boyutlarını ele aldık. İstanbul Sözleşmesi de dâhil olmak üzere hukuk açısından yasalardaki, durumdan, ulusal eylem planlarının etik açıdan değerlendirilmesine, çocuk yaşta evlilik, ısrarlı takip, ekonomik şiddet, ruh sağlığı olarak şiddet, kadın cinayetleri gibi farklı şiddet biçimlerinden, şiddet uygulayan erkeklerin deneyimlerinden şiddetin kuşaklar arası aktarılmasına, kadınların şiddete ilişkin tutumlarına ve medya okur-yazarlığının bu mücadeledeki etkisine uzanan makalelerin hepsinde veri temelli yorumlar yaptık.

Nicel verinin analizlerine dayanan bu çalışmayla, kadınlara yönelik şiddete ilişkin önemli tespitler ve önerilere ilişkin ipuçları sunduk. Kitap yayınlandığında İstanbul Sözleşmesi halen yürürlükteydi; maalesef sözleşmeden imzanın çekilmesi ile hepimiz kaygılandık, kaygılanıyoruz. Bu alanda çalışan akademisyen ve aktivistler olarak, kadın örgütleri ve hak temelli birçok örgütle birlikte, uluslararası sözleşmelerin ve ulusal yasaların önemini dile getirmeye, bu alanda veri üretmeye devam edeceğiz.