Koca Karınlı Kent'in çağrısı

Suzan Samancı’nın “Koca Karınlı Kent” adlı kitabı zorunlu bir şekilde memleketinden kente göç etmek zorunda kalanların yaşadığı sıkıntılara odaklanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Savaşın, acının eksik olmadığı bir coğrafyada yaşama çabası veriyoruz. Barış dedikçe ağzımıza tıkılan cümlelerin ağırlığı altında eziliyoruz. İnsan türü birarada yaşamayı beceremiyor. Sadece kendisiyle değil dünyadaki tüm varlıklarla bir savaş tutturmuş gidiyor. Oysa savaş öyle söylendiği gibi beş harfli bir kelimeden ibaret değil. Savaş yıkım demek, acı demek, zorunlu göç demek, hakikatin kayboluşu, insan hayvan, doğa ayırt etmeksizin yaşamın katledilişi demek. Savaşın en önemli sonuçlarından birisi de zorunlu göç maalesef. Bulunulan yerden hiç bilinmeyene çıkılan bir yolculuk bu. Geçmeyen bir yabancılık hissi, gitmelerin en acıtanı, en yalnız bırakanı. Geride kalanla yanında götürülen arasında kalan ruhun parçalanışı.

Geçtiğimiz günlerde Ayrıntı Yayınları tarafından basılan Suzan Samancı’nın “Koca Karınlı Kent” adlı kitabı zorunlu bir şekilde memleketinden kente göç etmek zorunda kalanların yaşadığı sıkıntılara odaklanıyor. Samancı’nın edebiyatı hakkında bir şeyler söylemek gerekirse sanırım onun yazınını “minör edebiyat” kavramı çerçevesinde değerlendirebiliriz. Ki kendisi de “Korkunun Irmağında” ve “Halepçe’den Gelen Sevgili”yi majör edebiyat içinde nasıl ve nerede konumlandırabiliriz? Sorusuna bir röportajında şöyle cevap veriyor; “Anadilinde yazamayan azınlığın majör bir dilde yaptığı “minör edebiyat”ın çemberindeyiz bir bakıma. Minör edebiyatın en önemli özelliği her şeyin siyasal olmasıdır. Toplumsal plan ve çevre arka plan olarak kalır. Deleuze ve Guattari, “Minör Edebiyat ve Kafka” adlı eserlerinde bunu çok güzel açıklıyor. Kafka’yı en iyi inceleyenlerden Gilles Deleuze ile Felix Guattari’dir. Minör Edebiyat İçin Kafka adlı incecik kitap çok şey söyler. Anadillerinde yazamayan ne kadar çok insan var günümüzde? Göçmenlerin, sürgünlerin ve çocukların sorunu… Minör edebiyatın sorunu, aynı zamanda hepimizin sorunu. Deleuze ve Guattari, “İnsan nasıl kendi öz dilinin göçebesi ve çingenesi olur” derken, Kafka “Çocuğu beşikten çalmak, gergin ipte dans etmektir” diyor. Ve bizler de beşikten çalındık, gergin ipten öte, hem de ateşler üstünde dans ediyoruz; kendi dilimizin göçmeni, çingenesi ve günahkârıyız”(*)koca-karinli-kent

Deleuze ve Guattari’ye göre minör edebiyat: minör bir dilin edebiyatı değil, daha ziyade bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyattır. Deleuze ve Guattari Suzan Samancı’nın da ifade ettiği gibi: Kafka ve eserleri üzerine yaptıkları incelemeler ile böyle bir tanımlamaya girişmişlerdir. Onun temel özelliği dilin güçlü bir yersizyurtsuzlaşma katsayısından her koşulda etkilenmiş olmasıdır. Kafka, Prag Yahudilerine yazı yolunu tıkayan ve edebiyatlarını olanaksız kılan çıkmazı şu şekilde tanımlar: Yazmama olanaksızlığı, Almanca yazma olanaksızlığı, başka türlü yazma olanaksızlığı. Yazmamak olanaksızdır, çünkü ulusal bilinç, ister belirsiz olsun ister baskı altında, zorunlu olarak edebiyattan geçer. Minör edebiyatın bir diğer özelliği ise bu edebiyattaki her şeyin siyasal olmasıdır. Bu edebiyat bireysel sorunun doğrudan siyasete bağlanmasını sağlar.(**)

Suzan Samancı Kürt bir yazar, Türkçe ile yazan ve minör edebiyatın imkânlarını sonuna kadar kullanabilen bir yazar. Majör olanı aşındırmak sanırım onun edebiyatının başardığı şeylerden birisi bu. Yazarın kendi dilinde neden yazmadığını da uzun uzun tartışmaya gerek yok sanıyorum yıllardır zaten konuştuğumuz ve egemenlerin tekilci söylemleri nedeniyle bir türlü çözemediğimiz bir anadil meselesi var coğrafyamızda ve bu öyle politikanın sınırlarında tartışıldığı kadar basit bir sorun da değil. Çünkü ana dil Foucault’nun da ifade ettiği gibi: “tek gerçek vatan, insanın ayağını basabileceği tek toprak, başını sokabileceği, sığınabileceği tek ev çocukluğundan itibaren öğrendiği dildir.”(***)

Samancı’nın “Koca Karınlı Kent” kitabı “minör edebiyat”ın politiklik özelliğini de sonuna kadar taşıyor diyebiliriz. Samancı, yaşananları sıcak yüzünüze soğuk su çarpmışçasına hissettiren etkileyici bir anlatı oluşturmuş bu kitabında da. Kitabın ana konusu olan “zorunlu göç” adı verilen kavrama çok alışık bir coğrafyada yaşıyoruz maalesef. 90’lı yıllarda özellikle Kürt coğrafyasından sayıya sığmayacak derecede kentlere göç edilmek zorunda kalındığını biliyoruz. Daha bu gerçekle yüzleşilmeden yine insanların yıkılan mekânlardan başka kentlere göç etmek zorunda kalmalarına tanıklık ettiğimiz günler yaşıyoruz. Göç öylesine bir kelime değil; acısı, bıraktıkları, belleği göçü yaşayan insanın bir daha asla aynı olamaması anlamına geliyor. Samancı’nın kitabı bu anlamda kente gelen ve tutunma çabası veren insanların bellek yükleriyle birlikte koca kentte varolma kaygılarını oldukça gerçekçi bir şekilde ifade etmiş. Geldikleri yerde savaşın tüm acımasızlığını yaşamış karakterlerin; çocukların, kadınların, yaşlıların, erkeklerin kentte yaşadıkları yabancılık, yalnızlık, öteki kimliğe hapsedilme hâli derin bir şekilde hissettirilmiş. Ayrıca Samancı, anlatısına yerel ögeleri, Kürtçe deyimleri de ekleyerek zengin bir dil ortaya koymuş.

KİTABIN NİNESİ

Sanırım “zorunlu göç” en çok yaşlıları etkiliyor. Gençler bir şekilde şehrin içerisine karışmayı, giyim kuşam uyumunu yakalayabiliyorlar ancak yaşlılar belleklerindeki gelenekçi yapının, yeniye kapalılığın ve yaşadıklarının daha doğrusu yaşatılanların etkisiyle daha zorlu bir sürece katlanmak zorunda kalıyorlar. “Koca Karınlı Kent” kitabının ninesi bu durumu iyi örnekliyor. Onun yaşadığı kaygı gelininin, torunlarının, oğlunun kentin içerisinde; geleneklerini, göreneklerini unutması, şehre adapte olup benliklerini kaybetmeleri. O bu nedenle devamlı bir eleştirme çabası içerisinde. Özellikle de gelininin evlere temizliğe gitmesi sonucu değişmesi, pantolon giymesi, saçını boyatması onda büyük kaygılara yol açıyor. Örneğin oğluna bu durumdan şöyle şikayet ediyor; “Senin karın tango olmaya pek hevesli, daha dün bir bu gün iki, ne bu böyle kabak çiçeği gibi, çocuklarınız kurda kuşa yem olsun, seninki keyfine baksın, ayıptır, ayıptır!” Bir dönem “zorunlu göç”e dair yaptığım alan araştırmasında da benzer şeyler gözlemlediğimi söyleyebilirim. Yaşlılar göç nedeniyle geldikleri yerde kapalı bir yaşama mahkûm oluyorlar hâttâ onlar için şehrin merkezine inmek köyden şehre inmek gibi bir anlam ifade edebiliyor (Ankara için Türközü’nden Kızılay’a gitmek örneğin). Gençler, çocuklar ve ailenin diğer bireyleri bir şekilde iş, okul gibi sebeplerle kentin kalabalığına karışırken, yaşlılar yaşanılan evin çevresine sıkışıp kalmak durumundalar. Köylerinde özgürce dolaşmaya alışmış bu insanlar için göç bu nedenle çok daha zor bir hâl alıyor olmalı ki “Koca Karınlı Kent” kitabının ninesi bu durumun gerçekçi bir yansıması olarak karşımıza çıkıyor.

yenicikanlar YENİ ÇIKAN KİTAPLAR

“Koca Karınlı Kent” kitabı aynı zamanda güncel acılarımızın ve dirençlerimizin de edebiyatın içinde yer bulduğu bir yan içeriyor. Cumartesi Anneleri, cebi taştan aşınmış çocuklar, haksız tutuklanmalar, cezaevleri, sürgünler ve tüm bunların yanında sürdürülmeye çalışan bir hayat. Kırıklıklar, ekonomik sıkıntılar, unutulmaması gerekenlerin yükü altında her şeyi kendine çok görenler, gündüz gözüyle kâbusu yaşayanlar, soba başında geçmiş ve şimdiye dair edilen muhabbetler, cezaevinde olmayı şans sayanlar ve hayatın bir şekilde devam ettiğini simgeleyen aşk anlatısı. Kısacası dibimizde yaşanan onca acı, kaygı, sıkıntı, çaba…

Samancı’nın “Koca Karınlı Kent” kitabı; acıtan, yaralayan bazen ironikleşen dili ile, çıplak kalmış gerçeği edebiyat içerisine taşıyor. Kocaman karınlı kentlerin hazmedemediği onca yaşanmışlığa dikkat çekiyor ve bizi bir bakıma yüzleşmeye çağırıyor.


* Röportajın tamamı için bkz. http://www.edebiyathaber.net/suzan-samanci-ile-major-ve-minor-edebiyat-uzerine/

** Ayrıntılı bilgi için bkz. Gilles Deleuze ve Felix Guattari, “Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin”, (Çev. Işık Ergüden), s. 45-47, Dedalus.

***  Foucault, M., “Güzel Tehlike”, Metis.