Cioran’ın haklı öfkesi
Emil Michel Cioran'ın 'Var Olma Eğilimi'nde kendine ve hayata katlanmak için yazan, olumluyu olumsuza, olumsuzluğu olumluya dönüştüren ve başkaldıran bir yazarın haklı öfkesine tanıklık ediyoruz.
E. M. Cioran deyince aklımıza pek çok şey gelir. Derin bir karamsarlık, şiddetli bir öfke, her şeye hiçliğe bile başkaldırı, bir mağlubun, kaybedecek bir şeyi kalmayanın bastırılamayan çığlığı. Kitaplarını okuru yaralamak için yazan bir yazardır o! Çünkü ona göre; bir metin yaralayıcı olmalıdır ki izi kalsın. Bunu başarır da çoğu zaman, onu okuyunca yüzleşmenin öfkesine kapılırsınız; kendinizle, dünyayla, tarihle, edebiyatla, felsefeyle, insan türüyle ve dahi tanrıyla karşı karşıya bırakır sizi. İntihar fikri belirgindir onda ama onun için yazmak yaşatıcı olmuştur. Dünyanın gidişatına karşı olumsuz hisleri olan herkesin yazarıdır bu açıdan Cioran çünkü onun kendisini mağlup hissettiği ve yaralandığı her şeye başkaldıran tavrı okura “tuhaf” bir güç verir. Bu güç, yaşama dair bir farkındalığa dönüşür, dünyayı bilmenin, insan türünün umutsuz varlığını kabul etmenin, mağlubiyetin, umutsuzluğun, hiç olmanın gücü.
MAĞLUBUN VE UMUTSUZUN GÜCÜ
Cioran’ın Metis Yayınları tarafından basılan; “Var Olma Eğilimi” adlı kitabı da yukarıda bahsettiğimiz özellikleri taşıyor. Tarih, ilerleme fikri, akılcılığın her alana yansıyan sınırlı biçimli algısı, aydın olma, sürgünlük, yersiz yurtsuz olmanın getirileri, yazarın yazma edimine yüklediği anlam, insan türü, varlık-yokluk kitabın genel olarak bahsettiği konular olarak çıkıyor karşımıza. Yazar bilindik üslubuyla, öfkeli diliyle hem okuru hem kendisini hırpalayarak anlatıyor derdini. Ama bahsettiğimiz gibi onu okuduktan sonra hissettiğiniz mağlubun ve umutsuzun gücünü bu kitabı bitirince de hissediyorsunuz.
Cioran’ın tarih ile sorunu “akılcılık” ve “ilerleme” fikriyle ilgili daha çok. Onun düşüncesine göre ilerleme fikri bir yalan olmanın ötesinde değil çünkü tarihin geldiği nokta geleceğe dair umut vermezken, ileride daha iyi şeyler olabileceğine inanmak saçmalık. Ütopya’da gelecekle ilgili olumlu şeyler vaat eder. Bu nedenle ona göre; “ütopya yaşlı halkların” körlüğü olabilir ancak. Cioran’ın özellikle batı merkezli ilerlemeci tarih ile derdi olduğunu da şu cümlelerden anlıyoruz: “Başarılarının birikimi karşısında Batılı ülkeler tarihi yüceltmekte, ona anlam yüklemekte güçlük çekmedi. Tarih onlara aitti, onlar tarihin failleriydi: o halde tarih aklın yolunu izliyor olmalıydı. Hâttâ onu sırasıyla, Tanrı’nın, us’un ve ilerlemenin kanatları altına yerleştirdiler.”
LABORATUVARA DÖNÜŞTÜRÜLEN DOĞA
Her şeyi kendi tahakkümüne hapseden “akılcılık” tarihte de sanırım şöyle bir şeye yol açtı. Batı merkezli tarih dünyayı kendi “aklının” perspektifinden kurmaya ve yorumlamaya çalıştı. İlerlemeci anlayışla birleşen bu fikir dünyanın batı dışında kalan toplumlarını “geri” ilan ederek, bu toplumları kendisine benzediği ölçüde “ileri” olarak tanımladı. Evrimci bakışın etkisiyle de kendisine benzemeyen toplumlar; “eski”, “ilkel”, “barbar” olarak adlandırıldı. Tüm bu anlayış insanı düz bir zamana ve farklı olana yer olmayan bir yaşama hapsederken, devamlı ilerleyerek iyi olacakmış gibi hissettiren sahte bir umuda da sürükledi. Ve bu zaman Cioran’ın deyimiyle, “zamanı hem aşan hem de ona gömülen, irkilmeyle son yalnızlığına giden, yine de görünüşe batan kişi çıkış noktası yoktur” gibi bir karşılığa erişti. Çünkü insan bu zaman çizgisi içerisinde kaybetti kendisini yalan bir umuda kapıldı, bu fikirle hareket ederek kendisine doğayı bile laboratuvar alanı yaptı, kendi doğasına yabancılaştı sonuç olarak elinde bugünkü çıkışsız dünya kaldı. Cioran’ın “Var Olma Eğilimi” en çok bununla ilgili diyebiliriz bunun getirdiği derin umutsuzluk, hiçlik ve insanın artık geri dönüşü olmayan tüm bu yaşanmışlığının içinde kaybolması.
SARAYIN HAKİKATİ
İnsanın bu kaybolmuşluğu ile ilgili kitapta dikkat çekilen bir diğer konu düşüncelerinin, düşünürlerin ve ideolojilerin gölgesinde kalmış olmasıyla ilgili. İnsanın artık kendi fikri olmadığı için Cioran’ın deyimiyle “kitabi hiçlik” adı verilen bir durumla karşı karşıya. Bu nedenle bilgiç bir züppelik içinde ve de tasaları bile ödünç alınmış. Büyük düşünürlerin düşünceleriyle biçimlenmiş bu insanın artık kendi bilinciyle varolması da imkânsız görünüyor. Oysa insan en çok bir dilenciden veya berduştan bir şeyler öğrenebilir yazara göre çünkü: “Bir dilenci her ne kadar başkalarına bağımlı olsa da, öcünü onları yakından gözleyerek alır, 'yüce' duyguların iç yüzünü çok iyi bilir. Az bulunur nitelikteki tembelliğidir, bu enayiler ve aptallar dünyasında yolunu şaşırmış gerçekten 'kurtulmuş' bir kişiye dönüştüren onu. Vazgeçiş hakkında sizin anlaşılmaz yapıtlarınızın çoğundan daha çok şey bilir.” Cioran bize burada büyük düşünürlerin büyük fikirlerindense yaşamın içinden, hakikatle gerçekten yüzleşmiş “sıradan insanın” fikirlerini öncelemek gerektiğini belirtiyor belki de. Çünkü yine onun fikirleriyle düşünmeye çalışırsak bugüne kadar ki büyük öğretiler, anlatılar, dinler bize kendimizi kaybetmek dışında bir şey sağlamadı. Ve buna bağlı olarak soruyor Cioran: “Hem hakikatlerine hem de sarayına bağlı bir Buda düşünebilir mi?” Cevap açık görünüyor aslında birey eğer sarayına bağlıysa, kendi hakikati kalmamıştır değil mi? Onun hakikati bağlı bulunduğu sarayın hakikatidir artık özellikle bugünlerde bunun üzerine düşünmeli insan, elbette hâlâ kendilik kaygısı güdüyor ise.
Birlik beraberlik cümlelerini sıklıkla duyduğumuz bir coğrafyada yaşıyoruz. Cioran’ın bu konuda da bize söyledikleri var ki üzerinde durmaya değer. Şöyle söylüyor: “Eğer ister istemez yalancı olan çokluğa karşı tek doğru olarak Birlik’i öne sürersem, bir başka deyişle, başka’yı hayaletle bir tutarsam, var olmak için bireylerin indirgenemezliğinden, onların monadlarından, sınırlanmış özlerinden hareket etmek zorunda olan başkaldırım, bütün anlamını kaybeder.” Buradaki “başkayı hayaletle bir tutmak” çok önemli bir şeye işaret ediyor bana kalırsa. Başka olanı “farklı” olan, egemenin dışında kalan, yaygın tabirle “öteki” olan olarak algılıyorum. Onun hayalet sayılması taleplerinin görünmezliğe hapsedilmesi ki yaşadığımız coğrafyada devamlı tanıklık ettiğimiz bir durum kabul edilebilir değil. Böyle bir başkaldırı değersiz olur çünkü başkaldırının özü zaten dayatılanın dışında olmayı gerektirir değil mi? Bunu öncelikle birey kendi kişisel varlığı içerisinde sorgulamalı diye düşünüyorum, çoğunluğa uymak en kolay olanı ama çoğunluğun başkaldırısı bize genellikle hakikat olarak dönmez. Bu anlamda da kitapta Cioran bizi düşündürüyor ve sorular sorduruyor.
CIORAN'IN 'YORGUN AYDIN'I
“Var Olma Eğilimi”nden bahsederken Cioran’ın “yorgun aydın”ından da söz etmek gerekiyor. Cioran’ın yorgun aydını kendi hakikatinden vaz geçmiş, önüne konulanı hakikat olarak kabullenmiş, dünyanın kötülüklerini ve kusurlarını özetleyen, ona maruz kalan eylemde bulunmayan, korkunun esiri olmuş, ilk gördüğü kesinliğe sarılmaya kalkan bir aydın tipi olarak özetlenebilir. Bu aydın tipi aslında çok tanıdık bizim gibi coğrafyalarda. Rüzgârın yönüne göre kendiliğini belirleyen, hakikati masa başından ölçen, biçen, ahkâmcı bir aydın profili Cioran’ın bahsettiği ve bize de çok uzak olmayan. Kitap bu açıdan da kendi gerçeğimizle bizi karşı karşıya getiriyor. Baştan beri ifade etmeye çalıştığımız gibi yazarın kitapları aslında birer yüzleşme metni okur için.
Cioran bu kitabında da can sıkıntısının kendi yaşamına ve yazma edimine olan katkısından bahsetmiş. Onu nasıl istemese de bir kuramcıya dönüştürdüğünü, hiçliğini sözle nasıl bir eylem haline getirdiğini uzunca anlatıyor. Ve hayalindeki metni şöyle tanımlıyor: “Şeylerin içlerine işleyip onları bozacak, delip geçecek, katedecek yakıcı bir düşünce, kâğıdı kemiren heceleriyle edebiyatı ve okurları ortadan kaldıracak bir kitap, edebiyatın karnavalı ve kıyameti olacak, Söz’ün vebasına karşı ültimatom olacak bir kitap hayal ediyorum.”
Cioran hayalindeki kitaba ulaşabildi mi bilmiyorum ama “Var Olma Eğilimi”nde kendine ve hayata katlanmak için yazan, olumluyu olumsuza, olumsuzluğu olumluya dönüştüren ve başkaldıran bir yazarın haklı öfkesine tanıklık ediyoruz.