Mutluluk mutlu eder mi?
‘Mutluluk Vaadi’nde Sara Ahmed, günümüz dünyasında bir çılgınlık ve güçlü bir akıma dönüşmüş mutlu olma arzusu ve çabasına eleştirel ve sorgulayıcı bir pencere aralıyor.
Gökçen Ezber [email protected]
Mutluluk, herkesin peşinde koştuğu bir kavram. Öte yandan mutluluğun muğlaklığı, tanımlanamazlığı ve uçuculuğu, insan ve mutluluk arzusu arasındaki ilişkiyi de her zaman ikircikli bir hale getirmektedir. İnsanın mutlu olma arzusunun sonu yokmuş gibi görünmekte, kendimize koyduğumuz mutlu hedefleri elde ettiğimizde bile, mutlu ol(a)madığımızı hissetmekteyiz. Mutluluk üzerinde düşünmeye ve sorgulamaya başladığımız anda, mutluluğu yitirmiş olma duygusu, ya da mutluluğun ‘kurgusallığı’ ve ‘yapaylığı’ neredeyse evrenseldir. Sara Ahmed’in ‘Mutluluk Vaadi’ adlı kitabı, insan ve mutluluk arasındaki ilişkiyi irdelerken, mutluluğun gerçekte nasıl bir kurgu olduğunu ve bir vaat olarak insana sunulan bu kurgunun, insanı gerçekte mutlu etmediğini gösteriyor.
Sara Ahmed, “mutluluk” kavramının muğlaklığı üzerinden, mutlulukla ilgili düşündürücü sorular soruyor. Ahmed’in ’Mutluluğa rızamız var mı? Mutluluğa razı oluyorsak veya razı olduğumuzda, neye razı oluruz?' (S.11) gibi sorularla başlayan kitabı, mutluluğun ne olduğundan çok, mutluluğun ve mutluluk peşinden koşmanın insan üzerindeki etkilerini irdeliyor. Sara Ahmed, mutluluk üzerine düşünmeye, özellikle 2000’li yılların ortalarında başlayan ve popüler kültürde kendine güçlü bir yer edinen mutluluk akımı ile başlıyor. Kişinin kendini iyi hissetmesi ve mutlu olması etrafında giderek güçlenen söylemler, yazılı ve sözlü medyada verilen mesajlar, gerçekleştirilmesi çok zor görünen ve herkesin peşinden koştuğu muğlak mutluluk kavramını ön plana çıkartmıştır. Ülkeler bile, gelişmişlik düzeylerini, Gayri Safi Ulusal Mutluluk gibi indekslerle ölçme çabasına girmişlerdir. Bir anlamda, mutluluk ‘ölçülebilen’ bir kavram olarak inşa edilmiş ve bir metaya dönüştürülmüştür. Sara Ahmed’in ‘Mutluluk Vaadi’ kitabını, bütün bu gelişmelerin sonucunda ortaya çıkmış ve ‘mutluluk çalışmaları’ olarak adlandırılabilecek bir çalışma alanının parçası olarak okumak yararlı olacaktır.
REÇETE VERMİYOR
Sara Ahmed, son yıllarda önemi artmış gibi görünen ‘mutluluk’ kavramının tarihin çok daha eskilere dayandığını belirtiyor ve mutluluğun izini, felsefe, pozitif psikoloji, siyaset, ekonomi, siyaset kuramı, edebiyat ve sinema gibi alanlarda sürüyor. Sara Ahmed, bütün bu farklı alanlardan kendi seçtiği belirleyici örnekler üzerinden, ‘mutluluk’ kavramının ve ‘mutluluk’ peşinde koşmanın evrenselliğine dikkat çekiyor.
Sara Ahmed, kitabında mutluluk için bir reçete vermiyor. Tersine, mutlu olma durumunun ve mutluluk peşinde koşma telkinlerinin insan üzerindeki etkilerini inceliyor. İnsan ve insanın mutlu olma çabası arasındaki ilişkiselliği, felsefe tarihine dayandırarak, Kant’a göndermeler yaparak tartışmasına başlıyor. Kant’a göre her insan mutlu olma çabası içindedir. Ahmed, toplumun bireye sunduğu ‘mutluluk vaadi’nin tam olarak ne sunduğunu, bu vaadin peşinde koşan bireyin ‘mutluluk’ ile kurduğu ilişkiselliğin onu ve yaşamını nasıl belirlediğini temel alarak tartışmalarını genişletiyor.
Sara Ahmed, kitabında mutluluğun her zaman insana yarar sağlamadığı savından hareketle, mutluluğu bir ‘ilişkilenme’ olarak sunuyor. Mutluluk, norm haline gelmiş belli davranış modelleri ve yaşam seçimleri ile ilgili bir hedefe dönüşmüş durumdadır. Birey, toplumda kendisine dayatılan bu normlar doğrultusunda bu ‘mutluluk nesneleri’ne yönelerek, bir anlamda kendisine ‘dayatılan’ mutluluk reçetelerini uygulamak zorunda kalır. Başka bir deyişle, Sara Ahmed’e göre bireyler, kendilerini neyin mutlu edeceğine karar verme konusunda özgür değillerdir. Toplum, bireylerden mutlu olmalarını beklerken, mutluluk nesnelerini kendisi belirlemektedir. Sara Ahmed’in bu yaklaşımı, onu ‘mutluluk’ kavramına dönük bir yapısöküme yönlendirir.
NORMLARA MUTSUZ İLİŞKİLER
‘Mutluluk Vaadi’, Sara Ahmed’in mutluluk kavramına yönelttiği yapısökücü yöntemle, aslında ‘mutluluk’un değil, ‘mutsuzluk’un bir tarihini ve tartışmasını sunar. Sara Ahmed, ‘Oyunbozan Feministler’, ‘Mutsuz Queer’ler’ ve ‘Melankolik Göçmenler’ başlıkları altında, toplumun bireye dayattığı mutluluk reçetelerini kabul etmeyen, bu nedenle de ‘mutsuz’ olarak tanımlanan görülen yaşamları çözümler. Sara Ahmed, bu üç bölümde, kadının toplumdaki ikincil konumuna karşı duran feministlerin, mutlu heteroseksüel aile anlatısını kabul etmeyen queer bireylerin ve kendilerine ‘vatandaş’ olmaları için belli mutluluk reçetelerinin dikte dildiği göçmenlerin ‘mutsuz’ hayatlarını, sinema ve edebiyattan örneklerle açıklıyor.
Mutluluğun bir ‘yönlenme’, dikte edilen bir mutluluk reçetesine, bir mutluluk vaadine dönük olma durumu olarak tanımlandığını ‘Mutlu Nesneler’ adlı birinci bölümde, Sara Ahmed, mutluluğun belli nesnelere bağlandığından söz eder. Aile mutluluğu, ya da aile kurgusu, bu mutluluk vaadinin toplumdaki en güçlü ve en öndeki görüntüsüdür. Mutlu bir aile, doğru olanı doğru biçimde yapmayı gerekli kılar. Belli nesnelerin seçilmesi, belli seçimlerin yapılması ve ‘doğru’ yönelimlerin sahiplenilmesi gerekir. Ahmed’e göre, aile kurgusunun bir mutluluk vaadi olarak bireye ‘gerçek’ mutluluk getirmesi için, aynı ilişkilenme ve yönelime sahip olması gerekir. Fakat gerçekten durum böyle değildir. Mutlu bir ailenin temelinde, geleneksel olarak heteroseksüel evlilik yatar, fakat bu durum herkes için geçerli olmayabilir. Bu durumda da heteroseksüel olmayan ‘queer’ ilişkiler, normların gözünde mutsuz ilişkilerdir. ‘Oyunbozan Feministler’ adlı ikinci bölümde, feminizmin ve feminist idealleri benimseyen bireylerin ‘mutsuzluğu’, Rousseau’nun kurduğu mutlu ev kadını söylemi, Woolf’un ‘Mrs Dalloway’ romanı ve ‘The Hours’ adlı sinema filmi üzerinden örneklendiriliyor.
Sara Ahmed, ‘Mutsuz Queer’ler’ adlı üçüncü bölümde, mutsuzluk ve queer olma durumu arasında bağlantılar kuruyor. Queer bireylerin toplumun dayattığı mutlu modellerin içine gir(e)meme durumları, “The Well of Loneliness” adlı kült queer roman ve “Kayıp ve Çılgın” adlı film üzerinden açımlanıyor. Geleneksel queer anlatılarda, queer bireylere mutluluk bahşedilmemesi görünürde bir sorun olarak algılansa da, Sara Ahmed bu tartışmaya çok önemli bir bakış açısı getiriyor. Ahmed, queer bireylere gerçek hayatta ve kurmacada mutlu sonlar atfetmek yerine, queer bireylerin ‘mutsuzluğunun’ ne anlamlar içerdiğini anlamanın öneminden söz ediyor:
“Ayrıca alternatif bir mutlu queer figürüne umut bağlamak yerine mutsuz queer’ı kucaklamanın önemini görüyoruz. Mutsuz queer, queer’leri mutsuz gören dünya yüzünden mutsuz. Mutlu queer’i teşvik etmenin tehlikesi, bu dünyanın mutsuzluğunun gözden kaybolabilecek olması. Bu dünya karşısında mutsuz olmaya devam etmeliyiz” (s.143).
İMPARATORLUĞUN 'MUTSUZLUK ARŞİVİ'
Kitabın ’Melankolik Göçmenler’ adlı dördüncü bölümü, belki de günümüz dünyasının nüfus hareketliliği, göçmenlik ve vatandaşlık kavramları açısından, güncel gelişmelerle ne ilgili olan bölüm. Sara Ahmed, vatandaşlık, ulus, çokkültürlülük ve göçmenlik konuları üzerinden, ‘melankolik göçmen’ figürünü kuruyor. İmparatorluk kavramı ve tarihini tartışan Ahmed, imparatorluk kavramı ve faydacılık arasındaki ilişki üzerinden, imparatorluk tarihinin inşasında bir mutluluk inşası görüyor. İmparatorlukların ve sömürgeci güçlerin yerli halklar üzerinde, kurmayı iddia ettikleri ‘mutluluk’ kavramı üzerinde nasıl bir baskı ve ‘mutsuzluk’ yarattıklarını örneklendiriyor. Sara Ahmed bu bölümde, Asyalı Britanyalıları anlatan ‘Hayatımın Çalımı Beckham (Bend It Like Beckham, 2002, yön. Gurinder Chadha) ve ‘Doğu Doğudur (East Is East, 1999, yön. Damien O’Donnell) filmlerinin izlekleri üzerinden, mutsuz ırkçılık ve çokkültürlü mutluluk arası dönüşüm noktalarını inceliyor. Sara Ahmed, imparatorluğun ve sömürgeci devletin kendine atfettiği ‘medenileştirme’ görevini, ‘mutluluk görevi’ (s. 171) olarak yeniden tanımladığını ileri sürüyor: “
Mutluluğun görev haline gelmesi için önce sömürgeleştirilen öteki mutsuz görülmelidir.” Sara Ahmed bu bağlamda, bütün imparatorluk arşivlerini bir ‘mutsuzluk arşivi’ olarak okumayı öneriyor (s.171).
MUTLULUK DİSTOPYALARI
Ahmed’in orataya koyduğu tartışmanın belkemiğini, mutluluk ve mutsuzluk kavramlarının yapısökümü oluşturuyor. Mutluluğun, dayatılan bir çerçeve, bir program bir vaat olarak, bireylerde nasıl mutsuzluğa neden olduğunu çarpıcı örneklerle açıklayan Ahmed, kitabın ‘Mutlu Gelecekler’ adlı son bölümünde, ‘mutluluk distopyaları’nı inceliyor. Gelecek, umut ve ütopya kavramları üzerinden incelediği “Son Umut” filmi (Children of Men, 2006, yön. Alfonso Cuaron), ‘geleceği olmayan’, artık yeni bir bebeğin doğmadığı bir dünyada, insanın umutsuzluğunu ve mutsuzluğunu betimler. Ahmed’e göre filmde, insanlığın mutluluğu, yeni bir bebeğinin ‘olağanüstü’ doğumuna koşullanmıştır. Bu açıdan da, daha sonra belirtildiği üzere, kötümser ya da iyimse olmak, geleceğe dönük bir yönlenmeden ibaret olmaktadır ve çoğu durumda bireye mutsuzluk getirmektedir. Mutsuzluk ve kötümserlik kavramlarını Schopenhauer gibi ‘kötümser’ düşünürlerin izleğinde açımlayan Ahmed, mutluluğu politik bir makine olarak görür. Mutsuzluk ise, politik eylemi meşrulaştıran bir durum olarak karşımıza çıkar.
‘Mutluluk Vaadi’nde Sara Ahmed, kitlelerin çoğu zaman düşünmeden ve sorgulamadan peşinden koştukları mutluluk olgusunun, normatif ve dayatmacı kullanımına dikkatleri çeker. Mutluluk vaadini kabul etmeyen feminist, queer ve göçmen bireyler üzerinden, mutluluğun gerçekten nasıl bir ‘mutsuzluk’ reçetesine dönüşebileceğinin örneklerini edebiyat ve sinema üzerinden açıklamaya çalışır. Mutluluk kavramı çözümlemesini yaparken, mutluluğun heteronomatif aile, ikincil planda tutulan kadın ve devletin idealleri doğrultusunda yaşayan düzgün vatandaş olgularının güçlü bir yapısökümünü sunar. Kitap, günümüz dünyasında bir çılgınlık ve güçlü bir akıma dönüşmüş mutlu olma arzusu ve çabasına eleştirel ve sorgulayıcı bir pencere açıyor.