YAZARLAR

Kışkırtılmış erkekliğin siyaseten pohpohlanması sorunu

Erkek yargı ve erkek siyaset dediğimiz olgu eril hegemonyanın inşasını işaret eder. Erkek egemenliğini sürdürmek için kışkırtılır erkeklik algısı. Ve günümüzde siyaset de yargı da bu durumu pohpohlayarak iktidarda kalacağı kanısında.

Otoriter yönetimlerin yükselişi ile eril restorasyonun ivme kazanışı arasında doğrudan ilişki var kuşkusuz. “Kadınların insan hakları var tabi ki ama bi sor bakalım bunlar hangi durumlarda kısıtlanmalı?” sorusuna otoriter hükümetlerin ve erkek egemenliğinin yanıtları ortak. Geçmiş yüzyıllardaki gibi “kadın insan mı, kadının ruhu var mı, kadın mı şeytan mı?” sorularıyla açıktan açığa karşılaşmıyoruz. Fakat kamu düzeni, ailenin korunması, edep-adap ve benzeri konular erkeklerin imtiyaz, kadınların sorumluluk alanı olarak düzenleniyor. Ve erkekler evlilik süresince kadınların emeğinden ücretsiz çıkar sağladığı halde boşandıktan sonra o emeğin karşılığını nafaka olarak hak sahibine iade etmekten kurtulsun diyor hegemonik erkeklik ve bizim iktidar.

Cumartesi günü bir televizyon programında Bakan Derya Yanık konuşurken içim sızladı. Kadınlar arasında kurulan karşıtlık hali karar mekanizmalarında zaten çok az sayıda kadın varlığının bulunması haliyle birleşince, kabinedeki tek kadın alabildiğine yalnızlaşmış. Yoksulluk nafakasının süresiz nafaka olarak isimlendirilmesindeki kasıtlı çarpıtmayı görüyor, biliyor ama sözü dolaştırmak zorunluluğu hissediyor. Feministlerin nafaka hakkının gasp edilmesi olarak isimlendirdiği sorun, Bakan tarafından "dart tahtası" benzetmesiyle özetlendi. Fakat bu kadarını bile söyleyebilmek için öncesinde mensubu olduğu iktidar ile ortaklaşan eril restorasyon mensuplarının gönlünü hoş etmek zorundaydı galiba. “… süresiz nafakanın bir mağduriyete dönüştüğünden habersiz değilim ama…” şeklinde söze başlaması, yaşadığı korkunç yalnızlık halini açığa çıkardı. Cümlenin devamında “nafaka üzerinden kadınların bir dart tahtası haline geldiğinin de farkındayım” diyerek yasal değişiklik taraftarı olmadığını da gösterdi bir kere daha. Muhtemelen nafaka konusunun Medeni Yasa güvencesindeki kadın haklarına yönelik tehdit olduğunun farkında ve önlemeye çalıştığı izlenimi veriyor.

Fakat bulduğu yöntem denize düşenin yılana sarılmasına benziyor. Yargıtay’a ve hâkimlerin takdir hakkına bırakmakta buluyor çünkü çözümü. Yılana sarılmak misali bu öneri çünkü Yargıtay’a gittiğinde orada 2’inci Hukuk Dairesi bakacak dosyaya. Ve o 2’inci Hukuk Dairesi Başkanı Ömer Uğur Gençcan, nafaka karşıtlarının bütün argümanlarını hazırlayan kişi. İhsas-ı reyden çekinmediği gibi edebe aykırı örneklerden ve ifadelerden de sakınmıyor. Ne de olsa erkek ve hâkim, kim onu edebe davet edebilir değil mi? Diğer yandan yerel mahkemelerdeki hâkimler arasında toplumsal cinsiyet eşitliğinin farkında olan kaç kişi bulunur ki nafaka talep eden kadının lehine hüküm kurulsun? Nafile biraderlik hükümleri işliyor o mahkemelerde tıpkı siyasette olduğu gibi. Erkek yargı ve erkek siyaset dediğimiz olgu eril hegemonyanın inşasını işaret eder. Erkek egemenliğini sürdürmek için kışkırtılır erkeklik algısı. Ve günümüzde siyaset de yargı da bu durumu pohpohlayarak iktidarda kalacağı kanısında. Kadınlar arasında kurulan karşılık da söz ve karar sahibi olabilmek için kışkırtılmış erkekliği pohpohlama mecburiyeti dayatıyor gibi.

Yargıtay Ceza Daireleri Genel Kurulundan geldi; artık evlenme teklifinin kabul edilmeyişi, kadın katilleri için cezanın ağırlaştırmasını gerektiren tasarlayarak öldürme hükmüne engel olabilecek. Böyle buyurdu en üst mahkeme. Evlenme teklifine yüzükle değil 19,5 santimetrelik bıçakla gidilirmiş meğer. Reddedince 16 yerinden bıçaklanarak öldürülen Hatice Kaçmaz cinayeti, tasarlayarak öldürme sayılmadı erkek yargının en üstünü tarafından. “Evlenme teklifini kabul etmediği için kendini kaybetme” hali de sadece fail Orhan Munis’in savunması tabi ama o erkeklik imtiyazı yargı nezdinde katillere tanınıyor.

Ve Süleyman Soylu’yu anmadan bitirmek olmaz diyerek AB fonları bağlamında “kökü dışarıda suçlaması” yöneltilenlere bakalım. Sivil toplum faaliyetleri, örgütlenme özgürlüğü kriminalize edilerek sürdürülen bir erkeklik imtiyazı bu da. Hegemonik erkeklik savunucuları dışında kimselere örgütlenme hakkı tanımıyor İçişleri Bakanı. Suçlu ilan ediyor LGBTİ+ örgütlerini. Kökü dışarıda olmakla itham ediyor. Kurgulanmış cinsiyet rollerinin, normlarının dışındaki yaklaşımlara hayat hakkı tanımamak için kalem kalem de saymış alınan paraları ve göstermiş yerli ve milli çıkarlarımıza karşı atılan stratejik adımları. Peki 2019 sonbaharında mensubu olduğu hükümet tarafından ve İstanbul Sözleşmesi’nin uygulanması için alınan onca avro hakkında ne söylemek gerekiyor? Hükümet AB tarafından fonlandıktan 6 ay sonra İstanbul Sözleşmesini iç hukuka aykırı şekilde tek taraflı feshedince sahi o paralar nereye gitti bile demeyeceğim, siz alınca o kökler sınır aşmıyor, dışarıya taşmıyor mu?

Tabi o fonu nereye harcadın sorusuna cevap hazırdır, o ayrı mesele. Örneğin 2021 başında yürürlüğe girmiş olması gereken Kadına yönelik Şiddetle Mücadele 4’üncü Ulusal Eylem Planı, yılın ikinci yarısında ve güya İstanbul Sözleşmesi yerine “Ankara gözlemesi” (Umur Talu’ya selam ile) ikame edilir gibi yapılan Saray şovuna gitmiştir. Tıpkı geciktirilmiş Eylem Planı gösterisi gibi bu planın 2022 yılında İçişleri Bakanlığına düşen görevler bağlamında atılması gereken adımları da toplumda büyük ve yeni bir iş yapılmış hissiyatı yaratacak şekilde sunuldu. 10 tane yeni sığınma evi açılması talimatı Valiliklere genelge ile sunulmuş. Hem de yılın ikinci çeyreğinde ancak akıllara gelmiş yılın faaliyetlerini genelge ile anlatmak. Gerçi şiddet izleme komitesinde yer alan diğer bakanlıklardan ses yok o ayrı. Hele komitedeki Diyanet, eril şiddeti izleme ve önleme konusunda inkâr dışında ne yapıyor, o tümüyle meçhul. Ancak İçişleri Bakanlığı elektronik kelepçe sayısını 1500'e çıkarmış, kadınların can güvenliği için kesenin ağzını açmış resmen. Her gün en az üç kadın öldürülür bir o kadarı yeterince soruşturulmadan şüpheli ölüm dosyalarıyla rafa kaldırılırken ve o elektronik kelepçeler Naci’lere üçer beşer tahsis edilirken kadınları korumak için 1000’den 1500’e çıkarılış ya resmen devrim yapılmış.

Sözleşme, Yasa ve Yönetmelik gereği on yıldır yapılıyor olması gereken gizlilik kararlarının uygulanması talimatı verilmiş valilere. Hatta bir de failler tahliye edileceği zaman mağdura bilgi iletecek bir entegrasyon birimi de kurulmuş nihayet on yıl sonra. Faillerin meşhur sözleriyle “yarım kalan işini tamamlamak” için çıkanların ansızın kapıya dayanabileceği o şiddetin mağduruna bildirilecek artık. On yıl gecikmeyle ve o da sistem işler, işletilirse ki bütün bunlar için ŞÖNİM kurulmuştu neden çalıştırılmadı, o da ayrı soru. 10 yıl sonra iktidarın aklı başına mı geldi yoksa alınan fonlara kâğıt üzerinde kalacak harcama kalemleri mi tahsis edildi?


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.