Milliyetçilik, vatanseverlik, eleştiri ve bir fincan çay
George Orwell, 'Faşizmin Kehanetleri'nde hırçın, ironik bir dille eleştirinin uç sınırlarında gezerken, yaşadığımız günlere, coğrafyamızın gündemine de dokunacak tespitler yapıyor.
Yirminci yüzyılın en önemli yazarlarından kabul edilen George Orwell’ın, “Faşizmin Kehanetleri” adlı kitabı Sel Yayıncılık tarafından basıldı. On iki ayrı denemeden oluşan kitapta Orwell, bazen edebiyat eleştirmeni, bazen sıkı bir politik teorisyen olarak karşımıza çıkarken, bazen de gündelik yaşama dokunan İngiliz mutfağı, çay tarifi gibi konulara değiniyor. Kitaptaki bölümlerden “Proleter Yazar” ise söyleşi kategorisinde de değerlendirebileceğimiz bir bölüm. Orwell hırçın, ironik bir dille eleştirinin uç sınırlarında gezerken, yaşadığımız günlere, coğrafyamızın gündemine de dokunacak tespitler yapıyor.
Bana kalırsa kitabın en dikkat çeken bölümlerinden birisini “Milliyetçilik Üzerine Notlar” kısmı oluşturuyor. Orwell milliyetçiliği ilk akla gelen bilindik anlamının dışına çıkarıyor. Çünkü ona göre; milliyetçilik duygusu millet denen şeyle -bir ırkla ya da coğrafi alanla- ilişkili olmayabiliyor. Bir kiliseye ya da sınıfa eklenebiliyor veya tamamen olumsuz bir şekilde hiçbir olumlu sadakat nesnesine ihtiyaç duymadan, herhangi bir şeye karşı anlamında kullanılabiliyor. Orwell burada ilginç bir şey deniyor, kesinlikli bildiğimiz, kafamızda ilk anlamıyla canlanan dünyanın gündeminden hiç düşmeyen bir söyleme “milliyetçiliğe” farklı bir bakış getirmeye çalışıyor.
Yazar “Milliyetçilikle” birinci olarak, insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini ve milyonlarca, on milyonlarca insanın rahatlıkla bloklar halinde “iyi” veya kötü diye etiketlenebileceğini varsayma alışkanlığını kast ediyor. İkinci olarak ise; insanın kendisini tek bir ulusla veya başka bir birimle özdeşleştirerek, onu iyinin ve kötünün ötesine yerleştirip, onun çıkarlarına hizmet etmekten başka görev tanımamasını... Bu iki anlam çok yabancı olmadığımız bir milliyetçilik fikri olarak çıkıyor karşımıza “iyi” ve “kötü” ayrımının net olduğu, kendi varlığını bir millete dâhil olmadan ifade edemeyen bir anlayış olarak da tanımlayabiliriz. Ancak Orwell, vatanseverlik ve milliyetçiliğin birbirine karıştırılmaması gerektiğini de düşünüyor.
MİLLİYETÇİLİĞİN DEĞİŞMEZ AMACI
Ona göre vatanseverlik: “Belirli bir yere ve yaşam biçimine bağlılık: Kişi, dünyada daha iyi bir yer ya da yaşam biçimi olmadığını düşünür onu başkalarına dayatma arzusunda değildir. Vatanseverlik doğası gereği savunmacıdır, hem askeri hem de kültürel anlamda. Milliyetçilikse iktidar arzusundan ayrı tutulamaz. Her milliyetçinin değişmez amacı, kendisine değil ama bireyselliğini içine gömmeyi seçtiği ulusa ya da herhangi başka birine daha fazla güç ve prestij kazandırmaktır.” Bu önemli bir ayrım bana kalırsa üzerine düşündüğümde aklıma kent ve çevre direnişleri geliyor. Kişi vatansever duygularla “kent hakkı” talep edebiliyor ya da örneğin; doğanın deresine, ormanına, sahip çıkabiliyor. Vatanseverlik milliyetçiliğe göre daha fazla bireysellik, kendilik, kendi yaşam alanına dair bir kaygı içeriyor da denilebilir. Ancak milliyetçilik bir anlamda kendi varlığını aidiyet hissettiği söyleme armağan etmek anlamına geliyor. Birey kayboluyor, kendisindense kendisini ait hissettiğini önceliyor. Sanırım Orwell’ın bahsetmeye çalıştığı da böyle bir durum.
Orwell, milliyetçilikten daha iyi bir kelime bulamadığı için bu kelimeyi kullandığını da ifade ediyor. Çünkü Nazizm gibi bir örnek varken, hepimizin büyük ölçüde milliyetçiliğe karşı benzer fikirler öne sürebileceğimize, kuşkusuz gözüyle bakıyor. Onun anlamını genişlettiği milliyetçilik; komünizm, siyasi Katoliklik, Siyonizm, antisemitizm, Troçkistlik ve pasifizm gibi hareketleri de içine alıyor. Bu anlamda onun milliyetçilik tanımı ille de bir hükümet ya da ülkeye sadakat anlamına gelmiyor ve hatta ilgili olduğu birimlerin gerçekte mevcut olması bile gerekmiyor. Evrensel kabul gören durumlar olmanın ötesinde, gerçek ve kesin olmaktan çok bu milliyetçilik anlayışı duygu nesnesi ile ilişkileniyor. Kısaca ifade etmeye çalışıyorum ancak kitapta bu konulardan -Orwell’ın neden bahsettiğimiz söylemleri milliyetçilik olarak adlandırdığından- uzunca söz ediliyor.
SESSİZ KALMANIN OLANAKSIZLIĞI
“Faşizmin Kehanetleri” kitabının dikkatimi çeken denemelerinden birisi de “Yazarlar ve Leviathan”. Orwell bu metinde Devlet kontrolü çağında yazarlığı ve eleştiriyi sorguluyor. Böyle bir çağda kendi deyimiyle “batan bir gemideyseniz batan gemileri düşünürsünüz” diyerek savaş, faşizm, atom bombaları, toplama kampları varken sessiz kalmanın olanaksızlığına gönderme yapıyor. Ancak onun bu denemede asıl bahsetmek istediği “edebiyat dışı” adını verdiği tepki. Ona göre edebiyat dışı tepki: “Bu kitap benden yana o yüzden içinde iyi nitelikler bulmam gerekiyor” şeklindedir. Özellikle bir partiye üye yazarın dayanışma vesilesiyle böyle bir tepki verebileceğini düşünüyor yazar ve bunun ısmarlama bir yazı yazma edimine karşılık gelebileceğine dikkat çekiyor. Ve bu nedenle birçok kitabın okunmadan “kötü” ilan edilebileceğini de düşünüyor. Sanırım bu konuda Orwell’a hak vermek gerekir. Çünkü kendisini eleştirmen olarak tanımlayanlar için böyle bir durum söz konusu olabilir. Herkesin kendisini, ruhunu bulduğu, ideolojilerine karşılık gelen kitaplar ya da filmler vardır ve bu eleştirmen için de geçerlidir. Eleştirmenler daha çok sevdikleri metinlerden ya da filmlerden bahsetmeye çabalarlar ve kendilerine uzak buldukları yazar ve yönetmenlerden çok söz etmemeye çalışırlar. Genellikle kitap eleştirisi söz konusu olduğunda Orwel’ın da üzerinde durduğu gibi, bir kitaba hangi gazetede yer verilebileceği, nerede talep göreceği, görmeyeceği o kitabı kimin eleştireceği daha ilk aşamalarında belirlenir. Sanırım Orwell’ın olmasını gerekli gördüğü eleştiriyi ancak kendisini bir şeyle tanımlamamış onun deyimiyle “kamuoyu korkusu” olmayan başarabilir. Ancak günümüzü düşündüğümüzde kimsenin kendilik kaygısı kalmamışken, birey kurgulanmış birer özne olmanın dışında hareket edemiyorken bu zor görünüyor.
“Faşizmin Kehanetleri” kitabının güzel yanlarında birisi de, Orwell’ın eleştiriye, politikaya, yazarlığa, Gandi gibi düşünürlere, incelediği ya da karşılaştırarak eleştirdiği kitaplara (Guliver’in Gezileri, Demir Ökçe, Cesur Yeni Dünya, Kavgam) yer vermesinin yanında: İngiliz mutfağı, savaş dönemlerinde halk ile egemenler arasındaki beslenme eşitsizliği gibi konulara ve hatta bir çay tarifine bile yer vermesi.
“Güzel Bir Fincan Çay” adlı denemede Orwell demliğinden, süzgecine, fincanından, kullanılacak çayın miktarına kadar ayrıntılı bir çay tarifi veriyor. Ve anlıyoruz ki Orwell için çay, bahsettiği ve eleştirdiği tüm konular kadar önemli ve hassas bir yerde duruyor. Bu nedenlerle de kitap; keyifli, sorular sorduran, düşündüren bir okuma deneyimi sunuyor. Kim bilir belki Orwell’ın çay tarifini dener ve severiz, onun düşünce evrenine onun tarifiyle hazırlanmış bir fincan çay ile eşlik etmek epey ilginç olabilir.