'Sosyoloji bir mücadele sporudur'
Bourdieu’nün sosyolojisi, popüler ya da seçkin her türden kültürel ürünü, o ürünle ilgili zevklerin üretilme koşullarıyla birlikte düşünen bir sosyolojidir.
Göksel Aymaz [email protected]
Böyle demişti Bourdieu. Kendisi, entelektüel teoriye eski saygınlığını kazandıracak şekilde, politik eylemi öne çıkarmış bir sosyologtu. Bu tavrıyla sadece eylemden kopmuş teoriye eski saygınlığını iade etmekle kalmamış, “sınıf”, “iktidar” ve “sınıf iktidarı” gibi kavramlara da eski itibarlarını iade etmişti. Konformizme batmış akademi dünyasını, böylelikle, belirli ölçülerde de olsa yeniden hareketlendirmişti.
Çünkü Bourdieu, bir ideolog değildi. Sınıf ve iktidar kavramlarına önem vermesi ve bu kavramları ele alma biçimi, tamamen, onun “bastırılmış olan gerçeğe” ilgi duyan bir toplumbilimci olmasıyla ilgilidir. Hiyerarşileri neredeyse doğallaştıran “üst tabakalar/alt tabakalar” terimlerini kullanmak yerine, toplumsal ilişkilerin nesnel gerçekliğini ortaya koymak için ısrarla “tahakküm edenler/tahakküm altında olanlar” diyordu örneğin. Çünkü Bourdieu’ye göre, “toplumsal dünya, bu dünyanın anlamı konusunda süregiden mücadelelerin yeri”ydi. Toplumsal eşitsizlik ve farklılıkları ideolojik alandan sosyolojiye kaydırmıştır. Onun bütün toplumbilimsel eylemi, toplumsal dünya üzerine olur olmaz şeyler söylemeye başlamış moda eğilimlerce itibarsızlaştırılmış olan gerçekliği dile getirme faaliyetiydi.
İdeolog olmayan Bourdieu, Marksist de değildi. Ama post-modernizm çağında Marksizmin yepyeni bir ifade biçimi olarak öne çıkmıştı. Siyasi konularda dünya çapında hatırı sayılır bir yeri olan ünlü Der Spiegel dergisi, ölümünden sonraki ilk sayısında onu bu yüzden “Marksizme inançlı bir düşünür” diye tanımlamıştı.
Bourdieu, yöntemler arasındaki “sahte çatışkılar”ı sürdürmek yerine, her bir yöntemin “epistemolojik üstünlük”lerini dikkate almayı yeğlemişti. Fakat yöntemler arasındaki uğrakların Bourdieu’nün gözünde “eşdeğer” olmadıklarını da hemen söylememiz lâzım, bu uğraklar içinde somut toplumsal koşullar (ya da nesnel yapılar) her zaman önceliklidir. Onu Marx'a yaklaştıran da, temelde, budur.
Bourdieu sadece toplumsal yapı, kurum, olgu, olay ve ilişkilerin gerçekliklerinin ne olduğunu merak ediyordu. Mesela, sosyolojinin modern klasikleri içinde yer alan “Ayrım”da yaptığı şey, sadece, popüler olan ile seçkin olan arasında aşağılayıcı veya kutsayıcı herhangi bir değerlendirme yapmaksızın, bir kültürel ürüne zevkle bağlanırken bireylerin veya kitlelerin o üründeki gerçekliğe nasıl bir değer verdiğini anlamaya çalışmaktan ibaretti. Böyle bir sosyoloji, popüler ya da seçkin her türden kültürel ürünü, o ürünle ilgili zevklerin üretilme koşullarıyla birlikte düşünen bir sosyolojidir. Buna göre, kültür “toplumsal olarak yapılanmış zihinsel bir yapı” olarak kendine özgü bir “alan”dır.
İçi boşaltılmış bir kavram olan “toplum” yerine “toplumsal alan” kavramını kullanır Bourdieu. Burada, Marx’ın bir tanımına yaslanır: “Toplum, bireylerden ibaret değildir; bireylerin içinde bulundukları bağların ve bağıntıların toplamını ifade eder.” Bourdieu’nün “alan” kavramı böyle bir “bağıntı yumağı”dır. Toplumun tüm bireylerin bir arada bulunduğu tek bir “alan”dan ziyade, kültür gibi, siyaset gibi çeşitli “alanlar” vardır. Ve her bir alan, dışarıdaki toplumsal koşulları kendine göre yansıtan, kendine göre değerleri olan birer “bağlar” ve “bağıntılar” yumağıdır.
Bourdieu’ye göre, bireylerin eğilim ve tercihleri, içinde yer aldıkları toplumsal alanın belirli koşul ve elverişliliğine, yani “habitus”a göre biçimlenir. Bu kavram, bireyin toplumsal olarak inşa edildiğini ima eder. Bireyin toplumsal inşası ve sonuçta edindiği toplumsal konum, Bourdieu’nün “sembolik sermaye” dediği, sınıfsal kökenden eğitime, kültürel beğeniden yetişme tarzına dek birçok şeyi içerir. Toplumsal alan içinde farklılaşmış habituslar vardır ve bunlar farklılaştırıcı etkilere sahiptir.
Araştırmalarından elde ettiği sonuçlar ona zevkler ve konumlar arasındaki farklılıkların en temelde toplumsal hiyerarşiye tekabül ettiğini ve bunların, kasıtlı olsun olmasın, dönüp dolaşıp tekrar hiyerarşinin meşrulaştırılmasında etkin bir rol üstlendiğini göstermişti. Bu yüzden, mesela, kültürel yatkınlık ve beğeniler hakkında geliştirdiği teoriler, müzeleri gezenler, fotoğraf çeken ya da resme ilgi duyanlar hakkında yürüttüğü soruşturmalardan daha da fazla göçmenler, işçiler, işsizler, üniversiteler, mahalleler, konut politikaları üzerine yaptığı sosyolojik incelemelere yaslanıyordu. Zira Derrida’nın deyimiyle, “toplumsal aktivitenin bütün alanlarının sorumluluğunu üstlenmek, hesabını vermek gibi bir tutkusu vardı”.
Bourdieu’nün sürdürdüğü, kendi deyimiyle, bu “özgürlük toplumbilimi”, bilgi teorisi ile siyaset teorisinin ayrılmaz oldukları fikrine götürmüştü onu. Bu perspektifle sosyal bilimlerin mevcut yöntem, analiz ve kavramları üzerinde yepyeni açılımlara yönelmiş, kültürden politikaya, spordan modaya, sendikacılıktan edebiyat ve sanata kadar uzanan çok geniş ve farklı alanlarda kendi bakış açısını yine kendi kavramlarıyla açıklamıştı.
Aslında Bourdieu’nün belki de en dikkat çekici yanı bu “özgürlük toplumbilimi”ne bağlı olarak, “muhalefetsiz” bir güce ulaşan neo-liberal dünyaya karşı muhalif olmanın hâlâ mümkün olduğunu, dünyaya hükmeden tek bir düşünceye karşı her zaman bir alternatif olabileceği inancını kanıtlamış olmasıdır. O da, Voltaire ve Zola gibi, haksızlığa karşı muhalefette kendi çağının (yine Fransa’dan çıkmış) bir sembolüdür. Eylem teorisi sadece Avrupa’ya ilişkin değil, evrenseldir. Daima toplumsal hareketlerde enternasyonalizmi savundu, özgürlükçü düşünce tarzları ve eylem biçimlerinin evrenselleştirilmesinin hayati gerekliliğini vurguladı.
Bourdieu, herhangi bir siyasi partiye angaje olmadan da bir toplumsal eylemin entelektüeller için mümkün olduğunu (Marcuse ve Sartre gibi, ama onlardan bir kuşak sonra) yeniden gösterdi. Bourdieu’nün eylem teorisi, hedeflediği sonuçlara ulaşamamış olsa bile, en kötü durumda entellektüelin toplumsallığa dönüşünün sembolü olmuştur.